Rutubet kokusunun burnumda yayılan bir patlıcan yemeği olmasını hayal ediyorum. Odanın bir ucundan diğer ucuna gerilmiş çamaşır ipi, yeni olmayan veya olamayan kıyafetleri taşıyor. Beyaz çoraplar, iki üç parça atlet, yakası yıpranmış bir penye. Ranzanın sırtıma batmasına alıştım artık. Ağustos sıcağında muslukların şıp şıp damlaması sinirime dokunmuyor. Camlarımızın eski çerçeveleri de gözüme takılmıyor. Bana ne! Terk edilmişliğin acısını bu otel odasından çıkaracak değilim. Ben öyle diyorum, ev diye yutturdukları yetimhane, benim için otel odasından farksız. Geçici buradayım. Nasıl olsa gideceğim.
“Hadi oğlum ya giyinsene, inmiş herkes.”
“Bugün çıkmak istemiyorum bahçeye Özgür, zorlama.”
“Gülseren’i hoplatma yine, bir de senin bokuna ceza almayalım.”
“Başım ağrıyor, yerimden kalkacak halim yok kardeşim.”
Var aslında da, bahaneleri işe yarar diye kullanmayı seviyorum. Şansımı deniyorum her ihtimale karşı. Biliyorum gitmem gerektiğini. Orada olmamak için ölmen falan lazım. Nerede mi? Şu eski çerçevelerin arasından gördüğümüz, bilmem kaç yıllık çınar ağacını ortasına diktikleri bahçede. Ve bugün de bir bahçe günü işte. Hepimiz hiç olmadığımız kadar temiz ve saf oluyoruz bu zaman diliminde. Ellerimiz çamur olmuyor, üstümüze yemek dökmüyoruz. Kolundan veya bacağından yediğin çimdik “Gülümse!” ünlemiyle taçlanıyor günde en az 15 defa. Bir gün saymıştım, Gülseren tam 22 defa “Gülümse!” demişti bana. Küfür yok, yüksek sesle konuşma yok. Küçülmediği sürece herkes için özenle saklanmış kıyafetlerimizi giyiyoruz. Küçülünce yenisi alınıyor ama birkaç beden büyük. Günün sonunda biletin kime çıkacağı belli oluyor aslında. İlgi gören ve gösteren galip geliyor. Beklenmedik sonuçlar da oluyor tabii. Ben hiç tantana yapmıyorum. Daha beğendiğim bir aile adayı gelmedi ayağıma da ondan. Özgür yine dürttü beni, şıpsevdidir kendisi. Buradan kurtulmak uğruna kendini feda etmeyeceği aile adayı yoktur. “Ne yani şu pala bıyıklı için mi? Bundan baba mı olur?” dedim. Bozuldu. Sonra devam ettim. “Olsa olsa bakkal, ya da manav. Sakin ol dostum, biz daha iyilerini hakkediyoruz,” gibi cümlelerle de ona biraz daha zaman vermesini istedim aslında; kendine, bana veya yaşayacağımız anlara. Sustu. Hiç konuşmadı vardiya bitene kadar ağzını bıçak açmadı. Gözleri konuştu, ama o hep sustu.
Gün sonunda bahisler Kerem’den yana döndü. İsmini çok beğenmişler. İsmim için beni alacaklarsa hiç almasınlar. Kalbime baksınlar önce. Ne o öyle petshoptan köpek alır gibi, bir de tasma taksınlar bari. Garip bir duygu kargaşası içinde gözüm Kerem’e takıldı. Sanki 15 yaşında yeni doğmuş bir bebeğin kalbini taşıyordu. Heyecanlı, umursamaz, kafa rahat… Hiçbir eşyasını almadı, tabii neden alsın kokuşmuş anıları yanına. Artık yeni hayatına gidiyor. Bu binaya ihtiyaç halinde dahi geri döneceğini sanmam. Büyük bir sevinçle vedalaştı. Buradan gidenler pek ağlamıyor, ben de öyle olur muyum acaba? Nasıl olsa Özgür de benimle gelecek, onsuz gitmem. O zaman ağlamam. Sidikli Arif için mi ağlayacağım?
Özgürle aynı gün gelmişiz bu otel odasına. 4 yaşımızda. 12 sene oldu. Bizim yaramız babamızdan kalma. Yıllarca yolduk, kanattıkça beraber kapattık. Acılarımız ortak. Hayallerimiz herkesten farklı. Kimseyi tanımak istemedik. Uzaktan baktık sadece. O yüzden söz verdik; beraber geldik beraber gideceğiz diye. Sonuçta iki çocuk seçen de oluyor. Bugünkü gibi daha önce de birkaç aile beğenmişti Özgür’ü ya da o beğenmişti. Söyledi bana, alacaklardı. Ben istemedim; biri dolandırıcı kılıklıydı, diğeri fazla sünepe. Tutmadı gözüm. Özgür söylenip durdu. O hemen gitmek istiyor. Büyüyoruz ya, ne olursa olsun kurtulmak istiyor. Beni bırakamadığı için bekliyor, benim bir aile olmamı bekliyor. Günler geçmiş zaten, bir takvim daha eklenir n’olacak.
Kerem gittikten sonra kıyafetlerimizi üstünde ismimiz yazan bez torbalara koyduk. Kapıya yığdık hepsini. Nöbetçi Özgür’dü. Suratı asık çıktı odadan. Bez torbaların arasından sıkı yumruklarını gördüm. Geri dönüşü uzun sürdü. Geçer dedim. Her bahçe günü sonrası sendromuydu. Yarın unutur dedim. Yattım, uyumuş kalmışım. Üstümü bile örtmeden. Sabah karga gördüm cam kenarında. Simsiyah. Ürktüm. Odada ses yoktu. Gözlerimi ovuşturdum. Saate baktım, on olmuş. Terliklerimi hızlıca geçirdim ayaklarıma. Kapıyı açtım. Diğer odalar dolu, bizim odada ses yok. Özgür nerede? Nerede bunlar? Yemekhaneye indim. Kahvaltıyı kaldırıyor Suna Ablalar. Onlara da sordum. Kızardılar. Sonra tekrar yukarı koştum. Her yere baktım, bütün koridorları deparla geçtim. Kalbim neden çarpıyor peki? En son Gülseren’in odasına kendimden beklemediğim bir hışımla daldım.
“Bizim odada kimse yok, uyuyakalmışım. Neden uyandırmadınız beni?”
“Otur bakalım soluklan biraz, kahvaltı ayırdım sana merak etme.”
Bana neden kahvaltı ayırmıştı? Aç kalmaya alışıktık biz. Aklım Özgür’de yineliyorum sorumu, cevabını bile bile.
“Özgür nerde, herkes nerde?”
“Bak Muratcığım,” ile başlayan bir kelime sıralaması geliyor. Sonunu dinlemeden sona geldiğimi anlıyorum. İyi davranmasından anlıyorum. Bir anlığına acımış mıydı acaba bana? Acınmak kötü bir koku gibi üstüme siniyor. Yoksa kendime bir baba seçemediğim için alay mı ediyordu? Kapattığım, kapattığımız yaraları bir bıçak darbesiyle açan Özgür’e “veda et” mi diyordu veya?
Ben hiç bilemedim bu soruların cevaplarını. Özgür gitmişti. Beni almadan. Gizlice. Kerem’in kardeşi olarak. Arada adı geçiyor, kulaklarımı tıkıyorum. Döner diye umut etmedim desem yalan olur.
Ben mi? Hala aynı otel odasındayım. İçimdeki bıçak darbelerinden arınmaya çalışıyorum.
Pelin Oktay
Pelin’ciğim öykün çok anlamlı. Pek çok duyguyu içinde barındırıyor. Harika yazmışsın. Kutluyorum seni. Yeni öykülerini merakla bekliyorum💜❤️
Çok teşekkür ediyorum😊
Okuduğum her yazında sana daha da çok hayran oluyorummm canımm benimmm… Seçtiğin konular, kullandığın sözcükler ve onları dile getirişinnn…. Umut ve hayalkırıklığı denilen bu iki zıt duyguyu o kadar güzel dile getirmişsin ki bu hikayende Pelinimmm. Birçok duygu barındırıyor öykü ama bu ikisi her satıra işliyor…💙🙏💙
Çok mutlu oldum, çok teşekkürler Nihancığım 😊
Sonuna kadar merakla heyecanla okuduğum bir öykün daha…duygularına emeğine kalemine sağlık❤️💋👏