Özen Yula Kimdir?
Yazar Özen Yula, 1965 yılında Eskişehir’de dünyaya gelmiştir. Lise eğitimini ABD’de Oregon’da tamamlamış, Hacettepe Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden mezun olmuş, yüksek lisansını Ankara Üniversitesi Tiyatro Anabilim Dalında yapmıştır.
Tiyatro oyun yazarıdır, daha sonra oyun yazarlığının yanında öykü ve romana yönelmiştir. İstanbul Beyaz Rakı Rengârenk oyununu 1997 yılında “İstanbul’dan Bir Aşk Geçti” adıyla yazmış ve 10. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivalinde “80060” adıyla sahnelenmiştir. 2000 yılında Hayat Devam Ediyor oyunu İzmit Belediyesi Şehir Tiyatrosunda sahnelenmiş, Ay Tedirginliği ise yazıldıktan beş yıl sonra Beşinci Sokak Tiyatrosu tarafından 2001 yılında Mustafa Avkıran’ın yönetiminde sahnelenmiştir.
Özen Yula, Ay Tedirginliği adlı oyunuyla 2001 Afife Jale Tiyatro Ödüllerinde Cevat Fehmi Başkut En Başarılı Oyun Yazarı Ödülüne layık görülmüş, Arızalı Kalpler öykü dosyasıyla 2001 Haldun Taner Öykü Ödülünü kazanmıştır. 2001 yılında Afife Jale Ödülünü almıştır. 2001-02 sezonunda ise Bonn Bienaline katılarak Avrupalı eleştirmenlerin beğenisini toplamış, Toplu Oyunları 3’ün ilk oyunu Gayri Resmi Hürrem, Şehir Tiyatrolarının 2002-03 sezonu için repertuara alınmıştır.

Öbür Dünya Bilgisi, Kayıpkent Üçlemesi, Buğuevi, Arızalı Kalpler , Tanrı Kimseyi Duymuyor, Jartiyer, Kırbaç ve Baby-Doll‘ün Ötesindekiler , Hayat Bir Kere, Gizli Aşk Bu ve Her Zerre Kara kitaplarını yazarak Türk edebiyatına kıymetli eserler veren Özen Yula, İstanbul’da yaşamakta olup serbest yazarlık ve tiyatro yönetmenliğine devam ederken, aynı zamanda Öykü, Oyun ve Senaryo Yazarlığı üzerine eğitimler vermektedir.
Merhaba Özen Hocam, öncelikle misafirimiz olmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Hoşgeldiniz. Doğan Kitap’tan çıkan yeni kitabınız ‘Her Zerre Kara’ ile başlayalım. 12 yıl aradan sonra yeni bir romanla okurlarınızla buluştunuz. ‘Her Zerre Kara’, içinde, milliyetçi bir rapçiden, muhafazakâr baristaya, dilenciden yaşam koçuna, farklı insanların hayatlarının birbirine bağlandığı keyifli bir karnavalesk yapıya bürünüyor. Bütün insanlar gerçekten birbirine bağlı mıdır?
Her Zerre Kara’nın kahramanları birbirine bağlı. Aslına bakarsanız bence de insanlar arasında görünmeyen bağlar var. Domino etkisine benziyor; ama ondan farklı. Domino etkisinde bazen birinin küçük bir hatası birçok insanın yaşamını etkileyen bir felakete dönüşebiliyor. Bunun üzerine gerek dram gerekse komedi olarak birçok film ya da dizi yapıldı zaten. Her Zerre Kara’da söz konusu durum ise bunlardan biraz farklı. Zaten bir şey yaşanmak üzere ve o yaşanmak üzere olan durum başlamadan insanların hikâyeleri birbirine bağlanmaya başlıyor. Çünkü bence gidilecek yer belli sonunda.
Yüksek farkındalık, beraberinde daha çok empati ve bazen de maalesef huzursuzluk getiriyor. Hele ki bizim kadar kaotik bir ülkede. Kitabınızda da tüketim toplumunun yarattığı bu kaosu büyük bir ustalıkla işlemişsiniz. Bu farkındalık seviyesinin mutsuzluğa yol açması konusundaki fikirlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Bilmek insanın felaketi gibi değerlendirilir bazen. Cehalet ise bu açıdan son derece rahattır. Çünkü rahatlıkla her şeyi reddedip tek bir duruma bağlayabilir neticede. Oysa her bir ayrıntı bir insanı insan, bir memleketi memleket kılar. Fazla empati geliştirmek de insanın bazı durumlara hazırlıksız yakalanmasına yol açar. Kötü birisi kötüdür zaten koşullar gereği. Ama siz onu anlamaya ve kötülüğünün kaynağına inmeye çabaladığınızda onun size de zarar verecek bir yaratık olduğunu göz ardı etmeye başlarsınız. Dolayısıyla her şeyde olduğu gibi empatide de bir ölçü olmalı. Böylece mutsuzlukla çok iç içe yaşamayabiliriz.
‘Her Zerre Kara’ da, yeni İstanbul’un hikâyesini dinliyoruz sizden. Değişen zamana ve insan ilişkilerine tanıklık ediyoruz. ‘Yeni İstanbul’ ile ‘Eski İstanbul’u karşılaştırdığınızda en çok neleri özlüyorsunuz?
Eski İstanbul derken ben doğal güzellikleri, manzarası, görselliği dışında bir durumdan söz ediyorum. Bir şehrin atmosferini, kültürel iklimini, duyuş özelliklerini kast ediyorum. Bir şehrin tadı olan ne varsa o işte. Geçmişe çok bağlı kalmak da iyi değil sonuçta. Yani mazi dediğimiz yapı, hatırladıkça yeniden üretilme üzerine kurulu. O nostaljik yaklaşımlar bana çok sıcak gelmiyor. Ancak bir şehrin ruhunu ve yapısını hatırladığımızda, kültürel iklimine, renkliliğine baktığımızda neyin elimizden gittiğini anlarız. Bu da somut kaybımız olur hepimizin, yani bütün Türkiye’nin.

Kitaplarınızda, zaman ve mekân olgusuna çokça gönderme yaptığınızı, aynı zaman da yaradılış ve varoluş üzerinde durduğunuzu görüyoruz. Kullandığınız cümleler, bazı yerlerde yaradılış hikâyesine gönderme niteliğinde. Buradan yola çıkarak ‘Varlık Felsefesi’ ile ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Varlık Felsefesi dediğimiz zaman bu başlı başına kim bilir kaç tane kitap konusu olur. Bu soruyu çok ama çok genel olarak cevaplamaya çalışayım. Hem fizikî hem de metafizik olarak varlık kavramı ve boyutları üzerine sözü var Her Zerre Kara’nın. İster istemez olayları aşan bir var oluş durumu üzerinde de duruyor. Sadece eylemle değil, düşünce boyutuyla var oluşu kuruyor kahramanlarımız. Eyledikleri zaman yok oluşa doğru harekete geçiyorlar zaten. Fiziksel olarak bir ayrışma noktasındaki her varlığın değişimleri belli bir düzene göre gerçekleşiyor ve bu da romanın Logos’unu kuruyor.
Sizden, ‘Öykü Yazarlığı’ ve ‘Kurmaca’nın Unsurları’ üzerine eğitimler alırken, en çok dikkat çektiğiniz konu, gözlem yeteneğimizi ve farkındalığımızı arttırmamızdı. Siz bir çalışmaya hazırlanırken araştırma ve gözlem yapabilmek için nasıl bir yol izliyorsunuz?
On iki yıldır yaptığım gözlemler, değerlendirmeler, aldığım notlar bu romanın omurgasını kurdu işte. Duyduğum konuşmaların dil özellikleri ile aldığım notlar, farklı diyalogların yazımında çok yaratıcı yollar açtı. Kaydettiklerimi olduğu gibi kullanmak yerine yeni bir atmosfer oluşturmak çabasıyla melez bir dil kurdum. Çünkü gündelik dili bire bir alıp kullanmak benim için edebiyatın sınırlarına çok da dahil edilebilir bir durum değil. Biraz değiştirip ve dönüştürecek bir yapı kurulması iyi olur. Bunun dışında not aldığım farklı haberlerin ve son yirmi yılda karşılaştığımız olayların hatırlanması neticesinde Yeni İstanbul’u ve Yeni Türkiye’yi anlatan farklı bir atmosfer kurmak istedim. Eleştirilerden anladığım kadarıyla sanırım bunu başarmışım da.
Tüm dünya, yaklaşık bir senedir, pandemi nedeniyle psikolojik olarak çok zorlayıcı bir süreçten geçiyoruz. Fakat sanat ve edebiyat alanında bulunan, gündelik koşuşturmalar yüzünden bir şeyler üretmeye fırsat bulamayan kişiler için krizin fırsata dönüştüğü bir zaman da oldu diyebilir miyiz? Bu süreç sizi nasıl etkiledi?
Dediğiniz gibi pandemi farklı bir yapı oluşturdu. Her şeyden önce farklı bir zaman algısı oluşmasına yardımcı oldu. Eskisi gibi hızlı, çok çabuk geçen bir zaman algısı düşüncesinin kırılmasını sağladı. Herkes genelde zamanı içeride geçirmeye başladığında ve evde yaşam kurulduğunda biraz da içerideki insanın zaman algısı çıktı ortaya. Bazen bir hayli zor geçen ve birbirine benzeyen günlerden söz ediyoruz. Zaman algısı daha yavaşladı ve günün saatleri arasında benzeşmeler yaşandı. Üretim süreçleri çeşitlendi. Bir de bunun kadar teknolojik gelişmeler de farklı zaman algılarının bir arada kullanılmasına olanak sağladı. Evdeki birey, üretimini bir yandan artırabildi, öte yandan da teknoloji vasıtasıyla çeşitlendirebildi. Kişisel olarak ben de yazmak ve okumak konularında daha verimli yaşadığımı zannediyorum.
Kitap ve Oyun Yazarlığı dışında, Öykü Yazarlığı, Kurmacanın Unsurları, Oyun ve Senaryo Yazarlığı üzerine eğitimler de veriyorsunuz. Bu eğitimleri alan ve bu sektörde kariyer hedefleyen adaylara vereceğiniz tavsiyeler var mıdır? Yazarlığın püf noktaları sizce nelerdir?
O kadar zor bir soru ki! Daha doğrusu cevabı o kadar uzun ve yoğun ki oturup vakit ayırsam kitaplar yazılır üzerine. Ancak şunlar söylemem mümkün. Öncelikle okumayı ihmal etmeliler. Ancak alıştıkları gibi bir okumayı kast etmiyorum, siz biliyorsunuz. ‘Yakın okuma’ yapmaları ve bunu öğrenip bir alışkanlığa dönüştürmeleri önemli. Edebiyat için değeri olan temel eserleri okusalar iyi olur. Yazdıklarının hemen çok kıymetli ve değiştirilmez olduğunu sanmasalar iyi olur. Her gün bir biçimde oturup, önce düşünüp sonra yazsalar çok iyi olur.
Size göre bir yazarın eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?
Öncelikle bitirdiklerinden ve vedalaşabileceklerinden emin olsalar ne güzel olur. Bekletip dil özelliklerini nasıl kullandıklarından emin olacakları biçimde yeniden bir okumaları iyi olur. Değiştirmeye ve belli sınırlar içinde değiştirilmesine açık olmalılar bir de. Çünkü dil devingen ve size göründüğü gibi olmayan bir yapıdır. Muhakkak gözden kaçırdığınız birtakım durumlar olmuştur. Arada başka ve profesyonel birinin okuması (Kast ettiğim editör ve düzeltmen) ve dış göz olarak bakması çok değerlidir. Kıymetini bilsin ve bir ego problemine dönüştürmesinler.
Sevgili hocamız, değerli Yazar Özen Yula’ya, hem kıymetli bilgi ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için hem de verdiği destekten çok teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…
Röportaj: Duygu Değirmenci