Gökyüzünü görebilmek için çıkılması gereken ne çok merdiven var böyle! Şu siyahlaşmış duvarlara bak! Ne çok şeyi gördü bu duvarlar kim bilir? Peki sen, anımsıyor musun o günkü duvarları? “Buradayım!” diyen o sesi anımsıyor musun? Hadi ama, şimdi bu andan geriye gitmeli miyim gerçekten? Çok yoruldum, daha kaç merdiven var acaba? O gün de ne çok yorulmuştun her şeyden. Hangi andasın, neredesin söylesene.

Üç, iki, bir… Boom! Zamanda yaşanan büyük bir kırılma ile evrenin merkezi olan belleğinde, içinde olduğunu sandığın anın artık birkaç adım daha gerisindesin. Oysaki tam bu ana gelebilmek içiniçinde kaç çığlığı bastırdın? Kaç kişiyle uzlaştın ve hangisinin sesisin? Şu an hiçbir şey bilmiyorsun itiraf et!  Belki de içeride büyük bir kalabalık olduğunu düşünsen de tek kişiye tüm gücünle fısıldıyorsun. “Sana rağmen delice bir umutla zincirlerimi kırmak için tüm gücümle yıktığım ve yeniden inşa etmeye çabaladığım biricik yaşamım!” diyorsun. Birden sessizlik oluyor; çünkü artık sahnedeyiz!

Elinde tuttuğun testin sonuç kısmına bir süre hiç kımıldamadan bakıyorsun. “Çizginin bir tanesi ben testi yapmadan önce de burada olmalıydı, fark etmedim sanırım.” diyorsun kendine. Gebelik testinin prospektüsünü ciddiyetle tekrar okuyorsun. Sonucun yanlış olabileceği konusunda kendine verdiğin hiçbir telkin banyoda idrarının olduğu pet bardağın yanında haraketsiz oturmanı engellemiyor. Sonunda olduğun yerden kalkıp telefonu eline alıyorsun. Ona “Hamileyim.” yazıyorsun sadece.

Telefonu bırakıp gebelik testinin sonuç çizgisine tekrar bakıyorsun. İki çizgi arasındaki mesafe süresince kelimeler virüs gibi zihninde çoğalıyor: “Sidik, sperm, çocuk, anne, baba, aşk, kan, tutku, ben, yaşamım, o, insan, yaşam, ölüm…” Hareket edemediğin için en sonunda kocaman bir “GİTMEK” kelimesine dönüşüyorsun. O andan gitmek istiyorsun. Gidemiyorsun. Telefonun sesiyle, bulunduğun ana yumuşak inişler yapabiliyorsun ancak.

“Neler oluyor böyle? Emin misin hamile olduğuna?

“Test yaptım biraz önce. Sonuç pozitif işte.”

Güya korunmuştuk! Şansa bak. Nasıl hissediyorsun peki?”

“Bu şey, bir an önce içimden çıksın istiyorum sadece. Hiçbir şey hissetmiyorum.”

“Merak etme, her şey hallolacak. Bir şeye ihtiyacın olursa lütfen aramaktan çekinme.”

Karnında keskin bir kramp hissediyorsun o an. Hissettiğin sancının, testi yapana kadar beklediğin reglin sancısı olmadığından artık eminsin. Telefonu iyi dileklerle kapatırken “Hiçbir şey hissetmiyorum. Hiçbir şey hissetmiyorum. Hiçbir şey hissetmiyorum! Hiç… his… yok!” diyerek koşuyor zihnindeki düşünceler. Tabii ki beklenen son gerçekleşiyor: Baş ağrısı! Kendini uykuya teslim etmek istiyorsun. Başaramıyorsun. Tek tek hastaneleri arıyorsun. Her seferinde benzer yanıtlar alıyorsun:

“İsteğe bağlı kürtaj yapamıyoruz.”

“Anne ve bebekte sağlık problemi yoksa eğer, kürtaj yapmıyoruz.”

“Fiyatımız isteğe bağlı kürtajda biraz daha fazla tabii ki.”

Elindeki telefonu, normalde olduğundan daha büyük gözüken karşındaki duvara fırlatıp atmak istiyorsun. Duvarı yıkamayacağını kabullenip gözlerini kapatıyor ve biraz sakinleşmek için derin nefes alıyorsun.

Nefes al! “Hey! Buradayım ve her an içinde daha da büyüyorum farkında mısın?” Nefes ver! “İki yıl önce evliliğini çocuk istemediğin için bitirmiştin, hatırlıyorsun değil mi?” Nefes al! “Özgürlük diyordun, kendimi doğurmalıyım diyordun. Kendini doğurmak için seçtiğin gebelik bu mu?” Nefes ver! “Damarlarına tutkuyu enjekte ederken, kan çanağına dönmüş gözlerinle gülümseyerek ‘aşık oldum yeniden’ diyordun.  Adını bildiğinden artık emin misin damarlarında akan şeyin?”

Nefes al! Nefes al! Nefes al!

Boğulmamak için suyun altından yüzeye çıkmak istercesine, hızla gözlerini açıyorsun yeniden. Pencereden dışarı bakıyorsun. Mavi gökyüzü önünde alabildiğine uzanıyor. Karşıdaki binanın çatısında yavru bir serçe duruyor. Uçmayı denerken tökezliyor. Martı ona yaklaşıyor ve serçeyi bir çırpıda yiyor. Serçeden arta kalan bedeni yemek için iki martı daha yaklaşıyor ve martılar doyduktan sonra uçup gidiyor. Geriye sadece serçenin kanlı bedeni kalıyor. Gökyüzü hâlâ berrak ve aydınlık, alabildiğine örtüyor her şeyi.

Gökyüzüne ve şehre perdeyi kapatıyorsun. Müzik ve sigara istiyorsun sadece. “Ulaşılmaz düşler, gecede uyanık kalman için yalanlar söylüyor sana ama başka bir yolu yok yaşamanın,” diyor şarkıda ya da sen öyle anlıyorsun. Londra’da almak istediğin eğitimi düşünüyorsun. Sabah vize başvurusunu yaparken başka bir ülkede yeni bir yaşam ihtimalinin heyecanla karışık tedirginliğini hissediyordun.  Birkaç saat önce hissettiğin o endişeyi özlüyorsun birden.

Biraz önce gökyüzüne kapattığın perdeyi aralarken pencerede bu sefer kendi bedeninin yansımasını görüyorsun. Bedenini, kendine hiç bu kadar yabancı hissetmediğini düşünüyorsun. Kendinle göz göze geliyorsun. Gözlerini kendinden kaçırarak karnına bakıyor ve yavaşça dokunuyorsun ona. “Ya kürtaj olamazsam hiç? Ya içimde büyürsen sen, ne yapacağım ben o zaman?” diyorsun. Çalan telefonun sesiyle irkiliyorsun.

“Canım nasılsın? Dün biraz rahatsız gibiydin, daha iyi misin bugün? Midenin ağrısı devam ediyor mu hâlâ?”

“Daha iyiyim annecim. Çok daha iyiyim.”

“Oh, çok şükür! Merak ettim ben de. Dikkat et kendine.”

“Sıkıntı yok anne. Önemsiz bir ağrıydı herhâlde, telaş yapma.” “Anne…” diyorsun. Birden annene olan biteni anlatmak geçiyor aklından. Babanın “Kız iyi miymiş?” diyen sesini duyuyorsun geriden. Annen, babana “Daha iyiymiş” diyor. “Ne söyleyecektin kızım?” diyor sonra. Her şeyi anlatabilirsino an. Her şey tek kelimede özetlenebilir: “Hamileyim” ve bir cümlede devam edip bitebilir: “Kürtaj yaptırmak istiyorum.” Hiçbir şey söyleyemiyorsun. Gözün karşındaki duvara takılıyor yeniden. Bu sefer sarı rengindeki duvar kağıdını görmeyi başarabiliyorsun. “Vize başvurusunu yaptım diyecektim sadece. Sen de kendine dikkat et. Babama selam söyle.”

Telefonu kapattıktan sonra “Anne, beni kürtajla aldırabilsen keşke bu andan.” diyorsun. Hastaneleri araman gerektiğini bilsen de koltuğa uzanıp gözlerini kapatıyorsun. Düşünde Kabak Koyu’ndasın. Spor ve diyetle güzelleşmiş harika bir fiziğin var. Kumsalda tek başına koşuyorsun. Birden karnın büyümeye başlıyor. Önce ağzı kocaman açılan bir çiçeğe, sonra her şeyi yutan kocaman bir ağza ve ardından bir rahime dönüşüyor. Kocaman bir rahim tüm kumsalı yutuyor.

Ter içinde uyanıyorsun. Birkaç saniye gerçeği algılamakta güçlük çekiyorsun. Anımsadığında ise elini ürkekçe karnına götürüyorsun. Birden vücuduna yapışmış bir şeyi söküp atmak istercesine tırnaklarını geçiriyorsun karnına. Tırnaklarınla rahminin bulunduğu bölgeyi geziyorsun. Karnına geçirdiğin tırnakların nedeniyle canın acıyor ve parmak uçlarınla karnını bir süre nazikçe okşuyorsun. Orada yaşayan bir şeylerin olması sana heyecan veriyor ilk defa.

Onunla bir parkta salıncaklara oturup konuştuğunuz anı anımsıyorsun sonra. Gözün çocuğunun peşinden koşturan bir anneye takılırken hiçbir zaman anne olmak istemediğini söylüyorsun ona. Yaşamın, insanın kendisini doğurmak için bile kısa olduğunu ve bir anne olmanın ise tüm yaşamı uzunca bir süre askıya almak demek olduğunu söylüyorsun. O da sana hak verdiğini belli ediyor gülümseyerek ve kendisinin de hiçbir zaman bir aile kurmak istemediğini söylüyor. Bunları anımsarken  bekar bir anne olarak yaşamanın nasıl olabileceğini düşünüyorsun.“Yapabilir miyim bunu?” diye soruyorsun kendine ilk kez.

Yattığın yerden kalkıp evin içinde bir deney faresi gibi hızlı adımlarla yürüyorsun. Evin içinde yürürken duvarda asılı olan Frida’nın “Doğumum” tablosuyla göz göze geliyorsun. Tablodaki ölü bebeğin kafasına bakarken kendi yaşamını düşünüyorsun. Sıkıca kavradığın, tek bir çatlak olmaması için onu özenle tuttuğunu düşünürken parçalarına ayırdığın yaşamını… Ona hissettiğin anlık şefkat hissi seni ürkütüyor yeniden. Orada büyüyen hücrenin seni yutmasından korkuyor ve eline telefonu tekrar alıp başka hastaneleri arıyorsun.

Sonunda kürtaj için uygun bir yer buluyorsun. Bilinçsiz kalacağın anlardan korktuğun için lokal anestezi olmak istediğini söylüyorsun. Doktor  şaşırarak bunu kesinlikle tavsiye etmediğini, psikolojik açıdan da olumsuz etkilenebileceğini söylüyor ve genel anesteziye ikna oluyorsun. Yağmurlu bir sabaha uyandıktan sonra dün dinlediğin şarkıyı açıyorsun yeniden. Sözlerinden ziyade artık müziği duyarken şarkının ritmindeki iniş çıkışları hissedebiliyorsun.

Ultrasonda onunla  birlikte içindeki parçaya bakıyorsunuz. Küçücük karanlık bir nokta gibi orada, öylece duruyor. Onunla göz göze geliyorsunuz. Birbirinize gözlerinizle sorduğunuz soru belli: “Kız mı erkek mi sence?”

Buna cevabınız ise gözlerinizi birbirinizden kaçırmak oluyor. Oriana Fallaci’nin “Doğmamış Çocuğa Mektuplar” kitabındaki cümleyi anımsıyorsun o an: “Senden korkuyorum. Seni hiç yokluktan zorla çekip alan, gövdeme ekleyen rastlantıdan. Seni çok beklediysem de karşılaşmaya asla hazır olmadım” diyorsun o küçücük noktaya. Korktuğun şeyin o nokta mı yoksa kendi “doğumunu” düşlerken, üzerine giymek istemediğin “annelik” kimliği mi olduğunu sorguluyorsun. Ardından “Bu sorgulamanın ne yeri ne de zamanı artık” diyorsun kendine. Hastanenin bahçesinde onunla hiç konuşmadan ameliyatı bekliyorsunuz. Sessizliği bozan o oluyor.

“Tam bu anın içinde olmak çok tuhaf hissettiriyor. Baba olmayı hiçbir zaman istemedim biliyorsun. Yine de dünden beri düşünüyorum. Seninle birlikte deneyimlediğimiz son şeyin bu olması… Hiç böyle hayal etmemiştim bitirirken. Belki her şey daha farklı olabilirdi.

“Her şey yeterince farklı oluyor şu an zaten. Yaşadığımız şey çok güzeldi. Mutlu bir son gibi sarılarak ayrılmayı başarmıştık seninle. Sanırım, bu da mutlu sona dair bir şey. Kim bilir?”

Kendimi hiç büyümemiş biri gibi hissediyorum. Hiç büyüyemeyecek biri gibi… Baba olmak büyütür müydü sence beni?”

“Bilmiyorum, belki daha da çocuklaşırdık.” Birlikte gülüyorsunuz o an. Zihninde zamanı geriye sarınca birden iki sperm parçasına dönüşüyor ve “hiç yokluğa” gidiyorsunuz.

Ameliyat masasındayken doktor gülümseyerek “Emin misiniz?” diye soruyor sana. Gözünün önünden insanın milyonlarca yıllık evrimi geçiyor. Sürüngenden bilinçli bir oluşuma dönüşerek varoluşunun peşine düşen insan kavramını düşünüyorsun. Sonra aklına rögarın kapağını açıp intihar eden Amir Hattab geliyor. İçindeki evrimi durdurmak istercesine, net bir şekilde “Eminim” diyerek gülümsüyorsun. Anestezi yapılıyor ve geri sayım başlıyor.

Sana isminle seslenen hemşirenin sesiyle uyanıyorsun. Kendi adını ilk kez duymuş gibi kendine karşı yabancılık hissediyorsun. Başka bir gerçeklikten dünyaya fırlatılmış kimliksiz biri gibisin. Bilincin yerine geldiğinde, rahminde hissettiğin o korkunç ağrı sana neden o odada olduğunu hatırlatıyor. Dünyaya yeni gelmiş bir bebek gibi ağlıyorsun birden. Ameliyat odasından çıkarken onun sesini duyuyorsun. “Geçti her şey ” diyor.  Sen ise ağlıyorsun.

“Canım çok acıyor.”

“Basit bir operasyondu ve geçti.”

“Ondan nefret ediyorum” diyorsun. Gülümsüyor. “Ben onu öğrendiğim andan beri seviyordum” diyor.

“Her şey bitti mi gerçekten?”

“Evet, bitti.”

Her şey bitiyor ve her şey biterken yeniden başlıyor. Tam bu andasın yeniden! Merdivenler bitmek üzere artık. Gökyüzüne az kaldı! Ve işte ta ta ta taaam!  Şu an Saint Paul Katedrali’nin tepesindesin. Hayattasın! Onu yaşamla buluşturmayı istemiş miydim acaba ya da gerçekten onu kanlar içinde o masada bırakabildim mi? Onu gerçekten sevmiş miydim? Adı neydi peki? Özgürlüğünle ne yapacağını sana sordurduğu için “Tutku” olabilir miydi adı? Gökyüzüne bak. Nefes al! Yaşam yeniden iliklerinde!

ECE ÜN

Shares:
1 Comment
  • Çimengül Çağlayan
    Çimengül Çağlayan
    13 Kasım 2022 at 07:58

    Güzeldi, kalemine sağlık,bir an son anda vaz geçeceksin sandım💞

    Reply

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir