“Yazarlık atölyeleri, teknik bilgiyi doğru bir şekilde aktarmayı hedefler. Okuma alışkanlığını geliştirir. Edebiyata bakışı genişletir. Yeteneği parlatır ve onun gelişmesini sağlar.”
Merhaba Irmak Hanım, hoşgeldiniz. Misafirimiz olmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Öncelikle sizden başlayalım; Yazmak, fikir ve eylem olarak Irmak Zileli için nasıl başladı?
Aslında bilinçli olarak yazma fikri Eşik romanımı yazmaya başladıktan epey sonra çıktı. Aklımda bir soru vardı ve o soruya cevap arıyordum. Öykü olarak düşünmüştüm. Remzi Kitap Gazetesi’ni çıkardığım zamanlardı. Bana sürekli, “Sen ne zaman kurmaca yazacaksın?” diye soruyorlardı, ben de “Herkesin kurmaca mı yazması gerekiyor?” diye düşünüyordum. Fakat “Böyle olsa ne olurdu?” sorusuyla yola çıktığım bu hikaye beni hayli sardı. Yazmaya çok ihtiyacım olduğunu keşfettim. Yazdıkça yazdım. Tabii bu tamamen bilinçsizce yaptığım bir şeydi. O sıralar roman tekniği üzerine bir şey bilmiyordum. Anlatıcı meselesi üzerine, kurgu üzerine bir bilgim yoktu. Yazarken “Bir dakika ya bu bir yere gidiyor,” dedim ve en başa döndüm. İlk yazdığım 180 sayfayı attım. O süreçte bu konuda bilgisi olan dostlarım bana çok yardımcı oldu. Teknik olarak da konuya hâkim olduktan sonra yeniden yazmaya başladım. Baştan sona kurgusunu, anlatıcısını yeniden düzenledim. Yazma sürecim Eşik’le başlamış olsa da dönüp baktığımda çocukluğumda da çok öykü denemem olmuş, şiir yazmaya çabalamışım, ilk öykümü de ilkokula giderken yazmışım, hala el yazısıyla duruyor. Bütün duvarları kitaplıklarla kaplı bir evde büyüdüm. Annem gazeteci, babam yazar, onlarla ilgili gözümün önündeki imge, bir masaya oturmuş devamlı yazıyor oluşları. Daktilo sesleri. Böyle bir ortamda büyüyünce kaçınılmaz oluyor belki de.
“Son Bakış” romanınız kuşaklar boyunca süregelen yargıları, değerleri, bunun bir kadın üzerindeki etkileriyle bir göç hikayesini anlatıyor. Sizi Tina’yı yazmaya iten neydi?
Tina gerçek bir olaydan çıktı. Yakın bir tanıdığım, yatalak hastaya bakan göçmen bakıcıyla ilgili bir olay anlattı. Bu kadın bakkala çıkıyor, anahtarını unuttuğunu fark edince kimseye söyleyemiyor ve eve girmek için tırmandığı yerden düşüp ölüyor. İlginç olan şuydu; bunu nasıl bilebilirler? Bu halkın bir kurgusu da olabilirdi. Tabii diğer taraftan bize şunu gösteriyordu; kurmaca hayatın her alanında yapılan bir şey. Hepimiz sürekli kurgu yapıyoruz. O kadının o düşüşünü de kurmuş insanlar. Gerçek mi değil mi bilemeyiz fakat bir yandan da çok gerçek. Çok mümkün. Bunu duyunca çok etkilendim. Bir süre zihnimden o kadını atamadım. O kadının korkudan öldüğünü düşündüm. Düşmek evet ama o kadını esas korkusu öldürdü. Anahtarını unuttuğunu söyleyemeyeceği bu düzen öldürdü. Bu bana göre çok güçlü, çok çarpıcı, yazılması gereken bir hikayeydi. Oturayım hemen yazayım, patlatayım bir roman demedim tabii. Çünkü edebiyat bunu yapmaz, bir şey patlatmaz. Derinlemesine anlamaya ihtiyacımız olan şeyleri bize sunar.
Konu bir kişinin sansasyonel bir hikâye anlatması değil, konu herhangi bir olayın içindeki meseleyi işlemek, çözümlemek, o insanı anlamak. Ben de şunu sordum “Peki bu kadın neden bu kadar korktu? Nedir bu korkunun kaynağı?” Otorite korkusu. Olaya spesifik olarak baktığımız zaman patronundan korkmuş. Göçmen olması tabii ki çok büyük etken. Türkiye’de olan, kayıtsız çalışan, kimsesi olmayan bir kadının böyle bir korku hissetmesi çok normal. Hata yapmaktan korkmak. Ama mesele bu kadar değil. Aslında hepimiz çocukken evde bir vazo kırınca korkuya kapılırdık. Eve gelen temizlikçi kadın bir şeyi kırınca çöpe atar, gizler, söyleyemezdi. Öğretmenimizden korkarız, patronumuzdan korkarız… dolayısıyla otorite korkusu hepimizin ortak korkusu. Bu kadın içselleştirdiği o otoriteden korktu. Peki ya Tina bugüne gelene kadar, daha özgür büyümüş birisi olsaydı? Yaşadığı toplum, yaşadığı dünya daha özgür, daha demokrat, daha eşitlikçi, daha çoğulcu bir toplum olsaydı? Bireysel olarak kendini ifade etme konusunda güçlü yetişmiş biri olsaydı ne olurdu? Kim gelirse gelsin ve ona ne kadar baskı uygularsa uygulasın “dur bakalım,” diyebilirdi. “Ne var canım alt tarafı anahtarı unuttum,” diye düşünebilirdi. Dolayısıyla konu sadece Tina ve patronu değil. Sadece Türkiye’deki göçmenin sorunu değil. Aslında Tina’nın hikayesiyle de sınırlı değil. Konu daha eski, daha köklü, hepimiz için geçerli olan bir şey. Ben bu korkunun izini takip etmek istediğimde şunu fark ettim; bu iktidar ve devlet ile birey arasındaki bir mesele. İnşa edilen iktidarlar bireylere hep bir baskı, biat, korku kültürü içerisinde hükmetmişler. Aileler de aynı şekilde… Bu korkuyu takip ederken Tina’yı roman olarak yazmaya karar verdim. Çünkü ancak bir roman bunun katmanlarını inşa edebilirdi. Çıkış noktam burasıydı.
“Son Bakış”ı okurken deyim yerindeyse aynı zamanda izliyoruz. Sinematografik yapıya sahip bir roman. Fakat genellikle iyi okurlar, okudukları kitapların filmlerinde hayal kırıklığı yaşarlar. Böyle bir planınız var mı? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Neden olmasın. Tabii ki olabilir. Her romancının romanı filme uyarlanabilir, tiyatroya uyarlanabilir, farklı disiplinler olduğunu düşünüyorum. Bu konuda ben çok fazla müdahil olmamayı tercih ederim. Çünkü iş oraya girdiği andan itibaren o roman benden çıkmış olur. Nasıl ki her okurun karşısına geçip “Bak bunu böyle oku!” diyemeyeceksem, o romanla başka bir şey yapmak isteyen kişinin de zihnine, bakış açısına müdahil olamam. Çünkü senarist de, yönetmen de bu hikayeyi kendine göre yorumlayacak, kendi sahnesini kuracak ve ortaya başka bir “Son Bakış” çıkacaktır. Sadece özünde anlatmak istediğim meselenin bozulmasını istemem.
Bir yıl içinde iki roman yazdınız. ‘Bozuk Saat’ ve ‘Son Bakış’ İkisi de yapısal olarak birbirinden çok farklı romanlardı. ‘Bozuk Saat’ pek çok hikayeyi içinde barındıran, daha parçalı bir yapıya sahipken, ‘Son Bakış’ tek bir karakterin yaşamı üzerine kurulu bir metindi. İki ayrı romanı, birbirine çok yakın zamanlarda üretebilmek oldukça zor olmalı. Bunun için nasıl bir çalışma disiplini uyguladınız?
Şöyle, aslında bunlar birbirine çok yakın olmakla birlikte Bozuk Saat zamana yayılmış bir şekilde kurgulandı. Parça parça öyküleri ben 2017 yılından beri ON8 Blog’da yayınlamıştım. Bozuk Saat sadece anlatıcıydı ve bunları ortak bir noktada, ortak bir ruhla birbirine bağlamak gerekiyordu. Bozuk Saat’i yazarken Son Bakış’ı kafamda zaten çok uzun zamandır kurguluyordum. Notlarımı alıyordum. Okumalarımı yapıyordum. Bozuk Saat ile Son Bakış’ın kesiştiği tek yer burası. Bozuk Saat çıktıktan sonra Son Bakış’a geçtiğimde yapılarındaki bu zıtlık işime yaradı. İkisi de birbirinde çok farklıydı. Benzer yapılarda olsalardı kendimi tekrar edebilirdim ama birbirinden çok ayrı oldukları için bu bana avantaj sağladı. Bozuk Saat mart ayında çıktı. Son Bakış’ı temmuzda yazmaya başladım kasım ayında yayımlandı. Arada beş ay mola vermişim. O beş ay Bozuk Saat’ten kopabilmem için yeterliydi. Tabii şunu da unutmamak lazım, Son Bakış’ın iki yıllık bir çalışma ve hazırlanma süreci oldu. Benim iç dünyamda Tina’nın ve o dilin oluşumu neredeyse tamamdı. Başladığım anda bu kadar kurguladığımın bile farkında değildim.
O zaman benim buradan anladığım, siz yazma sürecine ilk olarak zihninizin içinde başlıyorsunuz. Hazır olduğunuzu hissettiğinizde de kâğıdın başına oturuyor ve biraz da insiyatifi kaleme bırakıyorsunuz, öyle mi?
Aslında metne göre değişiyor. Esas olarak söylediğiniz doğru ama vurgulamak istediğim özellikle şu, metinde bir rastlantı varsa, karakter biriyle tesadüfen karşılaşıyorsa, benim sadece ana omurgayı bilmem gerekiyor. Karakter yürüyüş yapacak, birileriyle karşılaşacak, meselesi şu, geçmişe yönelik bilgilerim şu, karakterin nasıl bir hayatı var, bunları bilmem gerekli ama o yürüyüşte kimlerle karşılaşacağını bilirsem eğer o rastlantısallığı metinde yaratamam. Tina’nın bütün hayatını biliyorum, başından geçenleri biliyorum, ailesini biliyorum ama Tina’nın hikâye içinde neleri hatırlayacağını bilmeye kalkarsam o hatırlayış doğal bir şekilde olamaz, kurgulanmış bir hatırlayış olur. Ben sadece neleri hatırlayacağını bileyim, hatırlamayı istediği zamanı ona bırakayım. Önemli olan benim biliyor olmam ama bunların hangi sırada geleceğini, nasıl hatırlanacağını bilmemem. Bu hikâyeyi daha doğal kılıyor. Daha da önemlisi bazen benim de planlamadığım farklı anıların hatırlanmasına alan açıyor.
İlk yayımlanan romanınız, “Eşik” ile Yunus Nadi Roman Ödülü’nü, “Son Bakış” ile Duygu Asena Roman Ödülü’nü aldınız. Hem sizde yarattığı hissi, hem de avantaj ve dezavantajlarını soracağım. Bir kitabın ödül almış olması, bir sonraki eseri yaratırken ekstra bir stres ve baskı yaşanmasına sebep oluyor mu?
Eğer ödülü fazla önemserseniz stres yaratır. Çünkü onu geçmeye çalışırsınız. Ödüller çok önemli değil. Motive edici bir şey evet ama ödül aldıysan aldın, mutlu ol geç. Rahat olunmalı. Yunus Nadi Roman Ödülü, Türkiye’nin en önemli ödüllerinden biri fakat ben bunu kafamın üstünde sürekli tabela olarak taşırsam onu bir süre sonra koca bir yüke dönüştürürüm. Bana göre ödülün ve başarının yaratacağı en büyük tuzak, “Nasılsa bu tuttu,” diye düşünüp insanın kendini tekrar etmesi olur. Mükemmeliyetçi bir yapısı varsa, tekrar tekrar aynı başarıyı yakalama arzusu varsa, tutuklaştırabilir. Bunlara izin vermemek lazım. Bunlara izin vermemenin yolu da başarıyı fazla önemsememekten geçiyor. Yazmak, bir yere varmak için, başarılı olmak için yapılmamalı. Merkeze meseleyi, derdini anlatmayı, kendini ifade etmeyi koymak gerekiyor. Önemli olan iyi bir şey yapmak, iyi bir şey ortaya koymak, o sırada da derinleşmek. Dolayısıyla siz işinizi iyi yapmaya odaklandığınızda başarılar, ödüller ve onların getirdiği kibirli hisler ikinci planda kalıyor. Bir de bunu şöyle görmek lazım, o ödül, o romana verildi. Bana verilmedi. Kişi olarak Irmak Zileli’ye verilmedi. Roman iyiydi. Yine de sunu unutmamak gerekli, her yazarın başarısız olmaya da hakkı vardır. Kötü romanda yazabilirim yarın. Beğenilmeyebilir. Ne olur ki?
Tüm dünya, neredeyse iki senedir, pandemi, karantina, psikolojik olarak çok zorlayıcı bir süreçten geçiyoruz. Aslında sanat ve edebiyatla ilgilenen, gündelik koşuşturmalar yüzünden tam anlamıyla kapanarak bir şey üretmeye fırsat bulamayan kişiler için krizin fırsata dönüştüğü bir zaman oldu da diyebilir miyiz? Bu süreç sizi nasıl etkiledi?
Aslına bakarsanız benim hayatımda somut olarak çok büyük bir değişiklik yapmadı. Aşırı sosyal bir insan olmadığım için düzenim aynen devam etti. İlk bir buçuk yıl kızımın okula gidemiyor oluşu, evde birlikte çok vakit geçirmek durumunda kalışımız benim açımdan çok avantajlıydı ama onun açısından oldukça zordu. Bir yandan yoğun bir okuma dönemine girmiş oldum, üretken geçti. Zaten yazma üzerine atölyeler yapıyordum ama tabii eğitimler online’a geçince, sadece İstanbul’da oturanlar ve ulaşım olanağı olanlarla değil, bütün dünyadan pek çok insanla bir araya gelebildiğim bir alan haline geldi. Amerikan’dan da, Almanya’dan da, İngiltere’den de katılan öğrencilerim oldu. Bu çok büyük bir şanstı. Çünkü şöyle bir durum var, atölye yapmak yazarlığa dahil bir şey gibi. Yani atölye yaptığım zaman ben yazı dışında bir şey yapmışım gibi hissetmiyorum. Orada da edebiyat üzerine bir şey yapmış oluyorum. Orada da edebiyatla ilgili tartışmış oluyorum. İnsanlara bir şey katmış oluyorum. Sadece yazarak geçinme şansınız olmadığı için pek çok yazar esas olarak başka işler yapar. Reklamcıdır, memurdur, gündüz çalışır akşam eve gelir yazının başına oturur. Böyle bir kopukluk mecburen oluyor. Bu pandemi sürecinde benim açımdan bu şans ortaya çıkmış oldu. Çünkü atölyelerden ben de çok besleniyorum. Her bir öğrencinin öyküsünü okuyup onun yazdıkları üzerine düşünürken bir yandan da kendi metinlerim üzerine düşünmüş oluyorum. Anlatım olanakları üzerine düşünmüş oluyorum. Benim edebiyat konusundaki düşünme halimi çok diri tutan bir süreçti. Yazmaya, okumaya devam ettim ama tabii ikinci kapanmayla beraber bir bunalma hali, rahat rahat özgürce bir yerde oturalım yeter artık hissi gelmedi değil.
Peki, Yaratıcı Yazarlık dediğimiz zaman bazı kesimlerden tepkiler alıyor, “Yazarlığın eğitimi mi olur?” tadında çıkışlarla karşılaşıyoruz. Buna karşılık olarak savunduğumuz şey, “Neden o zaman Güzel Sanatlar Üniversiteleri var? Neden konservatuarlar var? Resim bir yetenekse, müzik bir yetenekse o alanlarda da eğitimler olmasın o zaman,” şeklinde oluyor. Halbuki teknikleri yeteneklerimizle birleştirdiğimizde ortaya hiç ummayacağımız kadar yaratıcı ve nitelikli işler çıkıyor. Sizin bu konuda düşünceleriniz neler? Bu alanda eğitim alan ve kariyer yapmak isteyen yazar ve eğitmen adaylarına nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz?
Eğer yeteneği, sadece doğuştan gelen bir şey olarak tarif edersek bu işleri birilerinin tekeline veririz. O zaman yazarlar hiç çalışmasınlar. Yeteneklerini geliştirmek için kitapta okumasınlar. Olur mu? İlk sorunuzda Eşik’i yazmaya kalktığımda nasıl çuvalladığımı anlattım. 180 sayfayı çöpe attım demiştim değil mi? O ilk 180 sayfayı neden kendiliğinden mükemmel bir şekilde yazamadım? Neden olmadı? Hiçbir teknik bilgim olmasa da, hiçbir eğitim almadan, hiçbir bilgi edinmeden, neden ilk yazdığım taslak derli toplu ve iyi bir şekilde çıkmadı? Çünkü bilgim yoktu.
Bu işi iyi bilen arkadaşlarımla çalışmaya giriştiğimde onlar bana anlatıcının ne olduğunu, anlatıcıların türlerini anlattılar, sahne kurmak meselesini anlattılar vs. Ve yazmanın bazı temel teknik özelliklerinden bahsettiler. Çöpe attığım o sayfaları en baştan ve daha derli toplu yazabildiysem, bu demek oluyor ki ne kadar yetenekli olursanız olun o yeteneği parlatabilmeniz için bu işin nasıl yapıldığına dair temel bazı bilgilere sahip olmanız lazım. Yazarlık atölyeleri teknik bilgiyi verir. Siz ne kadar yetenekli olursanız olun, eğer sağlam temellere oturtulmuş teknik bir bilginiz yoksa, ortaya bir ürün çıkarmaya kalktığınızda bu bir şekilde ayağınıza dolanacaktır.
Bu yüzden atölyeler, teknik bilgiyi doğru bir şekilde aktarmayı hedefler. Okuma alışkanlığını geliştirir. Edebiyata bakışı genişletir. Konuya bir de felsefi bir açıdan bakarak kurmaca üzerine düşünebilme yetisini ortaya çıkartır. Yeteneği parlatır ve onun gelişmesini sağlar.
Yazabilmek bir yetenek midir yoksa öğrenilebilir mi?
Bu dünyaya fırlatılmış olan insan, bu dünyayı bir merak duygusuyla anlamaya çalışır. Bu süreçte karşılaştığı deneyimlerle, sorgulamalarla, kendine ve dış dünyaya bir anlam yüklemesi gerekir. Bu anlamı vermeye çalışırken de “Ben nereye geldim?” sorusu ortaya çıkar. Bu soru merakın kaynağıdır. O soruyla etrafına bakan, gözlemleyen insan, bu çabanın içerisindeyken farkında olmadan yetenek denilen şeyi oluşturur. Çünkü yeteneğimiz bizim biriktirdiklerimizden, gözlemlerimizden meydana gelir. Birileri bir şeyler yazıyorken insana dair bir ayrıntıyı yakalayabiliyorsa, bu onun geçmişte insanları çok iyi gözlemlediğinden kaynaklanır. Yetenek budur. Yetenek kelimelerle çok iyi oynamak değildir. Yetenek, gözlem becerisi, anlama becerisi, ayrıntıları yakalama becerisidir. Bunların bir ölçüde tabii ki doğuştan gelen özellikler de olabilir ama insan bunu geliştirebilir de. Peki nasıl gelişir? Eğitimlerden geçerek, okuyarak, derinleşerek, hayattan, bilimden, felsefeden, sanattan beslenerek…
Size göre bir yazarın eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?
Öncelikle bir editörle çalışmak önemli. İnsan kendi metnine karşı kör olabiliyor. Editör metninizi en iyi noktaya taşımanızı sağlar. Editörün kitabınıza yazacağı bir ön yazı, yayınevi için oldukça yol gösterici olabilir. Yayınevine dosyanızı değerlendirmek üzere teslim ettiğinizde kafanızdan üç ay süre verin. Üç ay bekleyin. Sonra başka yayınevine. Sonra başka. Ya da tanıdıklar, aracılar bulmak olabilir. Bu şekilde aşama aşama ilerlemenizi tavsiye ederim. Yayınevlerinden gelen eleştiriler ve öneriler olabilir. Bunları değerlendirin, fikrine güvendiğiniz kişilere sorun. Ama son kerte de söyleyeceğim şu, önemli olan kitabınızın basılması değil, sizin metninizden emin olmanız. “Ben bunu başardım. Yazdım,” diyebilmeniz. Bazen piyasanın kendi kriterleri, iyi metinlerin ortaya çıkmasını engelleyebilir, olsun siz kendi metniniz üzerinde uzun ve yoğun bir çalışma yaptıysanız ve ondan eminseniz, sabırla ve ısrarla arkasında durun. Ama yayınlanmadı diye de oraya takılıp kalmayın, siz kendi yolunuza bakın, yeni hikayelere yelken açın ve çalışmayı sürdürün.
Sevgili Irmak Zileli’ye, değerli bilgi ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…
Röportaj: Duygu Değirmenci