Sürtük Efsun kafeye öyle bir hışımla girdi ki, görseniz dışarıdaki fırtınadan değil azılı haydutlardan kaçıyor sanırdınız. Hepimiz şaşkınlıkla kapıya döndük. Sinirle terasa çıkıp sundurmanın altındaki, ısıtıcıya en yakın masaya oturdu. Eliyle işaret ederek kahvesini istedi. Götürdüm. Gereksiz yere kibarlık eder bize. Hatırımızı falan sorar. Bu sefer sormadı. Yarım saat içinde iki kahve, dört sigara içti. Derdi ne ki?
Pahalı çantasından ve servet değerinde görünen pırlanta bileziğinden kolayca anlaşılacağı üzere hali vakti pek yerindedir. İnce zarif boynu, biçimli elleri, güzel yüzü ile filmlerde gördüğümüz Fransız kadınlara benzer. Sürekli televizyonlara çıkar. Ömrünü de servetini de hasta çocuklara mı adamış, Afrika’daki fakirlere yardım mı ediyormuş, kadın derneklerinde mi geziyormuş, neymiş? Anlattılar da dinlemedim. Ulan sürtük! Burnunun dibindeyiz işte. Gel bize yardım et, edeceksen. Bizim fakirliğimizin neyini beğenmedin?
“Semaaa! Hayallere daldın yine. Kızım Arda Bey bir saattir elini kaldırıyor görmüyor musun?”
“Hemen ilgileniyorum Gülsüm Hanım.”
Kahkaha atarken çatlayarak ölmesinden korktuğumuz mal sahibimiz, gediklimiz, pür neşemiz Arda Beyimiz. Fıkra canavarı. Yahu bir insan bu kadar fıkrayı nasıl tutar aklında? Her konuda anlatacak komik bir şeyler bulur mutlaka. Gerçi komik olmasa da gülüyoruz tabii ki fıkralarına. Restoranın bulunduğu apartman komple onun çünkü. Üç tane daha apartmanı varmış. Bir keresinde aylık kira gelirini hesaplayalım dedik de hayal gücümüz bile yetmedi. Ne para be! Her gün üç öğününü bizde yer, misafirlerini burada ağırlar. Benim Nişantaşı’nda apartmanlarım olsa, tutarım bir aşçı, ne istersem hazırlatır yerim. Oh, mis. Niye yapmıyor?
“Semacığım, duyuyor musun? Bana bir somunlu sa- lata hazırlatır mısın?”
“Hı? Özür dilerim. Hemen Arda Bey,”
“Dalgın çocuk. Hahaha! Bak somon dedim de aklıma geldi. Ben sana kendini köpek balığı sanan orkinos fıkrasını anlatmış mıydım? Hahaha!”
“Anlatmadınız Arda Bey. Siparişinizi mutfağa ileteyim, geliyorum.”
Tam mutfağa yönelmiştim ki Gülsüm’ün, “Ben sana bunun hesabını sorarım,” tıslaması ile göz göze geldik. Evet, şu koca dünyada ses çıkarmadan, gözleriyle tıslayabilen tek yılandır bizim müdür Gülsüm. Her hafta başka bir şeyin acısını çıkarır bizden, drama kraliçemiz. Geçen haftaki gündemimiz sevgilisinin onu terk etmesiydi. Bu haftaki derdimiz ise ev sahibinin “Çık,” demesi. Bize ne kızım senin evinden, köyünden? Maaşın, şurada çalışan üç garson, bir otopark görevlisi ve iki bulaşıkçının toplam maaşından daha fazla! Sana ev mi yok? Görmezden gelmekle yalakalık yapmak arasındaki ince çizgide üç saniye kadar kaldıktan sonra sessizce kaçabileceğimi sanmıştım ama yanılmışım. Arkamdan tısladı tekrar.
“Ssseeemaaassss…”
“Efendim Gülsüm Hanım?”
“Bir sorun yoktur umarım. Biliyorsun Arda Bey bizim kıymetlimisssssss…”
“Yok, yok. Her şey yolunda Gollum Hanımcığım. Siz hiç merak etmeyin.”
Gün gelir yalandan gülümseme Oskarları dağıtılır da ben aday gösterilmezsem vallahi hadise çıkartırım.
“Çok eğlenceli. Neden durdun?”
“Ben de eğlendim buraya kadar ama gitmiyor işte. Bir sonuca bağlayamıyorum.”
“Ne anlatmak istiyorsun?”
“Bu karakterlerin her biri, bir ruh halini anlatıyor ve bir yere bağlamalıyım. Olmuyor.”
“Başka karakter var mı aklında?”
“Biri daha var, Kader. “Dün akşam taze fasulye pişirdim,” der gibi “Dün gece Hüseyin’im kolumu kırdı,” diyen bulaşıkçı kadın. Hikâyenin sonunda ölecek.”
“Devam et sen, devam et. Belli ki bu hikâyeyi kader bitirecek.”
Döner kapıyı omzumla itip mutfağa girdim, içeri seslendim.
“Arif Abi! Arda Bey somonlu salata istiyor.”
“Hemen güzel kızım.”
Hepimizin babası, canımız, aşçımız Arif Abi. Aslen Urfalıdır. Eskiden kebapçıymış. Başına kötü bir şey mi gelmiş, iflas mı etmiş… Anlattılar da dinlemedim. Hiç kimseyi kırmaz, üzmez. Pek konuşmaz. Bazen derin derin uzaklara dalar. Fındıkzâde’de bir çatı katında yalnız yaşar. Ailesi, akrabası falan yoktur. Varı yoğu evdeki tekir Sarışın’dır. Ölür onun için. Bir de kimseler bilmez ama ben bilirim, bizim bulaşıkçı Kader Abla’nın uğruna ölür. Dikkatliyimdir, benden kaçmaz! Hiç yanaşmaz, ondan tarafa bile bakmaz. Ama Kader’in aldığı nefesi takip eder, yemeğin en güzel yerini ona ikram eder. Yanar, kavrulur. Bilirim ben.
“Kız Sema, gel ‘He’ de şu garip Ömer’e. Bak eridi çocuk senin aşkından. Hem elti oluruz, fena mı?”
“Aman Kader Abla, dalga geçme benimle. Abimden, babamdan yediğim dayaklar yetmedi; biraz da Ömer’den mi yiyeyim istiyorsun?”
“Deme kız öyle, Ömer benzemez abisine. Mülayim çocuktur. Hem kıyamaz sana.”
“Ya bırak Allasen! Katranı kaynatsan olur mu şeker, soyuna sıçtığım soyuna çeker demişler.”
Kalbi, yüzünden güzel; bahtı saçlarından kara Kader Ablam benim. Uzaktan akrabam olduğu için bütün hikâyesini iyi bilirim. Küçüktüm, hatırlıyorum, “Bu Kader’in güzelliği başına bela olacak,” demişti halam. Öyle de oldu. Daha on dört yaşındayken dayısının oğlu kafayı taktı buna. Anasını aldı gitti istedi, vermediler. Yolunu gözlemiş, kaçırmış, ırzına geçip hamile bırakmış meğer. On beşinden gün almadan ilk bebeğini kucağına aldı. Peş peşe üç tane daha… Yıllar geçtikçe Kader’in güzelliği ve Hüseyin’in de psikopatlığı dillere destan oldu. On sene önce Hüseyin gitti, Kader’in alışveriş yaptığı marketin kasiyerini bıçakladı. Kıskançlıktan. Öldürmeye niyetli gitmemiş ama öldü çocuk. Pisi pisine öldü. “Oğlumu katil ettin!” dedi kaynanası kapıya koydu önce. “Dört sıpayla ben seni doyuramam,” dedi babası eve almadı sonra. Kaldı mı sokak ortasında? Kimseye söylemeden, çalıştığı restoranda, bizim restoranda yani, bulaşıkçılık işi buldu yengesine Ömer. Haftanın iki günü apartmanın merdivenlerini silmesi karşılığında da kalorifer dairesinden bozma izbede, kira vermeden kalmalarına izin verdi Arda Bey. Çocukların okul masraflarını da o karşılıyormuş dediler. Hüseyin domuzu duysa var ya, önce kardeşi Ömer’i sonra Arda Bey’i yedişer parçaya böler, İstanbul’un yedi tepesine gömer.
“Sema, Sema! Bak daldı yine. Kızım götür salatayı. Gülsüm’ün ağzına laf verme, hadi.”
Ben elimde koca kâseyle kapıya yönelmiştim ki Ömer arka taraftaki servis kapısından girdi mutfağa, suratı kireç beyazı. Ağladı ağlayacak. “Yenge, annem aradı. Abim… Buraya geliyormuş.” Hani filmlerde olur ya; zaman durur, ortam soğur, her şey buzla kaplanır. Buzun çıtırtı sesi doldurur her yeri… Öyle oldu işte. Önce Arif Abi’nin elindeki kepçe düştü yere, sonra Kader Abla’nın yıkadığı kadeh. Ben eşikte öylece dondum kaldım. Gülsüm’ün sesi hepimizi gerçek dünyaya döndürdü.
“Arda Bey’in salatası nerede kaldı?”
“Geldiiiim!”
Somonlu, zıkkımın kökü salatasını Arda’nın masasına özenle servis edip mutfağa geri döndüğümde, gördüğüm ilk sahne inanılır gibi değildi. Kader Abla’nın güzel yüzü Arif Abi’nin avuçların içinde olamaz değil mi? Kesin yine rüyalara daldım ben! Yıllardır ikisini bir arada o kadar çok hayal ettim ki…
“Sema, gel kızım gel, Kader’i kaldıralım beraber. Sakin olalım önce. Hüseyin geliyorsa geliyor. Konuşuruz. Bir orta yol, bir hal çaresi buluruz hep beraber.”
“Sen Hüseyin’i bilmezsin Arif. Onun orta yolu falan yoktur. Gelecek öldürecek işte beni.”
“Kader bir dur. O kadar kolay mı? Dağ başı mı burası?”
“Evet, dağ başı Arif Abi! Bu memlekette kaç tane kadın, kocası ya da sevgilisi tarafından katlediliyor haberin var mı senin? Her Allah’ın günü beraber ağlamıyor muyuz bir kadın için? Bu kadar iyimser olma!”
“Tamam Sema, tamam. Coşma. Sakin kızım. Ömer arkada, Ali ön kapıda. Bir sıkıntı olursa haber verecekler. Sen burada Kader’in yanında dur, ben Gülsüm’e durumu anlatayım.”
Hiçbir şeye fırsatımız olmadı çünkü salonda kıyametin kopması çok uzun sürmedi. Ömer boşuna arka taraftaki servis kapısında beklemişti abisini. Hüseyin Ali’ye bir omuz atıp elindeki silahı sağa sola sallaya sallaya, gözlerinden ateşler saçarak ön kapıdan girmişti içeri.
“KADEERRR !!! Buradasın biliyorum!”
“Beyefendi sakin olun. Gelin oturun, konuşalım.”
“Ben konuşmaya değil, namusumu temizleye geldim!”
“Böyle olmaz ama. Elinizden bir kaza çıkacak. İndirin o silahı, hadi.”
“İndirmezsem n’olur lan!” derken çelik namluyu kafasına dayadı Arda Bey’in.
“Abi indir şunu!”
Hepimiz Ömer’in buyurgan sesine odaklandık.
“Ooo, Ömer Bey de buradaymış! İnsan abisine bunu yapar mı lan, gavat!”
“Abi doğru konuş!”
Hüseyin’in silahı ile Ömer’in arasına girene kadar Kader Abla’nın sessizce salona süzüldüğünü fark etmedik hiçbirimiz. Ömer’i kenara çekti ve doğrultulmuş namluya dayadı alnının çatını.
“Hadi, çek tetiği de bitsin bu işkence.”
“Ay! Kader ölmesin. Bir sefer de mutlu bitsin şu hikâyelerin sonu.”
“Bu coğrafyada çok zor ama bekle bir kahve yapayım.”
İlk kez bu kadar yakınımda bir silah patladı. BAM! Kurşun sesinin yankısı varmış. Barutun kokusu oluyormuş. Kulağı çınlıyormuş insanın. Elinde ne varsa bırakıp yüzünü kapatıyormuşsun. Birkaç saniyede olup bitiyormuş her şey. Bir insanın katil olması ya da ölmesi birkaç saniye sürüyormuş sadece. Şoku atlatmam ne kadar sürdü bilmiyorum. Hüseyin kanlar içinde yerde yatıyor. Ömer, abisinin üzerine kapaklanmış vaziyette ağlıyor. Kader, boş gözlerle sabit bir noktaya bakıyor. Hepimiz olanı biteni anlamaya çalışıyoruz. Evet, bir silah patlamıştı ama Hüseyin’in elindeki değildi. Evet, biri ölmüştü ama Kader değildi. Efsun Hanım o pahalı çantanın içinde bir silahla gelmiş meğer restorana. Yatak odası işkencecisi, uyku öncesi iblisi kocasını öldürmek için bu sabah satın aldığı silahla yapmış planını. O gece ışıklar sönüp, yatak odasının kapısı kapandığında, tasma boynuna, kelepçeler bileklerine takılmadan hemen önce vuracakmış kocasını. Yıllardır devam eden, kimselere anlatamadığı acılarına son verecekmiş. Gerisi önemli değilmiş.
“Alnına silah dayalı halde kocasına bakan o kadının gözlerinde kendi acımı, tüm kadınlığın acısını gördüm. Acımıza son vermek istedim. Pişman değilim,” demiş karakolda verdiği ifadede.
“Vay be! Güzel bir final yazmışsın. Şaşırdım. Oh oldu Hüseyin’e!”
“Hüseyin’e oh olurken Efsun’a neler oldu sence?”
DEMET ŞİMŞEK
Bu öykü, Erbulak Yazarlık Evi işbirliği ile Dağhan Külegeç Yayınları’ndan çıkan,
“Uykudan Önce-Pandemiden Sonra” kolektif kitabında yayınlanmıştır.