Kabataş İskelesi aynı sesle uyandı.
“Gü-nay-dın efe’nim.”
Sese genç bir kız karşılık verdi önce elini alnına götürüp.
Adam kulağından ağzına uzanan mikrofonu tutup devam etti.
“Size de günaydın bey’fendiciğim. Günaydın martılar. Günaydın esnaf kardeşim. Günaydın ada vapuru.”
“Sana da günaydın,” dedi simitçi eli havada “Kabataş’ın neşesi, gülen yüzü.”
“Ah, canımsın kardeşim.”
Mikrofondan çıkan cızırtılı, naif ses dalga dalga yayıldı.
“Ada vapuru bur’dan. Buyrun efe’nim. Ada vapuru bur’dan.”
Vapura yetişmeye çalışan kadının yüzündeki telaşı sildi ses. Reverans yapar gibi eğilip elini uzattı adama geçerken. İnce parmaklarını zarifçe tuttu İstanbul’a günaydın diyen adam. Kadın el sallamayı ihmal etmedi vapura binerken. Tanışıyorlar mıydı, sanmıyorum. Günde yüzlerce asık surat iskeleye adımını atar atmaz bu sesle silkinirdi. Yüz çizgileri yukarı hareketlerle yumuşar, sıkıntılarını bir an olsun unutur,muhakkak selam verirlerdi. Kimse bu enerjiye kendini nasıl kaptırdığını anlamazdı. Herkes bir eylemde bulunma ihtiyacı hisseder, kimi elini kalbine kor, kimi başını sallar ya da içten bir gülümsemeyle karşılık verirdi. “Elli iki yıldır ada vapurları benim davetimle şenlenir,” derdi. Bozmaya, ellemeye, kemirmeye, yağmalamaya, savurmaya gelenler, sert köşeli bakışlar onu görünce değişirdi. Havalı şapkası, ütülü pantolonu, uyumlu kravatı, cilalı pabuçlarıyla insanları karşılayan bir mucize işçisiydi. İskelenin Houdini’si. Herkesin kendine bir yer bulabileceği gamzesini, temiz beyaz dişlerini bir hüznün gölgelediği görülmemişti. Daha iyisini yapma tutkusunun harekete geçirdiği parmakları hep havada. Bu alakadan en memnunlar turistlerdi. Başka bir ülkede,tanımadıkları bir yüzün sıcaklığına sığınıp kendini dalgalara bırakmak güzel bir şeydi. En ücra köşelerden bile mutluluğu çeken bir mıknatıstı Erdal Abi. Kabataş, sahnesiyle kulisini birbirine bağlayan koridordu. Taksiciler, kaptanlar, simitçiler,boyacılar, balıkçılar hepsi nasibini alırdı gülüşünün bereketinden. Bugün bir farklı geldi gözüme. Hoparlörü bırakmış, yaka mikrofonu takmış da çıkmıştı sahnesine. İklimine uzaktan kapılan bir genç kız yaklaştı arkasından.
“Bi fotoğrafınızı çekebilir miyim abicim.”
Dönerken biraz şaşkındı.
“Ne münasebetle han’fendiciğim,”
“Muhteşem bir şahsiyetsiniz o yüzden,” demez mi kız. Aldığı cevabın hoşuna gittiği yüzünden anlaşılıyordu. Dünyayı kucaklamak ister gibi kollarını genişçe açtı. Sağ ayağı önde fiyakalı bir poz verdiğini gördüm en son vapura binerken. Her sabah beni büyüleyip kuşatan bu adamı akşam dönerken göremeyeceğime üzülüp “Sana da günaydın güzel insan,” dedim uzaktan, duymadı.
Kabataş İskelesi’nde gün aymıyor bu sabah. Kaldırımlara, raylara, sandallara, simitçi tezgahlarına alışılmadık bir grilik çöküyor. Çatılarda sıralanmış martılar suskun. Yolcular itişip kakışmıyor. Esnafın eli alnında, gözleri meçhul bir yere sabit. Dakikalarca yaprak kımıldamıyor. Motorlar, vapurlar kalkış düdüğü çalmıyor. Kaptanlar kamaranın penceresinde, şaşkın. Taksiciler yeşil ışıkta yolu kapamış, akmayan trafiğe itiraz eden yok. Sokak köpekleri tedirgin. Biletçiler kasayı açmamış, kapıda ayakta. Halatlar suya salınmış. Meydandaki sessiz kalabalık her dakika artıyor, artıyor, artıyor. Tek kelime çıkmıyor dudaklardan. Suratlar ters yüz olmuş, gözkapakları yarı aralık. İnsanlar uyurgezerler gibi sabit bir salınımda. Sepetlerden tezgahlara konulmayı bekleyen sıcak simitler, kasalardaki soğuk meyve suları, kâğıthelvalar, pamuklu şekerler. Hepsi uykuda. Bu sabah köpüklü dalgalar rıhtımı dövmüyor. Şehrin dilli düdüklü sesi susuyor.İçimde nasıl dolduracağımı bilemediğim bir çukur açılıyor. Tramvay yolundaki at arabası gibi kalakalıyorum. Havada ipi kopmuş bir balon savruluyor, bu neyin işareti. İskelenin sihirbazı başlat tuşuna basmamış, diye hayal kurmuştum evden çıkarken ama gerçekten Erdal Abi iskelede görünmüyor. Zihnimde kurduğum bir hayal mi yoksa gerçek mi bilemedim. Aklımdaki cevabın orta yerinde uzak bir hoparlörün gıcırtısını duydum.
“Ses, sesss, bir ki, sesss.”
Kulaklarım beklenene kavuşmak için tetikte.
“Günaydın efen’im,” dedi ince, kibar bir ses. Adımlarımı hızlandırdım. Martılar çığlığı bastı iskelenin tepesinden sırayla havalanırken. Şişko adam önündeki süslü kadını itekleyip düşürdü. “Hayvan oğlu hayvan itmesene be.”
Bir çocuk ağlamaya başladı, eli annesinin eteğinde. Vapurundüdüğüne üflendi sonra uzun uzun. Görevliler suda salınan halatları çekmeye başladı. Dalgalar, gülümseyen yüzlerini ıslattı.
“Günaydın İs-tan-bul. Günaydın martılar. Günaydın esnaf kardeşlerim.”
Gün ayıyor, yüzler yumuşuyordu. Simitçi besmeleyle dizdi tezgâha simitlerini. Şehir sesini buldu. Dondurmacı zile vurdu. Sokak köpekleri silkindi. Akbil sesleri art arda. Taksiciler gaza bastı.
“Yürüsene hödük,” dedi bıçkının biri.
Kornalar, frenler, topuk sesleri, ıslıklar, raylardaki gıcırtılar hepsi uyandı bir bir. Önümde sokağın değişip duran görüntüleri.
“Hayırdır Erdal Abi, niye geciktin,” dedi işportacı.
“Mikrofonu sevemedim Adem’ciğim, hoparlörümü almaya gittim,” dedi kollarını açıp şehri kucaklar gibi.
Şeyda Başer Eroğlu