“Hava güzel değil mi oğlum? Çıkınca gidip sevdiğin kafede otururuz. Sana kızarmış patates alırız, ben de bir kahve içerim. Paramız var merak etme. Ayın ilk günü ya bugün. Sosyal hizmetler yatırdı hesabıma. İmzalamayacağım o kağıdı. Zorla imzalatırlarsa sus olur mu? Ne sorarlarsa sus. Canım oğlum benim. Sus ki seni almasınlar elimden. Çıkınca dondurma da yeriz, ne dersin?”
Anne oğul okulun yolunu tutmuş ağır ağır yürüyorlardı. Çocuk uzun uzun esniyordu. Arada kaldırımdaki çakıllara tekme atıyordu. Tozlu çakıllar pabucunun delik burnundan içeri doluyordu, aldırmıyordu; annesinin yanındaydı, arada onu yokluyordu. Sabah gözlerinin altını, yanaklarını, dudağının kenarını pudralarken sessiz sessiz seyretmişti. Morluklar pembeye dönüştükçe içi sevinçle dolmuştu. Hep böyle olurdu, aynanın karşısında güzelleşirdi annesi, çiçek açardı. Yürüdükleri yolun iki yanı, sıra sıra badem ağacı doluydu, pespembe badem çiçeklerine benzetirdi onu.
“Çok güzelsin anne,” dedi içten.
“Allah Allah, nereden çıktı bu şimdi.” Utangaç gülümsedi annesi.
“Bilmem, güzelsin işte. Döndüğümüzde babam evde olur mu?”
“Olur herhalde. Niye sordun?”
“Hiiç, merak ettim.”
“Evdeyse de uyuyordur. Oyuncaklarınla oynarsın. Ses çıkartmazsan uyanmaz akşama kadar.”
Kadın oğluna baktı. Oğlu esnedi. Başını okşayacaktı vazgeçti. Her yanı sızlıyordu. Yosun kokuyordu rüzgar. Bazen denizden eser, badem çiçeklerine değer, anılara karışırdı.

Parmaklarım, bileklerim, bacaklarım kırık dökük. Çenem darmadağın. Sahildeki evimizde mutluyduk. En son orada mutluyduk. Şimdi harabe. Neden satmadılar? Her kapının ardında biri gülümsüyor. Harabeleri gezmeye gitmişlerdi. Teker teker uğrayacaklardı. Ben de harabeyim. Gelmediler. Nikah yüzükleri kırık kutunun içinde paslandı. Babam istemişti, onunla gömecektik. Daha gitmemişti. Kocamı da gömecektim. Rüyalarımda mezarını kazıyorum. İçine itiyorum. Diriliyor. Kalkıp oturuyor. Babama “Yanına al,” diyorum almıyor. Ölüler seçermiş. Hayattayken de istemezdi. “Evlenme,” demişti. Dinlemedim.
Başı dönüyordu. Sendeledi. Oğluna tutundu. Okul görünmüştü.
Dar, havasız odada Barwon Health’in gönderdiği sosyal hizmetler uzmanı ve müdür yardımcısı onları bekliyordu. Meşguliyetten erteledikleri, unuttukları hayatlarından söz ediyorlardı. Müdür yardımcısının sağı solu ağrıyordu, baharın polenleriyle azan egzemasından, kaşımaktan yara olmuş ellerinden, parmak aralarından yakınıyordu. Derisi pul pul dökülüyordu. Kaşımamak için yüzükleriyle oynuyordu. “Kremler iyi gelmiyor mu?” diye soruyordu uzman. Gelmesine geliyordu da stresli toplantılar azdırıyordu kaşıntısını. “Okuldaki çocukların bir çoğunun yardıma ihtiyacı var. Koruyucu aile bulmak iyice zorlaştı,” diye dert yanıyordu. “Özellikle Seb için endişeleniyorum. Sınıfındaki çocukları dövmeye başladı. Çaresiz kalıyoruz, durdurmak da zorlanıyoruz. Sizin önerilerinizi bekliyoruz.”
“Babasından ne görürse onu yaptığını düşünüyorum. Annesi izin formlarını imzalar imzalamaz Seb’le konuşacağım.”
Anne oğul ulaşmışlardı okulun kapısına. Oğlu yanından ayrılsa oracıkta yığılıp kalacaktı. Gözlerinin yaşı içine akıyordu.
İmzalamam olur biter. Vermeyeceğim, ne yaparlarsa yapsınlar, vermeyeceğim. Müdür de gelir mi ki? Geçen toplantıda yoktu. O kadını göndermese. Oğlumu tanımıyor. Alacak, başka aileye verecek. Hiç kimse benden daha iyi bakamaz ona. Psikolog konuşacakmış. Sımsıkı sarılıyorum oğluma, göğsüme bastırıyorum. İtiyor. Hafifçe itiyor. O da beni seviyor. Anneler sevilmez mi? Ben annemi sevmezdim. Babam onun yüzünden gitti. Karlıydı. Geceydi. Yollarda düşe kalka arkasından yalvardım. Duymadı. Durmadı. Benim ne suçum vardı? Sırtım, kollarım, boynum… Parmak izleri, mosmor.
Oğluna endişeyle baktı: “Unutma susacaksın. Korkarsan elimi tut. Bırakmam seni. Korkma olur mu?”
Annesinin elini tutsa… Acırdı. Pespembeydi ama acırdı. İçeriye girmeye korkuyordu. Annesi “Sahte hepsinin iyilikleri,” demişti.
“Sahte iyilik ne demek?”
“Neden sordun bunu şimdi?”
“Sen söyledin, kanma dedin ya.”
Annesinin gözleri buğulanmıştı. ‘Bu sahte dünyadan’ ne zaman söz etseler hüzünlenirdi.
İçeri çağırdılar. Sevmedi kadınları. Müdür yardımcısını tanıyordu. Öteki kadın, gülümsüyordu. Hep böyle gülümserlerdi. Annesine baktı. Gözlerini müdür yardımcısına dikmişti.
Bu kadın da beni suçluyor. Biliyorum. Takmış takıştırmış. On parmağında on yüzük. Üzerlerinde ne yazıyor? Tutup baksam. Kocamın elleri gibi… Onun da parmakları yüzük dolu. Dövmeden önce teker teker çıkartır. Yatağın yanına dizer. Vurur, vurur. Hiç takım olmadı, bir tek nikah yüzüğüm, onu da sattım. Seb bebekti, hastaydı. Kadının yüzü bebek gibi pürüzsüz. Boydan boya tırnaklarımı geçirsem..
Seb’e nasıl olduğunu soruyorlardı. Dudaklarını sıktı. Annesi sus demişti. “Bizimle konuşabilirsin. Senin için buradayız. Sana yardım etmek için,” diyordu uzman. Sahteydi ilgisi. Annesine baktı. Pespembe yanaklarının rengi solmuştu. Parmaklarını yüzünde gezdirse pudraların altından dalga dalga morluklar çıkacaktı. Masanın ortasındaki sürahiyi alıp yere atsa, cam kırıkları saçılsa her yana, azat ederler miydi onu? Kaç kere görmüştü babasından. İçki şişeleri kırıldığında çil yavrusu gibi kaçışırlardı annesiyle.
“Oğlum sen dışarıda beklemek ister misin?”
Usulca kapıyı açıp çıktı. Arkasından ne konuşacaklardı kim bilir? Susmuştu. “Susarsan alamazlar seni benden,” demişti annesi. Koridordaki koltuğa oturdu, bekledi.
“Seb’in yanında konuşmanızı istemedim. Bizi neden buraya çağırdınız?”
“Diğer çocukları dövüyor. Evde babasından öğrendiğini düşünüyoruz. Ona sormak istiyoruz ama izniniz gerekiyor. Size gönderdiğimiz formu imzaladınız mı?” diye sordu müdür yardımcısı.
“Formu yanlışlıkla atmışım.”
“Önemli değil, bir kopyasını getirmiştim. Tarih atıp imzalayın lütfen.”
“Yapamam. Elimden alacaklar.”
Almayacaklarmış. Yalan. Her şeyi anlatır, korkar, çocuk o, küçücük. Çok dar bu oda. Cama yağmur yağıyor. İçeri dolsa, yıkasa her yeri, tertemiz yapsa. Seb doğduğunda tertemiz yıkamıştık. Alnını tutup ılık sular dökmüştük. Sessizdi. Hep sustu. Susar odasında, hep susar. Onun sızmasını bekleriz birlikte.
“Seb’e bakabilirim. Hep korudum çocuğumu.”
Karnımdayken de korudum. Büzüldüm, büzüldüm. Dayak atmadan önce yüzüklerini çıkarırdı teker teker. Yumruğunu tutardım, kıvrılırdım, sümüklü böcek gibi kabuğuma saklanırdım, küçücük kalırdım. Rüyalarımda bile koruyorum oğlumu. Rüyamda gördüm, teker teker dizdi yüzüklerini, onları çıkardıkça koptu parmakları. Parmaksız el görmedim. Görmedim mi… Babamın elleri çok güzeldi, kadın elleri gibi narin.
“Diğer çocukları da korumalıyız,” dedi müdür yardımcısı.
“Koruyun. Benden almayın oğlumu.”
“Almamıza gerek kalmayacağını umuyorum ama önce onunla konuşmamız lazım. Forma tarih atıp imzalarsanız konuşabiliriz.”
Müdür yardımcısı sayfanın sonundaki kutucuğa bastırıyordu. Yardım istercesine uzmana bakıyordu. Seb’in annesinin formu imzalamaya niyeti yoktu. Uzman izliyordu. Pek sesi çıkmıyordu. Müdahale etsin, kadını ikna etsin diye bekliyordu ama uzmandan destek gelecek gibi durmuyordu. Diğer çocukların aileleri okulu şikayet edecek, mahkemelik olacaklardı. Bu imza şarttı. Yine parmakları kaşınmaya başladı. Geçen her dakikayla kaşıntısı artıyordu. Doktor “Stresten uzak duracaksın,” demişti. Bu meslekte nasıl yapacaktı bunu, bilmiyordu. Kaşımamak, parmaklarını daha çok yara yapmamak için yüzükleriyle oynuyordu. Karşısındaki kadın gözlerini ellerine dikmişti. Yaralarını saklamaya çalışıyordu.
Elleri çirkin. Yüzükleri biçimsiz. Üzerlerinde ne yazıyor? Yüzükleriyle oynamasın. Döndürüp durmasın. Derisi mavileşmiş, halka halka. Parmakları kırmızı, pul pul.
“Yüzükte ne yazıyor?” diye sordu. Şaşırdı müdür yardımcısı.
“Evlilik tarihimiz,” diye yanıtladı.
“Seviyor musunuz kocanızı?”
“Seviyorum,” dedi. Pişman oldu böyle dediğine ama çıkmıştı bir kere ağzından. Karşısındaki kadın yaralıydı. Müdür bu kadar ısrarcı olmasa, sosyal hizmetler çocuğu alacağız diye tutturmasa kadına yardım edebilirdi belki de. Başı öne eğik, morluklarını acemice gizlemiş kadına baktı. İlk defa gerçekten baktı. “İmzalamaz belki,” diye geçirdi içinden. Parmaklarının kaşıntısı dayanılır gibi değildi. Nişan yüzüğünü çıkardı. Parmağını ovuşturdu. Diğerlerini de çıkardı teker teker. Pul pul döküldü derisi. Karşısındaki kadın daha da ufalmış, kabuğuna saklanmıştı. Formu kadının önüne doğru itti isteksizce, koluna dokundu, sevecen. Kalemi uzattı.
“İmzalayın, müdür bekliyor,” dedi. Sesindeki eski ısrarcılık yoktu.
Yüzüklerini çıkardı teker teker.Vuracak mı şimdi? Annem de babama tokat atmıştı. Uyuyor gibi yapmıştım. Susmuştum odamda. Hep sustum. Kar yağıyordu. Sustuğumu duymadı. Duysaydı durur muydu? Parmaklarını ovuşturuyor. Teker teker kopsa herbiri. Parmaksız kalsa. Parmaksız el hiç görmedim. Dişlerini sıkıyor. Çenesi dağılacak. Yüzüklerini çıkardı. Dövecek beni. Şuracıkta çenemi dağıtacak. Kollarımı, bacaklarımı kıracak. Kalemi önüme koydu. Koluma değme. Önce kolumu tutar, sonra boğazımı… Kalemi tutamıyorum, parmaklarım kırık. Bıçağı saplar gibi tuttum kalemi. İmzam eciş bücüş, bileklerim kırık.
Müdür yardımcısı imzalı forma baktı. “Bunca uğraştan sonra neden şimdi imzaladı,” diye sordu kendine. “Formu müdüre vereceğim. Seb emin ellerde, korkmayın,” diyerek yatıştırmaya çalıştı kadını. Uzman memnun gülümsüyordu.
Kadın kalktı. Seb kapının önünde sessiz sessiz bekliyordu. Dışarıda yağmur yağıyordu. Oğlunun elini tuttu. Eli sıcacıktı.
“Hadi sevdiğin kafeye gidelim. Taksiyle gideriz. Yağmurda ıslanmayız. Sana kızarmış patates alırız, ben de bir kahve içerim.”

Senem Selvi

 

 

Shares:
1 Comment
  • Esra
    Esra
    25 Mayıs 2022 at 09:38

    Çok güzel Senem, çok etkileyici, sarsıcı 🌟

    Reply

Esra için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir