Ferhat bey merhaba, hoşgeldiniz. Misafirimiz olmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Adınızı son zamanlarda Sel Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabınız ‘Göçenlerin Ardı Kapı Duvar’ ile sıkça duyduk. Biraz sizi tanıyalım, Ferhat Eroğlu kimdir? Neler yapar?
Merhaba. Hoş bulduk. Ben teşekkür ederim. İnsanın kendini tarif etmesi zor oluyor. Ankara’da doğdum. Yılın belli zamanları haricinde 35 yıldır Ankara’da yaşıyorum. Üniversitede öğretim görevlisiyim. Çocukluğundan beri ilgi alanları pek değişmemiş biriyim. Yaşamak zorunda olduğumuz bir hayat var, yaşıyoruz. Okuyarak, yazarak, film izleyerek oyalıyorum kendimi ben de işte. Ferhat Eroğlu’yu aşağı yukarı böyle tarif edebilirim.
Peki öykü yazma yolculuğu nasıl başladı?
Yazıya ilgim hep vardı. Yazar olma hevesim ergenlik yıllarıma kadar gider. Seçtiğim mesleği de bu ilgim belirlemiştir. Bu soruya biraz uzun bir yanıt verebilirim aslında. Yirmili yaşlarım tez yazmaya çalışarak geçti. Doktora tezim biyografi çalışmasıydı. Her gün aynı insanla, aynı üslupla uğraşırken ve ortaya akademik sıkıcılıkla (belki de uyuzlukla) yazılmış bir metin çıkarmaya çalışırken edebiyat ruh sağlığımı teker meker yuvarlanıp gitmekten kurtarmak için kaçtığım bir alandı. Ama o esnada sadece okuyordum ve tez bittikten sonra öykü ve roman dışında hiçbir şey okumayarak ve sinemada film izleyerek geçecek günlerimin hayalini kuruyordum. Tezi kazasız belasız başımdan savdıktan sonra, iş güç sahibi olmamamdan da gelen ve hiç bitmeyecekmiş gibi korkutucu görünen zamanı sadece roman ve öykü okuyarak geçirdim.
Hatta o günlerde tarihçilikle geçirdiğim yılların (henüz hayatta maddi bir karşılığını göremediğim ve işe yaramama duygusuna, gelecek korkusuna fazlaca kapıldığım için) beyhude geçip gittiğini de düşünüyordum (dönüp baktığımda bu hisleri toyluk olarak görüyorum, kendimi ise ürkek buluyorum.) Ve o günlerde okuduğum kitaplardaki gibi metinler yazma isteği duyuyordum. “Acaba yazabilir miyim?” sorusu kafamda dönüyordu ama kâğıda hiç uzanmıyordum. 2017 Nisan’ında Antalya’da işsiz güçsüz dolaşırken uzaktan hayatlarına tanık olduğum ve yanlarından her geçişimde ne konuştuklarını, ne yaptıklarını belli etmemeye çalışarak dinlediğim, izlediğim iki insan, seyyar çaycılık yapan baba ve daha ilkokul çağındaki oğlu kafamdaki “yazabilir miyim” sorusunu aşmamı sağladı. Elbette hemen eve koşup ya da oracığa oturup kâğıda kaleme sarılmadım. O an bir şeyler yazacağımın farkında bile değildim.
Ankara’ya döndükten sonra, rahmetli babamın nizami ölçülerde kesip telefonun yanına biriktirdiği müsvedde kâğıtlara yazdım ilk öyküyü (“Karaltı” adıyla kitaba da girdi). Ortaya çıkan şeyin şaşkınlığıyla (ya da şapşallığıyla) “bir şeye benziyor bu” deyip temize çektim. Ertesi gün soluğu, o esnalarda çok sık görüştüğüm, Kurtuluş Kayalı’nınyanında aldım. “Hocam ben bir şey yazdım” diyemedim, hatta kâğıtları ceketimin cebinden çıkaramadım. Güvenpark’ta otobüse yolcularken poşetinin içine attım ve “bir şey denedim” dedim. Sonrasında ise bir taraftan Hoca yüreklendirdi bir taraftan ben heves ettim ve öyküler arka arkaya ortaya çıkmaya başladı.
Okumayanlar ve kitabı almak isteyecekler için ‘Göçenlerin Ardı Kapı Duvar’dan biraz bahsedelim. Kitabın adını ilk okuduğumda benim hissettiğim şey ağırlıktı. Ağır ve insana dokunan bir isim seçilmiş. Aynı zamanda kitabın en etkileyici öykülerinden biri. Fakat neden, Göçenlerin Ardı Kapı Duvar?
‘Göçenlerin Ardı Kapı Duvar’ benim en güvendiğim öyküye zorlanarak seçtiğim bir isimdi. Hatta o öykünün üç ayrı başlığı vardı. Üç başlıklı öykü olarak bir süre beklettikten sonra Göçenlerin Ardı Kapı Duvar’da karar kılmıştım. Göçmek derken sözü edilen şey ölüm aslında. Bir siyasi suçlu, cezaevinden çıkmış ve varlıklarını yakından bildiği insanların yokluğuyla yüzleşmek zorunda. Eski şen şakrak, neşeli günler, babanın varlığından gelen hayatta yalnız olmama hissi ve annenin varlığıyla verdiği ferahlık geride kalmış. Göçenlerin ardında kalan kapılara, duvarlara sığınıp göçenlerle vedalaşıyor. Öyküde yapmaya çalıştığım şey buydu ve uyanık olma haliyle rüyaları birbirine karıştırmak istedim. Bu başlığın kitaba adını vermesi ise editörüm Zarife Biliz’in isteğiyle oldu. Dosyayı isimsiz olarak göndermiştim ve neredeyse son ana kadar isim düşündüm. Önümde böyle bir isim dururken…
İçinde dokuz öykü bulunan, Ankara’nın kenar mahallerinde, görünmez olmayı seçmiş, sessiz insanların hikayelerine yer veren bu kitap da en etkileyici bir diğer öykü ise ‘Su’ idi. Betimlemeler, şaşırtan, nokta atışı analizlerle bizi geçmiş ve bugün arasında bir yolculuğa çıkardınız. Her bir öykü içten ve derindi. Tarihe ve yaşadığımız topraklara da farklı bakış açılarıyla tanık olmak, tarihi dokuları ve yaşanmışlıkları güçlü ve çarpıcı anlatım tarzınızla okura aktarmanız beni özellikle etkiledi. Öyküleri oluştururken mesleğinizin sizi nasıl yönlendirdiğinden konuşmak isterim. Tarihçi olmanın size getirdiği avantajlar ve dezavantajlar nelerdi?
Öncelikle güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Su, Göçenlerin Ardı Kapı Duvar gibi genellikle olumlu dönüşler aldığım bir öykü oldu. Yazdığımda ve hatta her şey bittikten, kitap basıldıktan sonra beğenildiğini gördüğümde inanın şaşırmıştım. Ben o kadar güvenmiyordum o öyküye. Belki de öyküdeki çocuğun masumluğu dikkat çekmiştir, bilmiyorum... Tarihçilik konusunda ise şunları söyleyebilirim. Kitapta Lamia Hanım’ın Cinleri dışında tarihçiliğimi öne çıkardığım bir metin olmadı. Lamia Hanım’ın Cinleri’ndeyse sadece “9 Mart” meselesi var. Öyküler genelde 90’ların sonunda, 2000’lerin ilk birkaç yılında geçiyor. Ben aslında tarihçilikten çok başka bir şey yapmaya çalıştım. 90’lı yıllar bana göre 2002’den beri yaşadığımız sürecin toplumsal hazırlığıyla geçti. Tarihçilik yapmadım, çocukluğumu geçirdiğim o yılları silkeledim. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Birbirinin içine girmiş dört öykü var kitapta. O öykülerin sonuncusunda aslında o dört metnin temel derdini ortaya atıyorum. 90’lardaki hazırlığın bittiğini ve artık 2000’lerin geldiğini söylüyorum. Çünkü artık her şey hazır, toplum hazır, siyaset denen illet hazır, zenginleşmek isteyenler hazır, canı siyasi hasımlarını dövmek isteyenler hazır… Öyküdeki havuz, su, mikrop vurgusu bunları söylüyor. Ya da bana öyle geliyor…
Kitabın tanıtım yazısındaki his, bu dört öykünün etrafında dolaşıyor. Kitapla ilgili internette ve sosyal medya ortamlarında gördüğüm yorumlardaysa Göçenlerin Ardı Kapı Duvar ve Su vurgulanıyor. Siz de bu iki öykünün adını andınız. İkisi de tarihçiliğime uzak öyküler. Demek ki tarihçilik yapmadığımda ya da daha doğru tabirle sosyal bilimci olduğumu unuttuğumda daha iyi oluyor.
Uzun süren pandemi, hepimizi maddi, manevi çok zor zamanlardan geçirdi. Sanat ve edebiyatla ilgilenen, gündelik koşuşturmalar yüzünden üretmeye, masa başına oturmaya zaman bulamayan bazı insanlar içinse krizin fırsata dönüştüğü bir süreç oldu. Sizce bu zaman diliminde edebiyat alanında bir farkındalık yaşandı mı?
Pandemi süreci benim hayatımda çok ciddi değişikliklere ve zorluklara yol açtığı için böyle bazı şeyleri takip etme durumum olmadı. Bu soruya değerli bir yazarın sözlerini aklımda kaldığı kadarıyla ödünç alarak yanıt vermek istiyorum. Mahir Ünsal Eriş bir söyleşide 80’lerde doğan kuşağın çok ciddi bir travma yaşamadığını ve bu nedenle o kuşaktan öyle büyük eserler beklememek gerektiğini söylemişti. Sözler tam olarak böyle miydi bilmiyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla yazdım. Hata varsa affola. Pandemiyle travmanın âlâsını yaşadık işte. En azından ben kendi adıma yaşadım. Pandemi edebiyatta bir farkındalık yarattı mı ya da bu travma edebiyatı etkiler mi? Ben öyle olduğunu ya da olacağını düşünmüyorum.
Hikayelerinizi anlatmaya başlarken öncesinde bununla ilgili bir hazırlık aşamasına giriyor musunuz? Plan, proje yaparak mı masanın başına oturuyorsunuz yoksa insiyatif tamamen kalemde mi oluyor?
Öyküden öyküye değişiyor bu. Kimi öykülerde karakter, kimi öykülerde konu (ağırlıklı olarak bu), kimi öykülerdeyse anlatmak istediğim ortam belirleyici oluyor. Ya da bir derdim oluyor. Öykü yazmadan evvel yaptığım hazırlık yürürken ve uykuya hazırlanırken kafamda dönüp duran şeyi düşünmek olur genelde. İnisiyatifin hiçbir şekilde kaleme bırakılmadığı metinler yazılan sıkıcı bir meslekten geldiğim için kalemi kendi başına bırakmamayı tercih ediyorum. Ama kalemi elimde rahat bıraktığımı söyleyebilirim.
Yazı yazmak, yazarlık bir yetenek midir yoksa öğrenilebilir mi?
Bilemiyorum. Hayatta her şey mesai istiyor. Sebat etmek gerekir bence.
Yaratıcı yazarlık eğitimleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu işi daha profesyonel öğrenmek isteyenlere nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz?
Ben eğitimlere ve atölyelere hiç katılmadım. Yaradılışım ekip halinde ya da kalabalık ortamlarda yapılan işlerde bana hep bir çekingenlik verir. O nedenle eğitimler hakkında konuşmak benim haddim değil. Bilmediğim bir konuda cak cak etmiş olurum. Tavsiye konusunda da aynı şeyi söyleyeceğim. Henüz bir kitabım var. Tavsiye vermem doğru olmaz. Kabalık etmiş olurum ve belki de yanlış yönlendirmiş olurum.
Sizce bir yazarın eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?
Bir önceki soruya benziyor bu soru. Derdimin kesinlikle tavsiye vermek olmadığının altını çizerek yanıt vereyim. Yazdığın şeye güvendiğinde, belli bir mesafe bırakarak okumaya kendini alıştırdığında ve “bu yazdıklarımı editörlerle paylaştığımda karşılarında yüzümde utangaçlığın sıcaklığını hissetmem” dediğinde dosyanın peşine düşmek gerekiyor. Eli yüzü düzgün bir dosya ortaya çıktığıysa ve yazarın şansı dosyayı dikkatli bir editörün önüne attıysa güzel şeyler oluyor. Biraz sabır istiyor bu işler.
Röportaj: Duygu Değirmenci