– İnanamıyorum şunu bana yaptırdığınıza. Hale bak. Hınca hınç insan dolu.

– Öf Ceyda ya! Eğleneceğiz işte şurada, azıcık heyecanlansan biraz keyfini çıkarsan ölür müsün?

– Neyse ki randevu almışsınız. Hayatta beklemezdim. Gerçi falcıdan, doktordan randevu alır gibi randevu alınır hale gelmişse memleket, durum baya sıkıntılı herhalde.

– Ay başladı yine. Ayrıca falcı değil, medyum.

– Anlıyorum Yeliz’cim. Medyum deyince daha mı havalı oluyor?

– Bak gıcık olmaya başladım Ceyda. Görürsün girince. Bu kadına millet, sırf yarım saatlik seans için akın akın yurt dışından geliyor, haberin var mı senin?

– Yurt dışı mı?

– Evet

– Bizim memleketi anlarım da yurt dışında da durumlar o kadar vahim mi yahu?

Serap ile Yeliz aynı anda göz göze gelip, “Ceyda!” diye çıkıştılar bana. Eğleniyordum.

“Aman iyi,” dedim. 

– Aramızda kalacak bak söz verdiniz, tamam mı? Arda’ya söylemek yok. Onun diline düşürmeyin beni.

– Yok yok, söz, tamam. Hem bir tek seni değil, hepimizi diline dolar. Merak etme aramızda kalacak.

Kiremit rengi, soluk, yer yer boyaları soyulmuş duvarlar. Duvarlara özensizce monte edilmiş ahşap raflar. Rafların üzerinde incecik dumanın dans ederek etrafa dağıldığı tütsülerle, amber kokusunun insan kokusuna karıştığı boğucu bir bekleme salonundaydık, bunalmıştım. Tam o sırada salonun kapısı, kafasındaki bandanadan altındaki şalvara kadar her yerinden iplerin sarktığı, siyahlar içinde bir kadın tarafından öyle sert bir biçimde açıldı ki minik çaplı bir hoplamayla kapıya döndüm.

Kadın etrafa ve içeride bekleyen meraklı kalabalığa şöyle bir göz gezdirdikten sonra kafasını elindeki kağıda eğip, “Ceyda Tekin kim?” diye sordu. Aslında girişken ve özgüvenli biri olarak tanınırım ama o an tırsmadım desem yalan. “Benim,” dedim. “Gel benimle,” Ayaklarım geri gide gide takıldım peşine. Kadifeden, kalın, bordo bir fonun önüne geldiğimizde durduk. Göz göze geldik. 

– Telefon var mı yanında?

– Var.

– Ver.

Sorgusuz, sualsiz çantamdan çıkarıp, uzattığı avucunun içine koydum telefonumu.

– Ses kayıt cihazı, kamera, elektronik herhangi bir şey var mı?

– Yok.

– Aç bakayım çantayı. 

Resmen itaat ediyordum. Çantamın askılarını hızla omuzumdan indirip ona doğru uzatarak açtım. Kafasını eğdi, eliyle şöyle bir yokladı, sonra da başını onaylarcasına sallayıp, önünde durduğumuz kalın fonlu perdeyi araladı. 

Kafasıyla, loş, basık, ağır odunsu bir kokunun dışarıya yayıldığı odayı ve yerde, benden önce oturanın küçük bir çukur oluşturduğu mavi minderi işaret ederek, “Geç şuraya otur. Kirke hazretleri birazdan gelir,”dedi. “KİRKE Mİ?” diye sorarken sesim şaşkınlıkla biraz yüksek çıkmıştı. Siyah, salkım saçak kadın yavaş ama tehditkar bir şekilde tekrar bana çevirdi tüm vücudunu. Kocaman gözleriyle, saç diplerimden, ayakkabılarımın ucuna kadar süzerek, iğneleyen bir ses tonuyla sordu,

– Kime geldiğini bilmiyor musun sen?

– Biliyorum da… Yani… Adının Kirke olduğunu bilmiyordum.

– İyi öğrendin o zaman. Kirke Hazretleri olarak bilinir. Sen de öyle bil.

– Tamam. Peki. Pardon.

– Gelir şimdi. Otur sen.

Bana gösterilen mindere oturduğumda nefesim daralıyor. Odanın duvarları üstüme üstüme geliyordu. Sol duvara gerilmiş olup, kıyafet deneme kabinini andıran çarşaf aralandı. Yüzü, parlak siyah tülbentle örtülü bir kadın çıktı içeriden. Karşıma oturup bağdaş kurdu. Birkaç saniye soluklandı. Sıcak basmış olacak ki, oturduğunda dizlerine değen koca memelerini elinin tersiyle kaldırıp, bluzunu altlarına sıkıştırdı. Hipnotize olmuş gibi onu izliyordum. Kısık bir sesle, 

“Hoş geldin Ceyda Hanım,” dedi. 

“Hoşbulduk Kirke Hazretleri,” 

Ne diyordum Allah aşkına? Hazretleri de ne? Hayatımda hiçbir yere, hiç kimseye ve hiçbir ana bu kadar çabuk adapte olduğumu hatırlamıyorum. 

“Var mı bana soracağın bir şey?” 

Düşündüm… Düşündüm… Yoktu. Omuzlarımı silkip dudağımı aşağı sarkıtarak kafamı salladım. 

“Peki,” dedi. “Başlıyoruz” 

Ortamızdaki masanın üzerinde duran bir kap dolusu suyu işaret ederek, “Elini, avuç için kabın tabanına iyice oturacak şekilde sok. Ben söyleyene kadar da çıkartma,” tiksindiğimi belli etmemeye çalışarak, elimi kararmış bakır kaba soktum. 

Sağ omzuna döndü Kirke Hazretleri, fısır fısır fısır.  

Sol omzuna, fısır fısır fısır fısır.  

Sonra elimin durduğu bakır kaba eğildi,

“cen cen etmen yin yun gon!”

“Urema muklea!”

“Urema muklea!”

Hiç olmayacak zamanlarda gelen gülme krizini bilirsin değil mi? Karnımdan boğazıma doğru yükselen ve ortamı mahvedecek olan bu hissi kovabilmek için inanılmaz bir savaş veriyor, yukarı doğru çekilen dudak kaslarıma engel olamasam da sessizce Kirke Hazretlerini izliyordum. Ne şaklabanlık ama…

Elimi azarlaması bitince, sakince “Çıkarabilirsin,” dedi ve o su dolu tası alıp,  tülbentinin ucunu kaldırarak bir dikişte içti. Öğürmemeye çalışsam da beceremedim. Sessizce birkaç kez kusacak gibi sarsıldıktan sonra derin derin nefesler alarak toparlandım. Ağzım açık kalmıştı. Çenesinden süzülen damlayı elinin tersiyle silerken, tülbentin açık kısmından gülümsediğini gördüm. Şaşkınlığım ona komik gelmiş olacak ki, “Niye dehşete düştün o kadar, zehir mi vardı elinde?” diye sordu. 

– Yok… Yok ama…

“Neyse,” diyerek sözümü kesti. Ciddileşti. 

– Evlenme.

– Ne?

– Evlenme Arda’yla.

Kim söylemişti nişanlımın adını bu kadına? Karşımda oturan ve üç hafta sonra nikah masasına oturacağım adamla evlenmemem gerektiğini söyleyen siyah tülbente bakakalmıştım.

Mideme yumruk yemiş halde anlattıklarını dinledim. Öyle saçmaydı ki, tutturduğu isimler dışında, gerçek olabilecek, mantığa oturtulabilecek tek bir yanı bile yoktu söylediklerinin.

Ya da ben öyle sanıyordum…

Yine de o pis kokulu odadan çıktığımda sinirlerim laçka olmuştu. Kıyafetlerinden sarkan ipleri sallaya sallaya siyahlı kadın geldi yanıma. Telefonumu verdi, bir de yanında içine notlar alınıp dörde katlanarak dikdörtgen haline getirilmiş bir kâğıt uzattı.

“Nedir bu?”

“Kirke Hazretlerinin söyledikleri,”

“İhtiyacım yok. Atabilirsiniz,”diyerek kâğıdı geri uzattığımda elimi eliyle nazikçe geri iterek “Sen sakla,” dedi ve sırasını bekleyen bir diğer umut fakirini çağırmak, beni ise yolculamak için kapıyı aynı hoyratlıkla açtı. Verdiğim dünya kadar paraya mı yanayım? Duyduğum saçmalıklara mı? Kızmıştım. Yeliz’le Serap’ın oturduğu banka yanaştım. 

– Çok bunaldım. Bastı beni burası çıkıyorum. Zaten gelinlik provam var bir saat sonra, geç kalmayayım. Sonra görüşürüz tamam mı?

– Ay dursana ya! Dursana kızım! Ne oldu? Ne dedi?

– Aman bir ton saçmalık, valla sinirlerim bozuldu. Şuna verdiğim parayla gider üç çift ayakkabı alırdım.

– Ne dediğini söylesene Ceyda, of çatlattın!

– Evlenme Arda’yla dedi. Evlendiğim gün hayatımın son güzel günü olacakmış. Bir sürü fasa fiso. Size diyorum bak dolandırıcı bunlar. Resmen sinirlerimi bozsun diye birine elimle para saydım. Neyse hadi kaçıyorum, görüşürüz.

Ceyda önündeki soğumuş filtre kahveden son yudumunu aldıktan sonra, elini çenesinin altına koymuş dalgın dalgın onu dinleyen Şermin Hemşireye gülümsedi ve akülü sandalyesinin düğmesine basıp masadan geri geri çekildi. Tam mutfaktan çıkmak için sandalyesini döndürmüştü ki Şermin Hemşire şaşkınlıkla seslendi, 

– Aaa! Ceyda Hanım nereye? Bitti mi?

“Uykum geldi,”dedi Ceyda. “Yarın devam ederiz.”

– Ay aşk olsun valla, en heyecanlı yerinde kesilir mi böyle? Bari falcının ne dediğini söyleseydin.

– Falcı değil, Kirke Hazretleri.

– Ay neyse ne… Hazretleri diyor bir de, tövbe tövbe.

Şermin Hemşire hayal kırıklığına uğramış halde, masadaki kahve fincanlarını makinaya yerleştirmek için kalkmışken, elinde tuttuğu fincanlar bir anda patlayarak tuzla buz oldu. 

Çünkü bazen sahip olduğun gücü kontrol edebilmek, o güce sahip olmaktan daha kıymetliydi…

Şermin Hemşire korkuyla olduğu yerde sıçrayıp dengesini kaybederek yere düştüğünde, kapıda duran Ceyda ile göz göze geldi. Sakince “Kirke Hazretleri,” diye tekrarladı Ceyda ve akülü sandalyesinin çıkardığı mekanik sesle beraber odasına çekilmek üzere gözden kayboldu. Sandalyesini yatağının yanına iyice yanaştırıp kollarından güç alarak, bir senedir kötürüm olmaktan külçe gibi ağırlaşmış vücudunu zorlukla bembeyaz nevresimlerin içine bıraktı.

İnsan ne ağırdı.

Hatta insan bazen en çok kendine ağırdı. Fazlalıktı.

Parmaklarını gezdirdi beyaz yorgan kılıfının üzerinde, Arda ile geçen günler geldi gözünün önüne. 

– Bayılıyorum şu otel nevresimlerine. Nereden alıyorlar bunları acaba?

– Şu valizleri boşaltalım da, istersen aşağı inince danışmaya sorarız hayatım.

Arda’ya döndü Ceyda. Kollarını boynuna doladı. Vücutları birbirine değdi. Gülümsediler. Öpüştüler. Sarıldılar. Ağır hareketlerle birbirlerini soydular. En çok gün ışığında sevişmeleri severlerdi. Vücutlarının enerji doluşunu ve ardından aldıkları duşları…

Yataktan kalkarken Arda’yı dudaklarından büyük bir tutkuyla, ikinci bir sevişmeye davet edercesine öptükten sonra duşa girdi. Evliliklerinin beşinci, balayı tatilinin ilk gününde, Yunanistan’ın Skopelos adasını keşfedecek, denize dimdik inen uçurumun tepesine çıkıp manzarayı izleyerek şarap içeceklerdi. 

Saçlarını durularken çantasındaki gebelik testi aklına geldi. Genç kızlığından bu yana bir gün bile sekmeyen reglisi bir ay gecikmişti. Yıkandı, havluya sarındı, testi almak için banyonun kapısına elini atmıştı ki içeriden Arda’nın telefonla konuştuğunu duydu. 

– Bak ben seni arayacağım tamam mı? Şimdi hiç sırası değil. Evet. Anlıyorum. Tamam, sen git, bana da haber et. Durumları biliyorsun lütfen, üzme beni hadi.

Hışımla açtı banyonun kapısını. 

– Tamam Turhan. Hadi abicim. Biliyorsun daha yeni evlendim, balayındayız, uğraştırma şimdi beni, sen halledersin. Kapatıyorum.

Ceyda soran gözlerle Arda’ya bakarken, “Bizim Turhan işte ya, sistem üzerinde hisse senedi alımlarında bir karışıklık olmuş. ‘Mahvolurum, ilgilen’ diyor,” dedi Arda telefonunu yatağa fırlatarak. Üzerinde durmadı Ceyda, aynanın önünde duran çantasını alıp tekrar banyoya girdi. Testi alırken, bir ay önce gittiği falcı asistanının verdiği kâğıt da kutuya takılıp yere düşmüştü. Klozete oturdu, test kitini açıp üzerine işeyerek lavabonun kenarına bıraktı. Yerdeki dikdörtgen kâğıt ilişti gözüne. Eğildi. Aldı. Okudu. Unutmuştu. Midesi buruldu. “Öfff! Bir de ‘Benim de başımı belaya sokma’ demiş. Nasıl sokacaksam?” diye söylenip kağıdı tekrar çantanın içine attı. Ellerini yıkamak için lavaboya döndüğünde, kenarda durup ona bakan bir çift pembe çizgi ile karşılaştı. Sevindi. Korktu. “Bu akşam son şarabımı içerken veririm müjdeyi artık.” diye düşünerek çıktı banyodan. Odanın içine dolan akşam güneşi gözlerini kamaştırırken Arda’ya gülümseyip, duşun üzerinde yarattığı ferahlama hissiyle, bembeyaz nevresimlere bıraktı kendini.

Açılan perdelerin tıkırtısı. Odaya dolan güneş ışığıyla beraber havalanan tozlar. Elleriyle yüzünü kapatarak kafasını yastığa gömdü Ceyda. “Oooof!”

– Günaydın Ceyda Hanım.

– Günaydın Şermin Hemşire.

– Nasılız bugün?

– Sen gelene kadar iyiydim.

– Kalbimi kırıyorsunuz ama. Harika bir kahvaltıya, sonra da güzel bir yürüyüşe ne dersiniz?

Ceyda, kafasını gömdüğü yastığın içinden boğuk bir sesle, “Yürüyüş yapmak, yürüyebilen insanlara mahsustur Şermin Hemşire,” diye homurdandı.

“Biz de gezinti yaparız o zaman. Gezinti yapmak hem yürüyene, hem aracı olanlara mahsus değil mi? Yanlış söylemeyeyim şimdi…”

Kıkırdayarak kafasını kaldırıp Şermin Hemşireye baktı Ceyda. “Öyle öyle…”

“E hadi o zaman, önce sizi şu yataktan kaldıralım,”

Vücudunu aşağı çeken büyük memeleriyle, kan ter içinde kendisini giydirmek için debelenen Şermin Hemşire’yi izledi Ceyda. Utandı. Minnet duydu. Annesinin yapmadığı anneliği, bir başkasına para karşılığı yaptırmak gücüne gitti.

– Şermin Hemşire

– Hı?

– Kahve de içer miyiz bir yerlerde?

– İçmez miyiz yahu.

Gülüştüler. Gezinti sonrası çitlerle ve çitlerin üzerinden yerlere sarkan çiçeklerle çevrili şirin bir kafenin önünden geçerken oturmaya karar verdiler. Birer kahve söylediler. Ceyda kahvesinin ılımasını beklerken, dudağının ucuyla gülümseyerek “Eee nerede kalmıştık?” diye sordu. Şermin Hemşire, tam kahvesinden bir yudum almak için fincanı dudaklarına götürmüştü ki kafasını kaldırıp heyecanla atıldı,

– Falcıdan çıkmıştınız!

– Falcı değil.

– Ay aman pardon tamam. Kirke Hazretlerinden çıkmıştınız.

– Neyse evlendik biz üç hafta sonra.

– E ama Kirke ne demişti?

– Dur. Dinle. Anlatacağım.

– Yunanistan’a gittik balayına. İlk gün duşumu alıp banyodan çıktığımda Arda’yı telefonda biriyle konuşurken yakaladım ama çok üzerinde durmadım. Hem konduramadım hem de hamile olduğumu öğrenmiştim. Dedim “Hadi alalım şaraplarımızı da çıkalım artık yola, karanlık basmasın,” Sürpriz yapacağım ya, heyecanlıyım bir taraftan. Tabii o sırada Arda’nın telefonu neredeyse her beş dakikada bir çalıyor. Arda meşgule atıyor, bir daha. Meşgule atıyor, bir daha. Sonunda sesini kapadı telefonun ama duyuyorum ‘zzzzt zzzzt’ titriyor. Sinirlendim artık. “Aç şunu,” diyorum. “Borsa işte hayatım, saati, günü, tatili yok ki, boş ver,” diyor. Hak veriyorum ama içime kurt düştü bir kere. Biz vardık tepeye, bütün ada ayaklarımızın altında. Açtık şaraplarımızı, öpüşe sevişe iki şişe şarabı bitirdik. 

Ben Arda’ya döndüm, dedim “Sana bir sürprizim var,” Merakla dikti gözlerini gözlerime, bir şey söylemek için kısa bir nefes almıştı ki telefonu tekrar çalmaya başladı. Saat olmuş gecenin ikisi, iş güç mü kalır o saatte? Tepem attı. Alkol de var tabii. “Aç o telefonu,”dedim. “Uğraşamam şimdi,” dedi. “Ver o telefonu bana, aç artık!” dedim. “Üsteleme Ceyda, sana ne benim işim gücümden, boşver,” dedi. “Ya o telefonu açar bana verirsin, ya da buradan döndüğümüz gibi boşanırız!” dememle, “Ne diyorsun sen ya! Ne saçmalıyorsun?” diye ayağı fırlayınca ben de kalktım. Telefonu cebinden alabilmek için hamle yaptım. Birkaç adım geri çekildi. Tekrar üzerine gittim. Meğerse uçurumun ucuna gelmiş, geriye doğru attığı adımla boşluğa düştü ayağı, dengesini bulmaya, tutunmaya çalışırken ona uzandım ama gücüm yetmedi, beni de elimden yakaladığı gibi altmış metre yükseklikte bir yamaçtan yuvarlanarak beraberce aşağı düştük.

Gözümü açtığımda bir haftadır komadaymışım. Arda ölmüş. Ben üzerine düştüğüm için kurtulmuşum ama ne kadar kurtuldum tartışılır,” dedi Ceyda göz yaşlarını silip, elleriyle bacaklarını gösterirken.

Şermin Hemşire pek etkilenmişe benzemiyordu.

– Peki kimmiş arayan, öğrenebildin mi?

– Arda, son bir senedir başka bir kadınla berabermiş. Kadın hamileymiş, hem de on dört haftalık. O gün de bebeğin cinsiyetini öğrenmiş, o yüzden arıyormuş durmadan.

– Ay ne diyorsun Ceyda Hanım, sen bunu nasıl öğrendin?

– Arda’nın cenazesinden sonra beni hastanede ziyarete geldi o kadın. Gerçi gelmesine gerek yoktu. Ben zaten biliyordum.

– Nasıl yani, nereden biliyordun?

Ceyda çantasını açtı, bir sene önce Kirke Hazretlerinin yanındaki salkım saçak kadının ona verdiği kağıdı çıkartıp Şermin Hemşire’ye uzattı. 

“Onunla evlenme. O başkasıyla evlenecek. İzin ver.

Kader yazılmış böyle.

Kadere karşı gelme.  

Öldürmeyecek bu aşk seni ama inat edersen süründürecek. 

İnanmıyorsun! İnan! Hislerine güven.

Anladıklarını anlamamazlıktan, duyduklarını duymamazlıktan gelme.

Bana gördüklerimin, kendine görmezden geldiklerinin kefaretini ödetme.

Hayatım alt üst olur zannediyorsun. Israr etme. Hayatının altı, üstünden güzel olacak. 

Ama İnanmaz da ısrar edersen yanlışta,

hayatının üstünü sana cehennem kılacak yaradan!

 İnanmıyorsun! İnan!”

Şermin Hemşire kağıdı özenle dörde katladı. Derin bir nefes alıp, başını iki yana sallayarak, iki parmağıyla masanın üzerinden Ceyda’nın önüne doğru sürdü. Çantasına uzandı, “Hava,” dedi, “Serinledi sanki biraz,” siyah parlak tülbentini çıkarıp başının üzerinde abartılı bir şekilde çevirerek omuzlarına attı.

Ceyda nefesinin kesildiğini hissetti. Gözleri büyüdü. Kalbinin uğultusu kulaklarını doldurdu.

“Şermin Hemşire…” diye fısıltıyla karışık bir inleme döküldü dudaklarından.

İki elinin parmaklarını birbirine geçirip, dirseklerini masaya dayadıktan sonra öne doğru eğilerek gözlerini Ceyda’nın gözlerine diken Şermin Hemşire, üzüntüyle tebessüm edip başını yana doğru eğdi.

“Keşke dinleseydin değil mi Ceyda Hanım?” dedi. “Ben seni uyarmıştım…”

Duygu Değirmenci

Shares:
2 Comments
  • Derya
    Derya
    6 Mart 2021 at 11:13

    Gerilim filmi ozlemis kadar oldum!

    Reply
    • Derya
      Derya
      6 Mart 2021 at 11:14

      *izlemis :)

      Reply

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir