Sezgin Ağabey merhaba, misafirimiz olmayı kabul ettiğin için çok teşekkür ederiz. Önce seni tanıyarak başlamak isterim. Sezgin Kaymaz kimdir? Günlük hayatında neler yapar?

Ben de edebiyata kapı açtığınız için size teşekkür ederim. Çok güzel bir iş yapıyorsunuz, elinize sağlık. Dilerim hep yapar, edebiyat severleri kitaplarla, yazarlarla buluşturmaya hep devam edersiniz.

Kim olduğuma gelirsek… Okul okumayla sıkıntısı olmadığı hâlde, hentbol antrenörlüğü ve onun iş yoğunluğu otomatikman sıkıntı yarattığı için sırasıyla Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini birinci sınıftan, Ankara 19 Mayıs Spor Akademisini yine birinci sınıftan, Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dilbilimini son sınıftan -ki sadece bu okulu Türkçe’den kaldığımı söyledikleri için sinirlenip bıraktım- ve tekrardan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bu defa üçüncü sınıftan terk etmiş bir adamım. 32 yıl kulüp ve milli takım seviyesinde hentbol antrenörlüğü yaptım. Ama otuz ikinci yılımda onu da terk edip voleybola geçtim ve altı buçuk yıl Türkiye Voleybol Federasyonunda İcra Kurulu Koordinatörü olarak görev aldım. Sonra -tabii ki- onu da terk ettim. Ayran gönüllü biri değilim, bu terk edişlerle övünmüyorum, ama şöyle düşünüyorum: Yaptığın işi ya tam yap, ya hiç yapma! Ben, hentbol antrenörlüğüm sırasında “Okulu mu tam okusam, antrenörlüğü mü tam yapsam?” çatalında antrenörlük sapağına sapmışım, cürmüm bundan ibaret. Bu yüzden, bu kadar terke rağmen, önüne geleni terk eden, bundan çarçabuk sıkılıp şuna gönül indiren, şundan da tezcek soğuyup ona yeşillenen adam olarak görmüyorum kendimi. Esasında sevdim mi tam sevmemle, güvendim mi sonuna kadar güvenmemle bilinirim; sevdiklerimi, güvendiklerimi asla terk etmem.

Misâl, eşim Hülya.

Misâl, kırk yıllık, elli yıllık dostlarım.

Misâl, evde bizimle beraber yaşayan, dört köpek, on kediden mürekkep toplam on dört baş evlâd-ı hayvanat. Bunları ölsem terk etmem.

Sorunun devamında “Bu adam günlük hayatında neler yapar?” demişsin. Kısaltarak anlatmaya çalışayım:

Yazıyorum. Canım ne zaman isterse o zaman, ne kadar isterse o kadar, nasıl isterse öyle. Ne televizyonun kulağımın dibinde bangırdaması engel oluyor bana, ne tepeme çıkıp çıkıp inen kediler, ne zırt pırt çişi gelip bahçeye çıkmak isteyen köpekler. O işleri de hâllediyorum, bu işi de.

Hülya’yla beraber sokak hayvanlarına bakıyorum. Yazın su, kışın yiyecek bulmak iflahını kesiyor garibanların; biz de elimizde su kaplarıyla, mama torbalarıyla, iç-dış parazit ilaçlarıyla sokak başlarını tutup yolumuzu gözleyen bu güzel varlıklara elimizden geldiği kadar sahip çıkmaya, kuş kadarcık canlarını esirgemeye, bebeklerini kurtarmaya, kurtardıklarımızı sahiplendirmeye çalışıyoruz. Gücümüz yettiğince kendimiz, güç yetiremediğimiz zamanlarda eşten dosttan mama desteği isteyerek imece usulü. Gece ve gündüz; bunda bir dur durak yok. Ömrümüz böyle geldi, böyle geçecek; hiçbirini terk etmeyeceğiz.

Emekli olduğum, Hülya hâlâ çalıştığı için gündüzleri evdeki on dört nüfus evlâd-ı hayvanatla uğraşıyorum. Akşam Hülya geliyor, beraber uğraşmaya başlıyoruz. Onlarla oturup kalkıyor, onlarla yatıp yuvarlanıyor, onlarla ilgileniyoruz. Meselâ kedi milletinin kan şekeri çok hızlı düşer, ne zaman acıkacağını kendi de bilmez; evde on kedi olup onu da canı ne zaman isterse o zaman acıktığı, dört köpek olup kimin canı ne zaman isterse ihtiyaç görmeye o zaman çıktığı için, ve buna sokakta yol gözleyenleri de eklersen, yirmi dört saat mesai başındayız. Çok güzel yoruluyoruz.

Bunların haricinde okuyorum, mektup kardeşlerimle mektuplaşıyorum, evi sobayla ısıttığımız için de her kış öncesi tonlarca odun kesiyorum.

Hentbol antrenörlüğünden yazarlığa, ilginç bir geçiş olmuş. Nasıl bir yolculuktu?

Yazmaya hentbol antrenörlüğümün en civcivli, en yoğun, en rekabetçi zamanlarında başladığım için bu bana çok iyi gelen bir yolculuk oldu. Yazarken kazanma hırsından, kaybetme endişesinden, planlı-programlı adım atma mecburiyetinden arınıyor insan, şöyle bir ferahlıyor, sakinliyor, huzur buluyor. Düşünsene, antrenörsün, yirmi dört saat falanca sporcun şunu nasıl yapsın, bunu nasıl başarsın, çaktırmadan nasıl işine karışayım da şu şu şu eksikliklerini gidersin, hafta sonundaki maça acaba hangi kadroyla çıksak diye kafa patlatıyorsun; bu az buz bir yük değil insanın ruhuna. Ama sonra yazmaya oturuyorsun, yazdığın romandaki hiçbir kahramanın işine karışmıyorsun, hiç kimse daha iyi veya daha kötü olsun diye uğraşmıyorsun; o saatten sonra şu yensin-bu yenilsin diye bir derdin kalmıyor; koşturmacanın hayhuyundan kurtuluyor, kaybetmenin erdemini keşfetmeye başlıyorsun. Kendini buluyor, huzurunu buluyorsun, ruhunda biriken yük, sabunlu su görmüş kir gibi akıp gidiyor; oh be diyorsun işte o zaman. Bu tabii ki çok güzel bir yolculuk olacaktı, öyle de oldu.

Bir yazma rutinin var mı? Kurgu yapmak, önceden olacakları planlamak gibi. Ben kitaplarını okurken aslında yazarın da seyirci olduğu bir gidişat olduğu izlenimine kapıldım. Eğer yazar yazdığı sahneleri bu kadar görmese, o süreçle beraber heyecanlamasa, üzülmese ya da sevinmese bunu okurun da hissedemeyeceğini düşündüm hep. Yazarken nasıl bir çalışma programın var?

Sondan başlayayım, ilk soruya doğru gideyim: Herhangi bir çalışma programım, “Hadi oturayım da bir şey yazayım…” diye bir planlı hareketim yok. Ne zaman içimden gelirse, ne zaman canım isterse o zaman yazıyorum. Program sorusunun cevabı bu.

Diğer soruda zaten cevabı kendin vermişsin; izlenimlerin doğru. Kurgu yapmayı sevmediğimden veya bilmediğimden, romandaki hiçbir şeyi tasarlamıyor, önceden hesaplamıyor, “Şöyle başlayıp şöyle bitiririm, sonra da araları doldururum, olur biter.” demiyorum. Canım yazmak istediği zaman oturuyorum klavyenin başına, yazmaya başlıyorum. İşte sanki yazmıyor da seyrediyor gibiyim o an, kim ne zaman isterse o zaman sahneye çıkıyor, kim ne söylemek isterse onu söylüyor; ben sadece kâğıda döküyorum. Yazdığım hiçbir şeyin sonunu bilmemek, bırak sonunu bilmeyi, bir sayfa sonra dahi ne yazacağımı bilmemek büyülüyor beni. İşi çok eğlenceli hâle getiren de bu zaten. Ben, yazdığım şeyin sonunda ne olacağını çok merak etmeyi ve sonunda her ne olmuşsa okurla beraber öğrenmeyi çok sevdiğim için çok severek yazıyorum.

Büyülü gerçekçilik ya da fantastik edebiyat, kendi dinamikleri olan zor bir tür ve bu tür içerisinde başarılı örnekler vermek pek kolay olmuyor. Bu tür üzerinde çalışırken gerçekle hayal arasındaki o muhteşem geçişleri yapmanın kolay bir yolu var mı?

“Muhteşem geçişler” diyerek büyük iltifat etmişsin, teşekkür ederim.

Bildiğim kadarıyla bende beni özel yapan bir şey yok. İçimden gelen şeyi, daha kanlı canlı ifade edecek olursam, yazarken gördüğümü yazıyorum; geçiş desenleri kendi keyiflerine göre oluşuyor.

Hayvanlar edebiyatının vazgeçilmez karakterlerinden. Onlarla ilişkinden bahseder misin? Lucky’i hiçbirimiz unutmadık. Lucky’i devam ettirmeyi düşünüyor musun?

Bunu ilk sorudaki cevabımda ballandıra ballandıra anlatmıştım; hayvanlar benim dünyamın, ailemin bir parçası, ben de onların bir parçasıyım. Beraber yaşıyor, beraber öğreniyor, beraber eğleniyor, beraber üzülüyoruz. İnan, bakkala gidip gelsen seni hacıdan gelmişsin gibi karşılayan, cilve yapacağım diye sıcak çayı üstüne başına döktüren bir köpeğin, yürürken ayaklarına dolanıp seni tökezleten, tam filmin en heyecanlı yerindeyken televizyonun önüne dikilip senle dalga geçen bir kedinin olmadığı bir evde yaşamak istemezdim.

Demek ki gözünden kaçmış; “Farfara” var ya işte. Lucky’nin devamıdır o, Lucky’nin bittiği yerden başlar ve gittiği yere kadar gider. Yakında İletişim’den tekrar çıkacak, o zaman görüşürüz.

Evet gözümden kaçmış. Üzüldüm şu an. Yarın ilk işim Farfara’yı almak olacak. Peki kitaplarınızda “büyülü gerçekçilik” olarak adlandırdığımız tekniği sıkça görüyoruz. Bölüm başlarında da çoğunlukla Mevlana’dan alıntılar… Sezgin Kaymaz kendi mistik dünyasını yaratırken bu durumu besleyen şeyler çocukluğundan bugüne gelenler mi? Bizi büyülü anlara götürüp getirmenin temelinde ne yatıyor?

Belki babasız beş çocuk büyüten, çektiği acılara gülmeyi bilen, o beş çocuğa da gülmeyi öğreten, hepsini gözetip okutup yetiştirip bir baltaya sap edip arkalarından ittirip hayatın içine salıveren bir annenin en küçük evlâdı olmam başlı başına bir büyülü gerçekliktir ve bakarsın beni besleyen şey bizâtihî budur.

Yazım sürecinde mutlaka hikâye kendini dayatıyor ve kervan yolda düzülüyordur. Ama yine de akışa müdahale etmek istediğinde, standart imla ve anlatım hataları haricinde en çok nelere dokunuyorsun?

Bu dokunuşlar üç şekilde gerçekleşiyor.

Birincisi, senin de sözünü ettiğin imlâ hatalarına müdahale. Yazan, yazmayı murâd ettiği şeyi yazdığını zannettiği için kendi yazım hatalarını göremiyor yazarken, bunları sonradan bir güzel elden geçirmek, düzeltmek gerekiyor. Ben genellikle beş defa falan yapıyorum bu işi. Ama her seferinde bir önceki bulduğumdan daha çok hata buluyor, çıldırıyorum. Neyse ki yayınevi ben ne kadar “Vallaha billaha çok güzel elden geçirdim.” desem de “Sen bi dakka!” deyip bir daha ve bir daha elden geçiriyor. Böyle süze süze olabildiğince hatasız bir metin oluşturmaya çalışıyoruz elbirliğiyle. Bu birinci dokunuş şekliydi.

İkincisi, “Kaldır at çöpe!” şeklinde kendini gösteren müdahale. Bu sadece yazarken olabiliyor. Şöyle ki, niyeti bozduğumu, yani kendimde akışa müdahale etme niyetini sezdiğim anda, o âna kadar kaç sayfa yazmış olursam olayım, kaldırıp çöpe atma zamanımın geldiğini anlıyor ve aynen de öyle yapıyorum. İşte bu da ikinci dokunuş şeklim.

Bir de üçüncüsü var: Bunun için aradan yıllar geçmesi gerekiyor. Diyelim yirmi yıl önce yazdığım bir romanı gözden geçirmeye başladım. Bir de bakıyorum elden geçirmeye de başlamışım, belki de yeni baştan yazmaya. Bunun, “Elleşme, olduğu gibi, ilk hâliyle kalsın.” diye düşünenlere sevimsiz geldiğini biliyorum, ama öte türlüsü de bana sevimsiz, hâttâ çok kibirli geliyor. Yazar, yazdığı metni kutsal metinmiş gibi sakınmaya, korumaya kalkarsa aslında kendini sakınıyor, kendini koruyor, kendini önemsiyor, sevse sevse bir tek kendini seviyor anlamına gelir. Öyle ya, ben yirmi yıl önce niye erişilemez, dokunulamaz bir metin yazmış olayım ki? Ben kimim? Kendimi ne sanıyorum da “Yazılabilecek en güzel şeyi yazdım bitti, daha da ötesi yok.” havalarına gireyim? Hayatta girmem. Zaten, “En iyisini yirmi yıl önce yazdıydım.” diyen adam bir daha yazmasın.

Türkiye’deki yayıncılığı değerlendirirsen yayınevlerinin yazarlarla ilgili hangi tavırlarını eleştirirdin?

Eleştirsem eleştirsem, yayınevlerinin yazarlarını ve kitaplarını herkese duyuracak, herkesi “Bak bizde böyle bir kitap, böyle de bir yazar var.” diye haberdâr edecek cevvâliyeti göstermedikleri için eleştiririm. Zaten sürekli vıdı vıdı vıdı bunu eleştiriyorum. Tabii bu, kapsamına tüm yayınevlerini alan bir eleştiri. Yani hemen hemen hepsinin ortak noksanından bahsediyorum. Bunun yanı sıra kendine has noksanlıklar gösteren yayınevleri tek tek eleştirilebilir.

Kitaplarındaki temel meseleler; “Vicdan, şefkat, dürüstlük, sevgi, çocuklar, kadınlar, eşcinseller, hayvanlar…” Aslında bugünün dünyasının ve Türkiye’sinin temel medeniyet sorunları. Bu, yazma aşamasında bir mesaj verme ve sonrasında bir şeyleri değiştirme güdüsü oluşturuyor mu?

O tek tek saydığın kavramlar ve varlıklar hayatın bizatihi kendisi, ben yazsam da var olacaklar yazmasam da. O hâlde niye yazmayayım? Tabii şunun da farkındayım: Ne kadar objektif olmaya çalışsam da kendi kişiliğimden kaynaklanan meziyetler veya illetler roman kahramanlarında bir biçimde kendini gösteriyordur. Bazı kahramanlara hayran olurum meselâ, sanki ben yaratmamışım da hep varlarmış, ben de alkış tutuyormuşum gibi hissederim. Bazılarına da acayip gıcık kaparım. Ama ne onun işine karışırım, ne bunun. Hele hele mesaj vermeye falan hiç kalkışmam.

“Bir düzene, bir cendereye veya belli sınırlar içine sokarsanız sanatı ve edebiyatı, kafesteki aslan gibi olursunuz. Hiçbir şey kafes içinde kalmayacak, her şey özgür olacak ki yaratım da özgür olsun” diyorsun. Nasıl yapalım bunu, nasıl özgürleşelim?

Kimseden aferin beklemeyelim, kimsenin yuhlamasından çekinmeyelim. İçimizden geldiği gibi yazalım, “Şu okuyunca beğenir mi acaba?” diyerek değil, “Ben okursam beğenir miyim acaba?” diyerek yazalım. Bu bizi alacağımız tepkiye göre yazmaktan kurtaracak yegâne düsturdur; özgürleşmenin yegâne unsuru.

Yazdığın karakterlerden hangisi olmayı isterdin? Neden?

Hiçbir romanımda karakterlerden biri olmayı hayâl etmedim, arzulamadım, çünkü aynı anda hepsi birden olduğumun farkındayım. Ama bu eğlenceli bir soru, madem sordun, “Sevinç Kuşları”ndaki deli Veysel, delisi tepesinde Doktor Naim, evini Nuh’un Gemisi’ne çeviren Zila olmaya itiraz etmezdim. “Lucky”deki Lucky olmaya, “Kün”deki Çeto olmaya, Hüdai Ağa olmaya, “Nefha”daki İnci olmaya, “Geber Anne”deki Tayfun veya Kerem olmaya, “Kaptanın Teknesi”ndeki Cavidan veya Murat olmaya itiraz etmeyeceğim gibi.

Ateş Canına Yapışsın kitabında cennetten kovulma hikâyesi var. Adem’den önce Azazil kahramanken birden roller değişiyor. Azazil insanla mücadele ederken kendiyle de mücadele etmeye başlıyor. Önce söz değil kibir vardı demek doğru olur mu?

Olabilir. Ama bu dün de böyleydi, bugün de böyle. Etrafına bak; tevâzuyu bile gururla, aleni kibirle, “Baak, ben ne kadar da mütevazıyım.” şişinmesiyle gözümüze gözümüze sokan bir dünya insan göreceksin. Son otuz yılın kişisel gelişim külliyatına bakıp da dehşete kapılmamak mümkün mü? Kendini Sev – Kendinle İyi Geçin – Kendinle Barış – Kendini Kurtar falan filan. İnsanoğlunun ar damarı ne ara bu derecede yırtıldı da “Ben ben ben, ille de ben!” demeye başladı yahu? Hepsi Azazil’in suçu muydu yani? Sanmıyorum.

Bilmek lanetlenmek midir? Ne kadar çok öğrenir, ne kadar çok bilirsek o kadar mutsuz mu oluyoruz?

Hem evet, hem hayır. Soruyu tersten, “Cehalet mutluluk mudur?” diye soracak olsan, eh, sayılır derim. Cahilsen boş boş, salak salak yaşar gidersin, mahalle yanarken sen saçını tararsın; sarhoşluk hâlidir bir nevi, kafan güzeldir; sonrasında başının ne beter ağrıyacağını, midenin nasıl bulanacağını aklına getirmezsin. Buraya kadarı, “evet” bölümüydü. Fakat sabahleyin kamyon çarpmış gibi uyanacaksın ve mutlaka, “Keşke bunun böyle olacağını bilseydim!” diye hayıflanacaksın. İşte bu da “hayır” bölümü. Bilmek güzeldir. O bildiğin şeylerle ne yapacağını da biliyorsan.

Pandemi süreci hepimizi maddi, manevi çok zor zamanlardan geçiriyor olsa da sanat ve edebiyatla ilgilenen, gündelik koşturmalar yüzünden üretmeye zaman bulamayan insanlar için krizin fırsata dönüştüğü bir süreç oldu diyebilir miyiz? Sence bu süreçte edebiyat alanında bir farkındalık yaşandı mı?

Kendi adıma bir fırsat göremedim. Yazar, yazacağı zaman yazar zaten, bunun için eve tıkılmayı beklemesine lüzûm yoktur. Ama en azından bu pandemi denen zıkkım fazladan okuma zamanı var ettiği için daha çok okumak isteyip de işten güçten başını alamayanlara bir fırsat sunmuş olabilir. Gelgelelim, gene aynı zıkkım, kâğıt, mürekkep, matbaa malzemesi ve ara malların ithalatını çok pis dişlediği için yayınevlerinin maddi bünyesinde ciddi hasarlar meydana getirdi. Kâğıt önceden kaç paraydı, şimdi kaç para, buna bir bak istersen. Ve bu açıdan düşünerek eskiden kırk liraya alabildiğin bir kitabı şimdi kaç liraya alabileceğini hesap et. Yani ortada fırsat mırsat yok, en iyi ihtimâlle sıfıra sıfır, elde var sıfır durumu var. “En iyi ihtimâlle” diyorum, ama mevcut durum en kötü ihtimâli işaret ediyor. Bu şartlar altında hâlâ basan-yayan yayınevlerinin elini öpmek lâzım.

Yazı yazmak, yazarlık bir yetenek midir yoksa öğrenilebilir mi?

Ne diyeyim ben şimdi? “Yetenektir!” desem kibre girer, “Yok canım, bal gibi de öğrenilir.” desem kendi dediğime kendim inanmam. Şöyle toparlayarak bu tehlikeli sorudan kaçayım usul usul: Ustalıkla yetenek aynı şey değildir. Yeteneği öğrenemezsin, seninle doğmuştur, ustalıksa sonradan kendine eklediğin bir şeydir, öğrenilir, geliştirilir.

Yaratıcı Yazarlık Eğitmenliği ve Yazarlık alanlarında kariyer yapmak isteyenlere nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersin?

Üç haftalık bir tecrübe sonucunda benim harcım olmadığını anlamış bir abd-i âciz olarak yaratıcı yazarlık eğitmenliğinde kariyer yapmak isteyenlere herhangi bir tavsiyede bulunmak da harcım değil tabiatıyla.

Bu amaçlı atölyelerin katılımcılarına ufak bir tavsiyede bulunabilirim: Yazmanın tekniği tek değildir, birçoktur. Yazar adayı, bu tekniklerin olabildiği kadar fazlasını öğrenmeye, bu öğrendikleri arasından kendi tarzını yakalamaya ve geliştirmeye çalışmalıdır.

Yazarlık alanında kariyer yapmak isteyenlerin isteğine, hevesine, arzusuna şapka çıkarıyor, vazgeçmemelerini, tekrar ve tekrar yazmalarını, daha fazla yazmalarını, hep yazmalarını tavsiye ediyorum: Aferin beklemeden, yuhlanmaktan korkmadan.

Sence bir yazarın eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?

Metnin düzgün bir gramer, kusursuz bir imlâyla, dosyayı okuyup değerlendirecek olan editörün, aradaki hatalara “gözden kaçmış basit maddi hatalar” diyeceği bir ciddiyetle kaleme alınmış olması şart. Ben editör olsam, ekleri kökleri birbirine karışmış, noktalama işaretleri bir bilinmez lisana doğru almış başını gitmiş bir dosyayı ikinci sayfada iade ederim. Temiz, okunaklı, düzgün kaleme alınmış bir metin, her şeyden önce onu okuyacak olan insan evlâdına saygının icâbıdır. Bu, işin şekil şartı kısmı.

Daha hikâye var, sonra bir de dil var tabii. Metindeki hikâye ne anlatıyor kısmı “hikâye” sorusunun, nasıl anlatıyor kısmı da “dil” sorusunun cevabı. Hikâye güzel olup dil çirkin olsa olmuyor, dil şahane olup hikâye rezalet olsa gene olmuyor. İkisi bir arada olmalı.

İş bu aşamaya gelince de yazar adaylarına tavsiyem, metinlerini yayınevlerine göndermeden önce mutlaka bir profesyonele okutmaları, yapılan uyarıları dikkate almaları olur. Mâlûm, bizde âdettir, on nüsha fotokopi çektirip eşe dosta dağıtarak “Yav şunu bi okusana, bak bakalım olmuş mu?” diye sormayı tercih ederiz. Onlar da her zaman, “Valla çok güzel olmuş!” der zaten. Ama bu yanlış. Yanlış başlayan her şey yanlış gideceğine göre bu yola sapmanın anlamı yok.

 

Sevgili Sezgin Kaymaz’a samimiyeti için ayrı, değerli bilgi, fikir ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için ayrıca çok teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…

Hep yazın. Hep okuyalım

Röportaj: Duygu Değirmenci

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir