“Dil insanların hayata bakışını değiştiren, etkileyen bir faktör. Hangi dille düşündüğümüz, haznemizde nelerin olduğu önemli. Bazen karşılığını yalın sözcüklerde bulamadığım, hatta cümlelerle aktaramadığım bir duyguyu, bir inceliği, hassas bir noktayı; kullanmaktan vazgeçtiğimiz ya da unuttuğumuz eski tek bir kelime, tam da kalbinden vurabiliyor…”
Merhaba Müjde, hoş geldin. Takipçilerimiz hatırlayacaktır, seninle daha önce Ziziro adlı romanını konuştuğumuz keyifli bir söyleyişi yapmıştık. Bugün baktım Kasım 2021’de yapmışız söyleşiyi. Ama ben seninle daha dün görüşmüş gibi hissediyorum. Zamanın ne kadar hızlı aktığını bir kez daha fark etmiş oldum. Görüşmeyeli yazmak dışında neler yaptın? Hayat nasıldı?
Zamana teslim oldum herkes gibi. Sağlık olsun, diye diye günler aylar yıllar geçti. Benim cenahta çocuklar büyüdü ben de biraz yazdım, çizdim. ‘Ziziro’dan sonra ‘Hakikatler Kulübü’ geldi ardından ‘Rabarba.’ Ama tabii öykülerin yazım macerası daha uzun sürdü. Senelere dayanıyor.
Önceki söyleşimizde yeni bir proje üzerinde çalıştığından söz etmiştin. Heyecanla beklediğim yeni kitabın Rabarba Haziran 2024’te okurlarıyla buluştu. Çok çok kutluyorum öncelikle. Yolu açık, okuyanı bol olsun. Bize Rabarba’nın yazım sürecinden bahseder misin? Öykülerin yazımı ne zaman başladı? Bu kez roman değil öykü tercih etmenin özel bir nedeni var mı?
Rabarba’nın içinde eski ve yeni öykülerin bir harmanı var. Aslında öyküler münferiden okunsalar da birbirine bağlandıkları noktalar, daha doğrusu karakterler var. Bunun bir matematiği de yok. Sürprizli diyebilirim bu açıdan. Öykü ve roman arasında bir tercih yapmıyorum. Bazı konular öyküye uygun oluyor bazı konuları daha derin daha uzun tahlillerle anlatmak gerekiyor. Kısa yazmak daha büyük maharet, uzun yazıp heyecanla okutmak da başka tür maharet. Yazarken beni mutlu eden de böyle yeni ve farklı yollar keşfetmek. Benim için süreçler böyle işliyor. Tercih ettiğim bir tarz yok, ikisini de çok seviyorum. Uzun yazmam gerektiğinde romana kayıyorum. Fakat öykü yazmak çok zevkli. Roman büyük mesuliyet, ağır yük ve uzun soluklar istiyor. Bir tür maraton koşusu.
Kitabın elime ulaştığında ilk yaptığım şey, daha önce hiç duymadığım bir kelime olan Rabarba’nın sözlük anlamına bakmak oldu. Sen anlatır mısın nedir anlamı? Nereden aklına geldi kitabına bu ismi vermek?
Rabarba; anlaşılması zor insan sesi gürültüsü. Kaotik ve çokça ses. Yaşantıya ve çokluğa ait bir ses. Farklı farklı seslerin bütünü. Bu anlamda hikayeler de çok sesli ama tıpkı içinde yaşadığımız gibi hem hikayelerimiz hem de hayatlarımız bir yerlerde ve beklenmedik şekilde kesişiyor, buluşuyor. Bu yüzden kitabın adını böyle koydum.
Göğe Haykırış öykündeki Güzide karakterinin diğer birkaç öyküde de sürpriz bir şekilde karşıma çıkmasını çok sevdim. Öyküyü okurken kendi içimdeki Güzide’yi fark ettim. Sende durum nasıl? Güzide gibi haykırasın geliyor mu senin de?
Güzide’yi çok severek yazdım, aslında tesadüfen yolda yürürken benzer birine rastladım. Hayatımızda belli bir noktaya geldiğimizde, bir yaşa, bir ana, bir yaşanmışlığın sonuna belki de daha cesur oluyoruz. Geçmişte olamadığımız kadar. İçimize attığımız, bastırdığımız ne varsa su yüzüne çıkıyor. Bu durum bazen beklenmedik hastalıklara yakalanan insanlarda da oluyor. Karakter değişimi diyerek üstünkörü açıklamalar yapabiliyoruz uzaktan. Oysa içine girdiğinizde bunun hasbelkader bir değişim değil bilinçli ve kararlı bir seçim olduğunu anlıyoruz. Bu duruma sebebiyet veren artık her neyse -yaşlılık, eş kaybı, hastalık vb- o insanın artık eskisi gibi olmamaya karar verdiğini ve farklılaştığını görebiliyoruz. Özellikle de kadınlar ömür boyu bazı beklentileri karşılamak için kendilerinden, benliklerinden, hayatta gerçekten istediklerinden vazgeçtiklerinde aslında varlıklarını da inkar ediyorlar. Sonra bir kısmı bunu kabul edip hayatına elinde kalanla devam ediyor, diğer bir kısmı ise isyan ediyor ve bu isyanı bir yolunu bulup ifade ediyor. İşte Güzide de bu türden. Hayata karşı protestosunu sıra dışı şekilde ifade ediyor. Güzide’nin bütün kadınlara ilham olabileceğini düşünüyorum. Gerçek benliğimizi bulmak ve türlü faktörlerin dayattığından şöyle bir silkinip gerçek anlamda olmayı arzuladığımız “beni” fark etme meselesi… “Kuralların kölesi” biz kadınlar için bazen zorlu ve acılı bir yolculuk oluyor çünkü.
Mektup öykünde Tuncer beyin torununa yazdığı mektubu okuyoruz. Ellili yaşlarda biri olmama rağmen bilmediğim bir sürü kelime vardı ve kullanılan dili anlamakta zorlandım. Mektubu yaşlı bir beyfendinin yazdığından hiç kuşku duymadım okur olarak, o kadar gerçekti. Sen yazarken zorlandın mı? Sözlük kullanarak mı yazdın bu öyküyü?
Mektup öyküsünü yazarken çok zorlanmadım. Aslında daha da ağır bir dili vardı, sadeleştirdim. Ben sorduğun dille ilgili konuyu da mektubun içine yerleştirdim aslında. Benim dedem mesela aynı bu mektup dilinde konuşurdu, yazardı, günlük tutardı. Bize çok da uzak bir zamandan bahsetmesem de sade dil elbette daha pratik ve kolay. Fakat dil insanların hayata bakışını değiştiren, etkileyen bir faktör. Hangi dille düşündüğümüz, haznemizde nelerin olduğu önemli. Bazen karşılığını yalın sözcüklerde bulamadığım, hatta cümlelerle aktaramadığım bir duyguyu, bir inceliği, hassas bir noktayı; kullanmaktan vazgeçtiğimiz ya da unuttuğumuz eski tek bir kelime, tam da kalbinden vurabiliyor. Bu anlamda yazarken zorlanmadım.
Bize Ayaklar öykünden bahsetmeni istesem? Fikir nasıl doğdu? Ayak tipleri ile ilgili bilgiler sadece gözlemlerinden mi geliyor? Bence harika bir anlatım, çok beğendim.
Ayaklar tamamen kendime ait bir anlatı. Çocukluğumdan bu yana yaptığım gözlemlere ve kendi yaşanmışlıklarıma dayanıyor. Komik veya absürd gözükse de, hatta “yok artık” dedirtse bile benim ayak merakım da böylece ortaya çıkmış oldu. Bunun bir öykü kitabında ne işi var dersen, anlatı olarak da değerlendirilebilir belki de. İçinde ayaklardan yola çıkarak anlattıklarıma bakarak başka bir türe dahil etmek de mümkün. Artık türleri saf değil biraz melez değerlendirmek lazım.
Öykülerinde yaşlılık, emeklilik, hayata geç kalmış olmak konuları öne çıkıyor. İnsanlar ölmekten değil yeterince yaşamamış olmaktan korkarmış derler. Günümüzde pek çok insan hayatını sürdürebilmek uzun saatler çalışmak zorunda. Ve bunu uzun yıllar sürdürmek zorunda. Geriye çok az zaman ve enerji kalıyor, diledikleri sevdikleri şeyleri yapabilmek için. Emekli olduklarında da hayatı ıskalamış, geç kalmış hissediyorlar. Hevesleri kalmıyor belki de. Bu konuda senin duygu ve düşüncelerini merak ediyorum. Hiç emekli olmayacağın, seni mutlu eden bir işin olsa bu paradoks çözülür mü? Ne dersin?
Geçen yılbaşı kızımla birlikte anneme güzel bir hediye hazırladık. Onunla çekilmiş -değişik yerler, anlar vb- fotoğrafları topladık şık bir albüm yaptık ve kendisine hediye ettik. Hediyeyi aldıktan sonra annemden hiç ses çıkmadı. Ne teşekkür etti, ne bir yorum yaptı. Ben dayanamadım sordum. Anne hediyeyi nasıl buldun? Beğendin mi? Annemin cevabı şöyle oldu: Neyi beğenecem? Yaşlılığımı mı? Aslında yeni nesil köleleriz. Üretilmiş, suni ihtiyaçların peşinde bir ömür harcıyoruz. Ve doğrusunu bu zannederek çocuklara da gençliğe de bunu aşılıyoruz. Aman ayaklarının üstünde dur. Aman şöyle ol. Aman böyle ol. Hayatta idealleri olmak güzel evet, iş sahibi olmak da. Ve mal sahibi olmak da. Ve araba sahibi de. Bu “ve”ler uzar gider. Ama bu “ve”ler nihayetinde bizi daha mutlu yapacak mı? Hayat keşfedilmek üzere beklerken bu “ve”lerin peşinde koşmak bir tür kölelik değil mi? Mutlu olmayı ve kaliteli zaman geçirmeyi bir koşula bağlamak ciddi bir seçim. Oysa hayat bu değil. Hayat keşfedilmeyi bekliyor. Yeni ülkeler gezilmeli, kitaplar okunmalı, yeni insanlar tanınmalı, yeni kültürler görülmeli. Bir yerlerde kök salıp sermayenin kölesi olmadan da doyumlu alternatif yaşam olanakları sağlanabilir. Toprakla, doğayla gerçek hayatın içinde belki de deli gibi para harcamadan emeklilik ve yaşlılık beklenmeden. Artık çocuklarımıza başka şeyler öğretmeliyiz. Mutluluğun peşinde koşmayı. Paranın değil. Bu benim geç öğrendiğim bir şey oldu.
Şu an üzerinde çalıştığın yeni bir proje var mı?
Yeni projeler beni hayata bağlıyor. Sürprizler var inşallah… üstünde çalışıyorum harıl harıl. Çok teşekkür ederim güzel sorular için.
Sevgili Müjde Alganer’e, değerli ve keyifli bu sohbet için teşekkür ederiz. Kaleminin hiç susmaması dileğiyle…
Röportaj: Aynur Dervişoğlu
Müjde Alganer kalemini çok sevdiğim bir yazar. Günümüz edebiyatı için nitelikli bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Röportajın içtenliğini, alt mesajların ince ince işlenmesini sevdim. Emeklerinize sağlık…