Göksel Bekmezci kimdir?

1978 yılında Solingen’de doğan Göksel Bekmezci, 1998 – 2002 yılları arasında Müjdat Gezen Sanat Merkezi (MSM), Yaratıcı Yazarlık Bölümü’nde okudu. Araştırmacı-Şair Sunay Akın’a ve Sanat Felsefesi-Estetik üzerine Sabiha Özdemir’e dört yıl boyunca asistanlıklar yaptı. 2012’de MSM Yaratıcı Yazarlık Bölümü’nde Metin İnceleme dersleriyle eğitmenliğe başladı. 2014-2015 eğitim yılı itibariyle de Müjdat Gezen ve Kandemir Konduk’un desteğiyle bölümün başkan yardımcılığına getirildi. “Gri Hikâyeler”“Eski Cesetler”“Bir Elmanın Yarası” ve “Sözün Büyüsü” adında, dört kitabı yayımlandı. 

Halen, “Bardağın Hoş Tarafı”, “Bakış Açısı/Acısı”, “Güya Tabirleri”, “Mesafelerin Hikayeleri”, “Kelime Orucu” adını verdiği atölyelerde tecrübelerini paylaşmaya ve konuklarına şaşırtan bilgiler aktarmaya devam etmektedir.

 

Göksel Hocam merhaba, hoş geldiniz. Misafirimiz olmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Merhabalar, davetiniz için ben de teşekkür ederim.

Öncelikle, Nemesis Kitap’tan çıkan son kitabınız ‘Sözün Büyüsü / Anlaşılmak Lükstür’ ile başlayalım, ‘Sözün Büyüsü’ tam bir başucu kitabı olmuş. Kolay okunan ve akıcı bir anlatıma sahip. Gündelik yaşamımızda anlatmak istediklerimizle, söylediklerimizin arasında böylesine uçurumlar olduğunu bilmek hem şaşırtıyor hem de gülümsetiyor. 

Yaşamınızda kelimeler bağınızın temeli nasıl oluştu ve ‘Sözün Büyüsü’ kitabı ile birleşti? Bu süreçten kısaca söz eder misiniz?

Tabii. Siz de biliyorsunuz bu sorunun ne tek bir cümlede ne de tek bir hatırada yanıtı mümkün. Yurt dışında doğdum. Yabancı dil bilmediğim için anaokulunda Türk olmayan çocuklarla arkadaşlık kurmakta kısa bir süre zorlandım. Tam açılmış, akıcı konuşmaya başlamış, diğerleriyle de arkadaşlık kurmuştum ki annemle babam Türkiye’ye dönme kararı aldılar. Bu karar onlar için dönüştü. Yıllarca bende Türkiye’ye gelişimizi “döndük” diye tanımlayarak farkında olmadan bana ait olmayan bir kaderi transfer etmişim. O güne değin henüz Türkiye’de yaşamadığımdan bu hikâye benim için dönmek değil, gitmek demekti. Gitmek, dönmek kadar kolay değil. Gidilecek yerde bir bilinmezlik vardır ve insan bilinmezden çekinebilir. Dönülecek yerde böyle bir ihtimal yoktur. Çünkü daha önce orada bulunulmuştur, belki bilinirlikten çekinebilir.

Adana’ya taşındığımızda hem görünüşüm, hem konuşmalarım hem de tavrım şehre de yeni arkadaşlarıma da bütünüyle yabancıydı. Böylece benim yolculuğum taşındıktan sonra başlamıştı. İçimde aitsizliğin, ait olamama hissinin yolculuğuydu bu. 
Bunun dengesini kulaklarımla kurduğumu, işitme yanımı kullandığımı yıllar sonra fark etmiştim. Kim ne söylüyor, ben nasıl doğru konuşabilirim, kendimi daha iyi nasıl ifade edebilirim… Sürekli bu tür sesler ve sorular dolaşıyordu zihnimde. O zamanlar böyle bir yola girdiğimin elbette bilincinde değildim. Meğer kendimi arayışım kelimelerle yakınlık kurmamı sağlarken, hayatıma yavaş yavaş kitapları da çekiyormuş. 

 

Kitap okumalarınız küçük yaşta başladı o zaman?

Evet. On yaşımdayken hangi kitabı okuduğumu anımsıyorum. Ve hep sürdü bu. Bir de Adana’da müzik kasetleri sattığımız bir dükkânımız vardı. Azize ablam askerlerin sipariş verdiği kasetlere şiirler okurdu. Bu vesileyle Ümit Yaşar Oğuzcan ve Ahmet Selçuk İlkan’ın şiirleri ailemizin bireyleri gibiydi. On beş yaşımdayken benden yaşça büyük bir gruba dâhil oldum. Disiplinli kitap okuyan, okuduklarını paylaşan, durmaksızın kitaplar üzerine konuşan ağabeylerimdi. Bana da okuma listeleri veriyorlardı. Tavsiye ettikleri kitaplar edebiyatın alanında değildi. Dini sözcüklerin yoğun kullanıldığı bu yapıtlar, benim kelime kökleriyle tanışmamı sağlıyordu. Zaten sözünü ettiğim ağabeylerimin hemen hepsi Arapça biliyorlardı.

Sözün Büyüsü kitabının temelleri de o günlerde atılmaya başlamıştı demek ki,

 Evet. Kullandığımız kelimelerin nereden geldikleri en ilgimi çeken konulardı. Bunu o zamanlar arkadaşlarımla da paylaşıyor, onların şaşırmalarından keyif alıyordum. Ancak kelime köklerine dair alanın varlığından bihaberdim. Neyi bildiğimi dahi bilmiyordum.

Edebiyat kitaplarıyla ne kadar sonra tanıştınız?

Edebiyatla tanışıklığım çok sonra olmuştu. Müjdat Gezen Sanat Merkezi Yaratıcı Yazarlık Bölümü’nde okumaya karar verdikten sonra klasikleri okumaya başladım. 1997 diyebilirim. Bu da okula ön hazırlıktı. Sınavlara bir yıl vardı. MSM’de oyunculuk bölümünde okuyan Yerkan Kahraman, Adana’dan arkadaşımdı. Bana, yazarlığımı geliştirmem için okulda verilen ödevleri gönderiyor, ben de bu ödevleri yapıp onunla paylaşıyordum. Okulu kazandıktan sonraki ilk sene, verilen birçok ödevi önceden yapmıştım. O günlerde oyunculuk ve yazarlık bölümlerinin ortak dersleri oldukça yoğundu. Tabii okuldaki hocalarımı bir kenara bırakıp, edebi metinlerle yakınlaşmamı en etkin sağlayan kişi yazar Ferhat Uludere’dir. 

Her zaman söylerim, benim bu okulda okumam kadar Ferhat Uludere ile aynı sınıfta bulunmam da hayatıma büyük bir hediyedir. Onun önerdiği birçok kitap hâlâ başucu, hayat ucu kitaplarımdır.

“Mucize ile aciz sözcükleri
aynı kökten gelir. Bir mucize
dilemek, acizliği de gerektirir.”
Göksel Bekmezci

Pandemi boyunca online olarak, ‘Sözün Büyüsü, Bardağın Hoş Tarafı, Bakış Açısı-Bakış Acısı, Mesafelerin Hikayeleri, Kelime Orucu, Anlaşılmak Lükstür, Kelimelerle Gönül Tadilatı, Kelime Atölyesi – Güya Tabirleri başlıkları altında pek çok ders verdiniz.  Mesela, “Mucize ile aciz aynı kökten gelir.  Bir mucize dilemek acizliği de gerektirir” diyorsunuz. Mucize dilerken, aciz duruma düşmeyi tabii ki bilinçli olarak göze almıyor, hatta aklımızdan bile geçirmiyoruz. Peki, bilinçaltımız kullandığımız sözcüklerin köklerini ve gerçekten ne dilediğimizi biliyor olabilir mi?

Buna yakın sorular sık soruluyor. Örneğin muhteşem demek yerine müthiş diyoruz. Müthiş sözcüğü korkunç, dehşet demektir. Bilinçaltımız kelimelerin köklerini bilmiyor. Biz onu nasıl kodluyorsak, hangi niyetimizle kullanıyorsak onun sesini taşıyor. Muhteşem bir şeye müthiş diyen biri korkuyu yaratmıyor. Çünkü kelimeyi olumlu bir hisle dile getiriyor. 

Son yıllarda insanlardan mucize sözcüğünü sıkça duymaktayım. Sabah uyandıklarında “Tanrım bana bugün mucizelerini göster” diyenler (bunu sosyal medya paylaşımlarından görüyorum) veya vedalaşırken birbirlerine mucize dileyenler her geçen gün artmakta. 
Bu ve benzer söylemleri olan kimselerin doğru veya yanlış yaptıklarını söylemiyorum. Ben sadece olanın başka neleri var edebileceğine dair akıl yürütüyorum.

Derecesi küçük veya büyük, kişiyi hayrete düşüren herhangi bir mucizeye tanıklık etmek için, o alanda acizliğe ihtiyacımız vardır. Çölde susuz kalmak örneğin. Hayattan umudumu kesmeliyim ki bir avuç su benim için mucize halini alabilsin. Bir ödemem vardır, ne cebimde ne de bir yerlerde param vardır, biri arar ve sana para gönderiyorum der, o zaman bu benim için bir mucizedir. Mucizeyi görebilmem için aciz kalmam gerekir. Her ışığın bir de gölgesi vardır. Mucize talep eden, acizliği de davet eder. 

Ancak günün mucizelerle dolsun temennisinde bulunanlar, sürprizi kast ediyorlarsa bir şey diyemem. Sürprizi genellikle olumlu kullanırız. Bu sözcüğün ilk hali de olumsuzdur. Baskın manasına gelir. Fakat baskın ve sürpriz zamanla ayrılmış, kendi anlamlarını yaratmışlardır. İyi ile güzel, kuşkuyla şüphe gibi…
Mucize dilerken niyetlerinde sürpriz varsa böyle kullanılmasında bir beis görmüyorum.

 

“Mesele, çoban üzerinden eşitsizliğin isyan bayrağını göndere çekmek değil, 
mesele insani haklardan, onun ve onlar gibilerin de faydalanabileceği bir dünyayı yaratıp adalet bayrağını çekebilmekte…” 
Göksel Bekmezci

“Sözcüklerin içine girdikçe, söylemlerimin sinirlerini aldırdım,” diyorsunuz. Bu ne demek? Sözcüklerin gerçek dünyası sizi nasıl dönüştürdü?

2004 yılında, Otomobil sporları eski yarışçılarından sevgili Şerif Yardımcı ağabeyimle İstanbul’dan Ankara’ya özel aracı ile seyahat etmiştim. Bu yolculuk sadece üç saat sürmüş ve ben arabada hiç sarsılmamış hatta bir süre altını çizerek kitap dahi okuyabilmiştim. 
Nasıl bu kadar hızlı ve sakin yol aldığımızı şaşkınlıkla izliyordum. Bana basit bir örnek gösterdi. Şehir magandalarını kast ederek “Arabayı bu hızda, böyle kullanmak da var”; kendi olağan sürüşüne devam ederek, “Bir de böyle kullanmak var” dedi. Ardından şu soruyu sordu bana, “Otomobil sporcularından trafik cezası kesilen birine rastladın mı?” Doğrusu rastlamamıştım. 

Bu sohbet, ifadelerimdeki fazlalıkları ve gereğinden fazla sertlikleri görmemi sağlamıştı. Bir şeyleri pek âlâ küçük harfle de dile getirebilirdim. “Nasıl daha güzel söyleyebilir, nasıl daha iyi kaleme alabilir, kendimi nasıl daha iyi ifade edebilirim?” diye olumlu adımlar attım ve hâlâ atmaktayım. Çünkü bilgi de, bilmek de tamamlanmaz bilakis her zaman yapım aşamasındadırlar.  

Şerif abiye, “İnsanlar neden bu kadar hızlı araba kullanma ihtiyacı duyuyorlar?” diye sorduğumda verdiği yanıta hâlâ gülerim. Dedi ki “Türk insanının direksiyonuna ve ereksiyonuna dokunmayacaksın.” 

Bugün rahmetli Şerif Yardımcı vesilesiyle farkına vardığım bu aydınlanmayı o günlerde ‘söylemlerin sinirlerini almak’ diye tanımlamamıştım. Buna gazeteci, yazar Nihat Genç’in bir konuşmasında rastladığımda kendim için kullanmaya başladım.

Bir örnekle…
Hemen her siyasi seçimlerde şu söze rastlamaktayız; “Benim kullandığım oyla çobanın kullandığı oy aynı sayılmasın?”
Söylemlerimizi yapılandırırken ilkin şuna bakmalıyız: söylemek zorunda mıyız? Eğer değilsek bilinçli susmak daha faydalı. Ancak içimizde bir enerji biriktiyse ve bunu dışa vurmamız gerektiyse, konumuz da seçimler üzerinden bir (!) haksızlığı dile getirmekse, tamam, sazımızı elimize alalım. Şimdi sıra neyi nasıl söyleyeceğimizde.


Deniliyor ki “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar”. Acaba kovulan kişi, doğru sözü, doğru söyleyebilmiş mi? Birine kızarak, bağırarak seni seviyorum, desek nasıl bir karşılık alırız dersiniz? Söz doğru. Ancak söyleyiş eğri…

“Benim kullandığım oyla çobanın kullandığı oy aynı sayılmasın?” sözü üzerinden amacımı nasıl daha sağlıklı dile getirebilirim diye kendimize sormalı, fakat çobanları da bu ifadelerimize katmalı mıyız? Bu çatışma yaratır. Evet, çobandaki kasıt tahsil görmemişlik üzerine. Cahil demiyorlar da çoban diyorlar. Bu hak mı? ‘Benimle cahilin oyu bir mi?’ diye sorulsa çatışma doğmayacak aslında. Neden doğrudan böyle söylenmesin ki? 

Eğer bir özne belirliyor ve bu özne üzerinden adaletsizlik ve eşitsizlikten dem vuruluyorsa, söz konusu çobanın da en iyi imkânlarda tahsil görmesini sağlamalıyız. Sağlıktan, sosyal yaşamdan en az bizim kadar faydalanmasının yollarını açmalıyız. O da en iyi dersleri görsün, arkadaşlarıyla etkinliklerin içinde bulunsun, teknoloji üzerinden dünyayla bağ kursun, bakalım aynı insan olarak kalabiliyor mu? 

Henüz elektriğin ne olduğunu bilmeyen kimseleri, teknoloji üzerinden yargılamak doğru olabilir mi? Onun yaşadığı yerlere tiyatro oyunları, sinema filmlerini taşımalı; dünya edebiyatını yakınlaştırmalı; alanında uzman, bilgin, sanatçı kimselerle ilişki kurmalarında öncülük etmeliyiz. 

Mesele çoban üzerinden eşitsizliğin isyan bayrağını göndere çekmekte değil, mesele insani haklardan onun ve onlar gibilerin de faydalanabileceği bir dünyayı yaratıp, adalet bayrağını çekebilmekte… 

Gördüğünüz gibi söylemlerin içinden sinirleri çıkardığımızda hem daha kolay anlaşılmasını sağlıyor, hem de tüm zamanlarda ayakta durabilmesi için güçlendiriyoruz.

Kullandığımız sözcükler ve üslubumuz, mizacımızı ortaya çıkartan en önemli unsurlardan biri. Uzun zamandır maruz kaldığımız ve yönetildiğimiz üslubu dinledikçe, siz de karamsarlığa düşmüyor musunuz?

Karamsarlık aklıma gelmedi. Ancak üzülmüyorum diyemem. Sorduğunuz sorunun yanıtını farklı bir yerden yanıtlayayım. 

Türkiye’de yaklaşık iki yıldır en çok hangi sözcükleri duyduk? 
Covid19 salgını sürecinde hangi kelimelerle konuştuk?

Ölüm, Vaka, Maske, Korona, Covid, Yasak, Kısıtlama, Ceza, İntihar, Kapatma, Sosyal mesafe (ne demekse), Karantina, Bulaşma, Tedavi, Hastane, Yatak, Yoğun bakım, Entübe, Cenaze, Temizlik, Dezenfektan ve şimdilerde Aşı…

Düşünmeden sayabildiklerim bunlar…
Bir de zaman zaman yıldızı parlayan fakat aydınlatmayan söylemler de girdi araya… 

İyileşmeye, her şeyin yolunda gittiğine dair tek bir olumlu sözcük görebiliyor musunuz? 
Belki ‘temizlik’ diyebiliriz. Bu sözcük hastalığın, bulaşmanın karşılığında kullanılıyor? İyiyi kötüyle, barışı savaşla, rahatlamayı stres atmakla anlatmak gibi… Söz konusu ‘temiz’ virüssüz olma veya etkisiz hale dönüştürme anlamında kullanılıyor. Yani olumlunun içinde olumsuzluk hâlâ yaşıyor.

Günümüzde özellikle göz önünde olan, yönetici konumunda bulunan insanların kullandıkları dil oldukça önemli.

Birkaç hafta önce orman yangınları sırasında bir belediye başkanı TOKİ’nin yapacağı evlere değer biçerken “evi yanmayanlar keşke benim de evim yansaydı” diyecekler dedi.
2014’te Soma’daki maden kazasında vefat eden madenciler için dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı “Güzel öldüler” dedi. 

Bir milletvekili “Bebek-anne ölümleri, iş kazaları, trafik kazaları, yiyecek içecek zehirlenmeleri, afetlerdeki kayıp oranları, intiharlar medeniyet göstergesidir” demedi mi?

Örnekler çoğaltılabilir. Bu kişilerle değil, zihinlerle ilgili bir meselesidir. 
Bizim hemen, şimdi iyiyi iyiyle, güzeli güzelle, doğruyu doğruyla ifade edebileceğimiz bir seviyeye yükselebilmemiz adım atmamız, kendimize çalışmamız gerekmekte. 

Güveni korkuyla ifade eden birinin niyetinden şüphe duymuyorum. Ancak bu yaklaşımlar artık birer iyi niyet değil, karanlık iyi niyettir. Belki insanlığın bir döneminde böyle izah edişlere ihtiyacımız vardı, ancak dilimizden alelacele mezun etmemiz gerekiyor bu söylemleri.

Her bir sözcük bilinçaltımızda hislerimiz üzerinden kodlanıyor. Teşhis olmayan bir örnek vereyim. Uç görülebilir bu söyleyeceğim.

Covid19 virüsünden dolayı bazı kimseler için 19 sayısı, çoktan uğursuzluğun yerini aldı. Derin bir acı üzerinden içselleşti çünkü. Sırf 19’u farkında olmadan olumsuz kodladıkları için trafikte gördüğü bir aracın plakasından dolayı kimi sürücülerin kaza yapma ihtimali doğacak. Sırf 19’u olumsuz kodladığı için hoşlandığı birinin telefon numarasında bu sayıya rastladığında, hislerine belli belirsiz bir gölge de var olacak. 
Kendileri bunun bilince olmayacaklar. Bilincin derinliğinde gerçekleşecek. Eğer kendilerini bir dedektif gibi izleme, gözlemleme yetileri gelişmişse anında fark edebilirler.

Ancak sayı üzerinden verdiğim bu örnek Türkiye’deki birçok kişiyi olumsuz etkileyeceği kanısında değilim. Bizim 19 Mayıs 1919 gibi bir tarihimiz ve bayramımız var. İçimiz rahat olabilir.

Sorunuzun yanıtına gelince; olumsuz söylemlere maruz kalıyorsak bunu biz yaratıyoruz. Kolektif bilincimizin buna ihtiyacı var belli ki. Bu negatif söylemlerden ne hissettiğimize ve gerçekten ne öğrendiğimize bakmalıyız. Yani yapımız, özgürlüğü öğrenmek için baskıya mı gereksinim duyuyor? Demokrasiyi öğrenmek için monarşizme mi ihtiyaç duyuyor? Nasıl öğrendiğimize bakar, gerekli yerlere dokunursak, hayat da bizimle kurduğu iletişimde daha kolay bir dil seçecektir kendine. 

Toplumlarda işgaller artık top, tüfek ile yapılmıyor. Kültürel yozlaşma ile başlıyor her şey. Kimse bizden zorla kendi dilini konuşmamızı istemiyor gibi görünse de, İngilizce bilmeyenin değil bir iş bulmak, adam yerine bile konulmadığı, yerli markaların ve mekânların dahi kendilerine Türkçe dışında isimler koyduğu çağdayız. Türkçenin bu kadar asimile olması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Bu haysiyetle; kendimize, kültürümüze verdiğimiz değerle ilgilidir. Serseri bir zihin vitaminlerini dışarıdan alır. İkinci el bir kafa, ikinci el bir akıl, ikinci el düşüncelerle yaşamını idame ettirmeyi seçer ki böyle bir zihne yakışan da budur. Vitaminlerini kendisi üretemez.
Burada mesele yabancı dile karşı duruş değildir. Tam aksine mümkünse birkaç dil bilelim. 
Bugün bazı lokantalarda, otellerde hesap euro üzerinden geliyor. Bazı ev sahipleri evlerini dolar zerinden kiraya veriyor veya kira artışlarını doların piyasadaki durumuna göre belirliyor.

Banyomuzdaki kozmetik ürünlere bakalım, kaç tanesinin üzerinde Türkçe isim var? Kıyafetlerimizin markalarının kaçı Türkçe isimli? Yurt dışıyla hiçbir bağlantısı olmayan sıradan dükkânlar dahi İngilizce isimli. Biz sömürü ülkesi değiliz ki.

Bir dil kursu “İngilizce bilmediğiniz için artık utanmayın” diye her yere ilan vermişti. Utanmak ne demek? İnsan neden utanır? 

Oktay Sinanoğlu’nun bir sözü var, diyor ki, “Kürtler ne diyor? Kürtçe eğitim istiyoruz, tamam olur. Türkler ne diyor? İngilizce eğitim istiyoruz.” Bu oldukça önemli bir tespit. 

Oktay Sinanoğlu bir gün Kazakistan Milli Eğitim Bakanı (o dönem) Murat Cirikov’a “Bu çocuklar kendi aralarında Rusça konuşuyorlar, dersleri Kazakça alıyorlar” dediğinde Cirikov, “Bunu kökten halletmek için bir kanun çıkararak anaokulunda Rusçayı yasakladım.” diye yanıt verir ve ardından şöyle sorar. “Bize Ruslar o kadar çektirdiği için Rusça konuşuyoruz. Peki, size ne oluyor, sömürge değilsiniz ki!”

Dediğim gibi bu haysiyetle; değerlerimizin bilincine varmamızla ilgili. Yabancı dilimiz olmalı. Fakat bilinçli bir bilinçle, ana dilimizin farkındalığı ile edinmeliyiz diğer dilleri de. Bugün bazı anaokullarında yabancı dil dersi üzerinden cazibe yaratılıyor. Anaokulunda öğrenilen bir dil yabancı değil, anadil olur. Önce anne babalar bunun bilincine erişmeli.

Bir kitaba başlamadan önce ona dair bir ön hazırlık sürecine giriyor musunuz? Nasıl bir çalışma rutininiz var?

Ben mayalama yöntemi ile çalışan biriyim. Böyle bir yöntem kişisel gelişim alanında var mı bilmiyorum. Bunu sirke ve turşu yapımından esinlendim. Etkilendiğim bir kelimeyi, sözü, düşünceyi gün içinde bilincimde tekrar ediyor, bir yerlere yazıp uyandığımda ve yatarken okuyor, her ders hazırlıklarımda bu fikri veya sözü hangi konuyla uyumlandırabilirim diye içimde canlı tutuyorum.
Böylece aldığım sıradan bir not dahi bazen tek başına birkaç sayfaya erişebiliyor. Bu da yazacağım kitapların ön hazırlarını oluşturuyor.

Şunu da eklemeliyim; ben bir kitabı yazmaya, kitap bittikten sonra başlarım. Dört kitabımda da bu yöntemle hareket ettim. Eski Cesetler ve Bir Elmanın Yarası kitaplarım şiir ve şiirsel metinlerden oluşuyor. Ancak ben bu şiirleri güçlendirmek için öykülerini, denemelerini ve bir de duvar yazılarını yazdım. Bugün Sözün Büyüsü kitabımı konuşuyoruz fakat temelini önceki üç kitabımda çalıştım. 

Ve dediğim gibi, ben herhangi bir şey üzerine çalışmaya, o şey bittikten sonra başlarım. Bu tüm çalışma alanlarım için geçerlidir. Bunu şuna benzetebiliriz; var sayalım yeni yılda piyangodan bir trilyon lira bize çıktı, fakat parayı bir hafta sonra alacağımız söylendi, o yedi gün boyunca bir trilyonumuz yokmuş gibi yaşayabilir miyiz? Bu para her ne kadar başka kasada dursa da biliriz ki o bize ait. Cebimizde simit alacak paramız olmasa dahi gidip kendimize en iyi, en güzel semtlerden ev bakarız. Çünkü bilincimizde varlığın kanalları açılmış, bunu bedenimizle de deneyimlemeye başlamışızdır. Yani sonucu başa almışız, iş sebeplere kalmıştır. Bildiğiniz gibi sonuçlar sebeplerini yaratırlar.   

Bir ders, bir seminer vereceğim zaman da böyle yaşarım. İçeriği oluşturup, üzerine yoğunlaşıp artık hazırım, sahneye çıkabilirim dediğim anda konuya çalışmaya başlarım. 

Yıllarca sahnede sunumlar yaptım. Bunlardan bazılarına özellikle hazırlanmam gerekirdi. Ki binlerce kişinin önünde sunum yapabilmek önemlidir. O zamanlar belirlemiştim bu ölçütü. Bir oyuncu değilim fakat örneğimi o alandan vereceğim. Bir tiyatro oyunu sahneleyeceksem, bunun için kırk prova bana yetecekse, benim asıl çalışmam kırk birincide başlar.  

Biliyorsunuz, her hafta dönüşümlü dersler işliyorum. Normalde artık hazır diyebilirim. Hayır! Ben yaşayan ders işliyorum. Ve defalarca işlediğim her derslere hafta en az dört saat çalışıyorum. Bu da zamanla onun dönüşmesini, daha iyi hale gelmesini sağlıyor. Aynı derse birden fazla katılan kişiler, karakteristik yapının değişmediğini görürken ruhundaki dönüşümü de hissedebiliyor.

Sözün Büyüsü/Anlaşılmak Lükstür kitabımı yaklaşık üç yıldır yazıyordum. Yazdıklarım beş, altı tane kitap olabilecek seviyeye eriştiğinde, artık ilk kitabı yazabilirim dedim ve iki buçuk ayda yeniden yazdım.

Size göre bir yazar adayının eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?

Buna dair internette tavsiyelere ulaşabilir. Ben başka bir açıdan yanıt vereyim. Yazarlık bölümündeki öğrenci kardeşlerime verdiğim ödevlerden biri şudur: 
Kitabınızı bir yayınevine, bir dergiye veya senaryonuzu bir yapımcıya nasıl ulaştırırsınız?
Onlardan akla ilk gelen yanıtları alırım. Hemen hemen her biri basamaklı ilerleme yöntemini seçer. Şu tanıdığıma giderim, o da beni bu kişiye yönlendirir gibi… Bu olasıdır. Ancak amacımızın gerçekleşmesi için bu olasılık güçlü değildir. Çünkü yazar adayıyla doğrudan değil, dolaylı bir ilgilenme vardır silsilede. 

Öğrenci kardeşlerime diyorum ki, doğrudan, sizinle ilgilenilmesini nasıl sağlarsınız? Bunun için olumlu bir etki bırakmak gerekiyor. Bu da ancak his üzerinden gerçekleşebilir. Öyle ise soru şu: Görüşeceğimiz kişinin ne hissetmesini istiyoruz? 
Yani önce sonuç belirlenirse sebepler kendini yaratacaktır.

Birçok yazar adayı, yayıncıyı eserinin içeriğine ikna etme yolunu seçiyor. Hayır! Enerjiyi farklı kullanmak gerekiyor. Bir elma ağacı kendi başına nedir? Ancak biri onu yediği, vitaminlerinden fayda gördüğü zaman elma ağacı bizim için bir şeydir. Yayıncının eseri anlayıp anlamaması birinci derecede önemli değildir. Ne anlama geldiğini bilmediğimiz binlerce şey var fakat onlar için ömrümüzü veriyoruz. Para ne demek mesela? Bilmiyoruz, ama her gün onun için çalışıyor; yaşıyoruz. Bitcoin ne demek? Bilmiyoruz. Ama ömrümüzü verip ortaya çıkardığımız parayı bitcoine yatırabiliyoruz. Neden? Çünkü elmada olduğu gibi bunda da bir hikâyemiz var. Paranın merkezinde yarattığımız hislerimiz var. Param olursa bunu yaparım diyoruz… Yani para için yapmıyoruz, o olduğunda ortaya çıkaracak hissimiz için yapıyoruz.

Yayıncının kitap basması için türünü sevmesine, içeriği anlamasına, hatta yazarını dahi sevmesine gerek yoktur. İlkin maddi hesap yapacaktır, belki bir de insanlara nasıl katkı sağlarım diye bakacaktır. 
Kitap basıldığında ortaya çıkacak olanla ilgilidir yayıncı. Hangi yayıncı istemez bastığı kitabın ses getirmesini, büyük veya büyüme potansiyeli olan yazarlarla iş birliği halinde ilerlemeyi… İşte bunu önceden hissetmesini sağlamak sizin elinizde. Siz kendiniz hakkınızda, eseriniz hakkında ne hissediyor, ne düşünüyorsanız bu enerji karşınızdaki insana geçecektir.

Haliyle önce sonuç belirlerse; bu kitap okunduğunda okuru nasıl hissedecek, bu kitap basıldığında nasıl bir etki var edecek; bunun enerjisi üzerinden ilerlenirse, sadece bir kitabın değil, kitaplığın yolu da açılır. 

Burada tutku oldukça önemlidir. Nice büyük işler yapan kişiler vardır ki onlara kapıları açtıran tutkularının gücü olmuştur. Ancak tutku bir ömürlük değildir. Dönemseldir. Bu ateşi iyi ve yerinde kullanmak gerekir.
Yazar adayı kendisine şu soruyu sormalıdır; bir yayıncı benimle neden ilgilenmelidir? Bunu okuyan kardeşlerim cevaplarını bir kâğıda yazsınlar. Diyelim beş madde çıkardılar: iyi yazıyorum, disiplinliyim, bilgi üretebiliyorum, her daim kendimi geliştiriyorum ve çalışkan biriyim…
Soru şu: bunu bir tek sen biliyorsun, yayıncının da bu güçlü özelliklerini bilmesini nasıl sağlamalısın?
İşte burada vitrinlere değil, içeri dönülmesi gerekir. 
Ve öznemiz de bir yayıncı değil, herkestir. 
Ben kimsem, tüm görüşmelerim, tüm oluşlarım bu minval üzerine ilerleyecektir. 

Hangimiz bizimle doğrudan değil de dolaylı ilgilenilsin isteriz?
Hiçbirimiz… O zaman benimle doğrudan ilgilenilmesini nasıl sağlamalıyım diye bir iç yapılanmaya girişmem gerekir ki bu yapım aşaması ömür boyu süren bir yolculuktur. 
Ancak bu söylediğim kalpten gelmeli. Kişi kendini aklıyla değil, kalbiyle merak etmeli ve kendini kalbinden var etmeli. 
Ve hatta Oktay Sinanoğlu’nun bu sözünü de bir yerle not etmeli:
“Akıl nereye gideceğimizi söyler, kalp ise nasıl gideceğimizi”.

Yazar adayı kardeşlerim önce sonucu belirlerlerse eğer sebepler de kendiliğinden ortaya çıkacaktır. 
Özen göstermelerini tavsiye edeceğim bir husus da varlıklarının konuların önüne geçmesine müsaade etmemesidir. Eğer bedenleri, yazarlıklarının önünde durursa, bu dünyadan ayrıldıklarında kitapları da kendileriyle birlikte görünemezleşir. 
Bundan dolayıdır ki yazarken ölçütünüz şu olmalı: 
Ben olmasam da bu kitap yaşar mı?  

Sevgili Göksel Bekmezci’ye, değerli bilgi ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…

Röportaj: Duygu Değirmenci

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir