Her akşam saat tam 6:00’da, sallanan sandalyeme kurulur, salonun camından dışarıyı izlerim. Emekli olup Boğaz manzaralı bu mütevazi daireye taşındığımızdan bu yana hemen hiç aksatmadım bu ritüeli. Saat 5:30 gibi başlarım hazırlıklara. Her gün aynı heyecanla, perdeleri ardına kadar açar, sandalyemi camın önüne çeker, kırmızı şarabımı kadehime doldurur, telefonuma indirdiğim o şarkıyı hazır ederim. Sonra da iftarı bekler gibi salonun içinde dolanır dururum. Saat tam 6:00’da başlatırım. Ne bir dakika önce ne bir dakika sonra. 

Haftada bilemedin iki haftada bir karım da eşlik eder bana. Böyle bir ritüel erkeklere göre der Esra. Her gün yapmak lüks benim için. Bana öyle der demesine de aylar yıllar boyu aynı ritüeli sürdürmek pek ona göre bir şey değil. Ya temizliği bahane eder kaytarmak için, ya da önemli bir telefon görüşmesini. Ama bana da ses etmez. Beni mutlu görmek ister. 

O gün yine tam saat 6:00’da sandalyeme oturdum, elimde kadehim Boğazı seyretmeye koyuldum. Neredeyse üç gündür süren fırtına dinmemiş, güneş yüzünü hiç göstermemişti. Mutfakta akşam yemeği hazırlıklarıyla uğraşan karıma seslendim.

-Şu hale bak! Böylesini görmedim.

Esra’dan ses gelmedi. Mutfağa doğru başımı çevirdim, sesimi yükselterek yeniden seslendim. 

-Gelsene. Şuraya bak. Nasıl savruluyor tekneler!

-Çok karardı değil mi? Gece gibi. Sanki yüz metre ötede yerle gök birleşiyor… Şimdi elimdekini bırakıp gelemem canım.

Kanepenin üzerinde duran yastık takıldı gözüme. Yastığı aldım, kucağıma koydum, elimi kırmızı beyaz çiçekli kumaşın üzerinde gezdirdim. Cama vuran yağmur damlaları dışında pek bir şey göremiyor, gözlerimle değil ruhumla izliyordum Boğazın hırçın sularını. Fonda “You raise me up” tekrar tekrar çalarken, gözlerimi kapattım. Çok derinden belli belirsiz Esra’nın sesini duydum.

-Kapı mı çaldı? 

-Bilmem bir bak.

***

-Ambulans göndermişler.  

-Ambulans mı? Yahu ne gerek vardı? Arabayla giderdik. 

-Hadi canım bırak söylenmeyi. Hazırsan çıkalım hemen.

Sedyeyle taşınmayı kendime yakıştıramıyorum. Esra koluma girmek istiyor, reddediyorum. Ağır adımlarla tırabzana tutunarak iniyorum merdivenleri. Ambulansa binip sedyeye uzanıyorum. Doktor şikayetimi soruyor, anlatıyorum.

-Uyuşmalar dün akşam başladı. Önce ellerim karıncalandı. Bir saat içinde kollarıma omuzlarıma yayıldı. Bugün ellerimde hiç his yok. Sanki ayaklarımda da var biraz uyuşukluk. Başım da zonkluyor. 

Esra da biniyor ambulansa. Yanıma oturup elimi tutuyor. Bana moral olsun diye en sevdiğim kırmızı beyaz çiçekli elbisesini giymiş. Yeni fark ediyorum. Parfümünün kokusu ambulansın ağır ilaç kokusunu bastırıyor. İçim ferahlıyor. İri kahverengi gözleri iyice irileşmiş, yüzü süzülmüş. Tüm yüzü göz olmuş bana bakıyor sanki. Karargaha varıncaya kadar elimi hiç bırakmıyor. Doktorun itirazlarına rağmen kendim iniyorum ambulanstan. Başım dönüyor, Esra’ya tutunuyorum. 

Eğitimde dışarıdan göstermişlerdi basınç odasını. Bir gün vurgun yiyeceğim, tedavi için basınç odasına gireceğim hiç aklıma gelmemişti. Hangar gibi bir yerin içindeki büyük metal kutunun kapısından neredeyse ikiye katlanarak geçiyorum. İçerisi büyükçe bir kayığı andırıyor. Karşılıklı konmuş daracık metal bankların sağdakine ilişiyorum. Oturduğum yerde başım tavana değdi değecek. Etrafı inceliyorum. Karşımdaki duvara kalın camlı küçük yuvarlak iki pencere koymuşlar. Kayıktan çok denizaltına benzediğini fark ediyorum. Başımı azıcık sağa uzatınca, pencerede karım beliriyor. O kutunun dışında, ben içinde. Seviniyor beni görebildiğine, kolu yukarı doğru hareketleniyor, el sallayacakmış gibi. Birden vaz geçiyor, eli yarı yolda asılı kalıyor. Bekleyenler için az ileriye bir sandalye koymuşlar. Otursa beni göremez. Oturmuyor, kaskatı duruyor ayakta. Beni görünce gülümsüyor, gözlerinin içi endişeli bu sefer, gülmüyor. Olsun, yine de iyi geliyor bu gülümseme. Gözlerimi onun gözlerinden alıp tekrar kutunun içine çeviriyorum. Bir barometre bir de saat asmışlar çelik duvara yan yana. Hemen altında kırmızı bir buton. Başka da hiçbir şey yok. Görevli kapıdan başını uzatıyor. 

-Hazırsanız başlayalım.

diyor. Hazırım herhalde ki, başımı sallıyorum. Kutunun ağır kapısı kapanıyor. Çıkan ses kulaklarımda çınlıyor. Çelikten bir mezara canlı canlı gömülmüş gibiyim. Bir ürperti geliyor, içerisi mi serin yoksa metalin soğuk grisi mi beni üşüten? Bilmiyorum. Kollarımla kendime sarılıyorum. Görevli mikrofondan sesleniyor bu kez; 

-Şimdi lütfen normal nefes almaya devam edin. Basınç yavaş yavaş artacak. Dalışta yaptığınız gibi ara ara kulağınızı açmanızı istiyorum. Açamazsanız bana seslenin. Kendinizi çok kötü hissederseniz kırmızı butona basın.

Verilen talimatları harfi harfine uyguluyorum. Esra’ya bakıyorum tekrar. Gözlerinden yaşlar süzülüyor. Onu öyle görmeye dayanamıyorum. Başımı kapıya doğru çeviriyorum, gözlerimi kapatıyorum.

Metal kutunun içinde hareketsiz beklerken, önceki gün yaşadığım vurgun, an be an gözümün önüne geliyor. 

***

Fırtına giderek şiddetini arttırıyor. Kara bulutlar dur durak bilmeden yüklerini boşaltıyorlar üzerimize. Umuryeri açıklarında dalgaların içinde bata çıka ilerleyen zodyak bottan peş peşe suya atlıyoruz. Belimizdeki kurşun kemerlerin ağırlığı bizi yavaş yavaş Boğazın derinliklerine doğru çekiyor. Derine indikçe deniz hırçınlığını üzerinden atıyor, bizi yumuşacık sakin koynuna davet ediyor. Elimi uzatıyorum. Parmağımın ucundan sonrası derin bir karanlık. Gökyüzünün aynası olmuş deniz. Karanlığı daha da derinleştiriyor, daha da siyahlaştırıyor. Elimizde sualtı fenerleri, film başladıktan sonra salonda koltuğunu arayan seyirciler gibi yavaş ve temkinli ilerliyoruz. Otuz ikinci metrede dibe ulaşıyoruz. Görevimiz tatbikat için bırakılmış iki mayını bulmak ve imha etmek. Dibe çaktığımız kazığa bağladığımız halat yardımıyla yirmi metre çapında bir bölgeyi karış karış tarıyoruz. Mayınlardan eser yok. Bizdeki şansın… Allah’ın belası mayınlar kuş olup uçmuş sanki. Buralarda bir yerlerde olmalı. Kazığı söküp daha ileride bir yere çakıyoruz. Tekrar tarıyoruz, karış karış. Lanet olsun. Yok yok yok. Badim koluma vuruyor, birbirimize bakıyoruz. Kafasını sağa sola döndürüyor, eliyle yukarı işareti yapıyor. Bu dalışta komuta onda. Geri dönüyoruz. Suyun yüzeyine vardığımızda Zodyak bottan uzattıkları kancaya kolumuzu takıyoruz, bota çekiliyoruz. Mayınların bulunamadığını telsizle rapor ediyoruz. Gemiye çıkarılmayı beklerken, tatbikat komutanından tekrar dalış emri geliyor. Bu derinliğe ardı ardına dalışın riskli olduğunu bilmiyor mu? Bilse de umursamıyor, tatbikat yüzde yüz başarıyla tamamlansın istiyor. Canımız sıkılıyor. Mayınları bulamamış olmak ağrımıza gidiyor. Hırslanıyoruz. Dalış takımlarımızı kontrol edip, kendimizi yeniden karanlık sulara bırakıyoruz.  Görüş mesafesi sadece bir metre. Dibe yeniden kazık çakıyoruz, yirmi metre çapında başka bir bölgeyi tarıyoruz. Sonunda görüyoruz onları, siyam ikizleri gibi yan yana duruyorlar. Etkisiz hale getirip ağırlıklarından azat ediyoruz. Süzüle süzüle çıkmaya başlıyorlar yukarıya. Birden havam kesiliyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum, göstergeyi kontrol ediyorum. Tüpümdeki hava sıfırlanmış. Bir daha deniyorum. Hava gelmiyor. Badimin kolunu tutuyorum, elimi yere paralel açıp boğazımın önünde birkaç kez sağa sola götürüyorum. Havamın bittiğini anlıyor. Ağızlığını çıkarıp bana uzatıyor. Nefese kavuşuyorum. Bir o alıyor ağızlığı bir ben. Çimlenerek çıkıyoruz. Suyun yüzeyine vardığımızda onun tüpündeki hava da, benim bedenimdeki enerji de sıfırlanıyor. Bota yarı baygın halde alınıyorum. Beni yan yatırıyorlar, gemiye doğru yol alıyoruz. Hayal meyal telsiz konuşmalarını duyuyorum. SAS timinden Arif Teğmen… tamam… vurgun ihtimali… tamam… bilinci açık… tamam… Saat 18:00 itibariyle tatbikat sona ermiştir… Gemiye intikal edin… tamam…

Gözlerimi aralıyorum. Boğaz kıyısı boyunca evler görüyorum. Sis bulutunun ardında bir çıkıp bir kaybolan pembe, sarı, beyaz, mavi boyalı evler. Esra geliyor gözümün önüne. Üzerinde kırmızı beyaz çiçekli elbise. Gözleriyle gülümsüyor. İkimizi o evlerden birinde hayal ediyorum. Radyoda “You raise me up” çalıyor. Ben sallanır sandalyemde oturmuş, camdan dışarıya, Boğaz’ın hırçın sularına bakıyorum. Esra kanepede örgüsünü örüyor. 

-Hep seversin sen böyle fırtınaları.

-Severim. Sıcak bir evde oturup pencereden izlemek keyif veriyor insana.

Bir çay demlesen de içimiz ısınsa. 

Aynur Dervişoğlu

Shares:
1 Comment
  • Sevda
    Sevda
    19 Şubat 2021 at 15:49

    Muhtesem kalemine yuregine saglik gonlu yuregi guzel insan

    Reply

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir