“Sanıyorum ki, bu hikayenin bu kadar aksak, bu kadar zamansız ve durmadan, “Çıkmak istiyorum. Çıkmak istiyorum. Bir yolu olmalı…” diye sayıklayan bir hikaye olmasının sebebi, tamamen içinde olduğum o kapana kısılmışlık duygusuydu…”
Merhaba Ezgi, hoş geldin. Taze Kitap & Yeni Yazar Söyleşileri’nde konuğumuz olmayı kabul ettiğin için çok teşekkür ederiz. Öncelikle seni tanımak isteyen okurlarımız için biraz kendinden bahseder misin? Ezgi Ayvalı kimdir? Gündelik hayatında neler yapar? Yazarlık dışında başka bir işle uğraşıyor mu?
Anlatayım. Henüz 30’unu tamamlamış, ilk kitabı geçtiğimiz aylarda yayınlanmış, çok heyecanlı, çok sıkılgan, hemen her şeyden fazlasıyla etkilenen biriyim. Bu yüzden gündelik hayatta basitliğe, sadeliğe tutunmaya, sakin kalmaya çalışıyorum. İlk olarak, ailemle birlikte işlettiğimiz cam şirketinde, ardından kısa bir süre çağrı merkezinde çalıştım. Fotoğrafçılık yaptım, yağlı boya resimlerimle karma sergilere katıldım, tiyatrolarda çalıştım. Oynadım. Pandemiden önce çocuklarla yaratıcı drama dersleri yapıyordum ama şimdi vaktimin neredeyse tamamını evde geçiriyorum. Çağımızın bütün rahatsızlıklarından muzdaribim ben de; dikkat dağınıklığı, anksiyete, derin yalnızlık ve umutsuzluk hissi… Ve bunlarla, her hafta yeni bir yaşam motivasyonu bulup, hakkında uzmanlaşacakmışım gibi peşine düşerek başa çıkıyorum. Sizinle tanışmak, sohbet etmek yeni yıla girerken ilaç gibi geldi. Umarım okurlarınıza da iyi gelir.
İlk romanın Kırk Kabuklu Çekirdek’i pandemi döneminde yazdığını biliyoruz. Nasıl bir yazım deneyimiydi? Alışkın olduğu yaşamdan, sosyal ilişkilerinden koparak eve kapanan genç bir birey olarak, kendi iç dünyanda olan bitenler kitabına yansıdı mı sence?
Aslında yeni yeni şehir yaşamından, kalabalıktan soyutlanmış, pandemiden bir süre önce de bu halimden sıkılmaya başlamıştım. Ben evden çıkmaya, daha fazla sosyalleşmeye hazırlanırken tüm dünya eve kapandı. İlk günler bir blog açıp tüm eski yazılarımı orada paylaşmaya başladım. O motivasyonla yeni yazılar yazıp yayınladım. Ha bitti, ha bitecek derken, hepimizin bitmeyen belirsizliğin boşluğuna düştüğü o dönemde, sonunda ne olacağını planlamadan uzun bir öyküye başlar gibi oturdum bu dosyanın başına. Sanıyorum ki, bu hikayenin bu kadar aksak, bu kadar zamansız ve durmadan, “Çıkmak istiyorum. Çıkmak istiyorum. Bir yolu olmalı…” diye sayıklayan bir hikaye olmasının sebebi, tamamen içinde olduğum o kapana kısılmışlık duygusuydu.
Kitabına verdiğin isim kahramanın yaşadıklarını anlatan, gerçekten güçlü bir metafor. “Kırk Kabuklu Çekirdek” adı nereden geldi aklına?
Biliyor musun, ben kitabın adı bu olana kadar hali hazırda böyle bir tabir olduğuna inanıyordum. Yazarken, tam metnin orasında kendiliğinden geldi ve hiç üstünde durmadım. Cümlenin tamamı şöyleydi; “Zaman kırk kabuklu çekirdek, içindeki şimdiye ulaşamıyorum.”
Kitabın adı baskıya gideceği haftaya kadar belirsizdi. Bir gece yakın arkadaşlarımla anket yaparken hatırladık bu ismi. Herkes sevip sahiplendi. Çekirdek metaforunu çok seviyorum; nörobilimde sık kullanılıyor, teknolojik tüm aletlerin beyninden çekirdek diye bahsediliyor; tohum, ruh, öz ve dünyanın en alt katmanı çekirdek olarak tanımlanıyor. Hem her şeyi hem de hikayedeki yaşam, zaman, insan katmanlarını olabildiğince özetliyor bana göre. Keşke dile dolansa da, bir gün yan masada öylesine bir cümle içinde kullanıldığını duysam.
Kahramanından “adam” diye bahsetmişsin. Neden bir adı yok bu adamın? Okuyucu olarak isimsiz bir kahramanı gözümde canlandırırken hayal gücümü daha çok zorlamam gerekti ve bu hoşuma gitti. Senin yapmak istediğin de bu muydu?
Hikayede kimsenin ismi yok. Şehir, sokak adları, şeylerin markaları yok. Ama okuyan hemen herkesin zihninde bir sokak, bir içecek markası, bir karakter ismi canlanıyor. Bazen bir tanıdığını, bazen kendini görüyor adamda. Ben de bu adamı görüyorum her gün; yüzünü oyuna, kripto para uygulamasına, sosyal medyaya gömmüş, anlattığıma başını sallayan insanları. Bazen kendimi yakalıyorum, ben oluyorum o adam. Adı Ahmet olsaydı, bir çerçeve daha çizip onu daha da sıkıştırmış olacaktım. Anımsamaktan kaçtığı şeyleri, pişmanlık duyduğu anları, peşini bırakmayan sorumsuzlukları yalnız Ahmet’e yükleyip, belki daha yazarken mesafelenecektim. Özellikle hiçbir şeyin ismini koymayıp, zamansızlığın altını çizmek istedim. Hikaye yeteri kadar karmaşık olduğundan detaylara boğulup okuru sıkmaya, gereksiz detayları akılda tutmaya çok meyilliydi. Olabildiğince sadeleştirmeye ve tüm fazlalıklardan kurtulmaya çalıştım.
Kitabı okurken, kahramanın içinden çıkamadığı kısır döngüyü, çaresizliğini, yaşadığı sıkıntıyı sanki kendim yaşıyormuşum gibi derinden hissettim. Bu açıdan kurguyu da, dili de başarılı buldum. Sen yazarken metnin içinde kaybolmamayı nasıl başardın?
Kaybolmadım ama müthiş sürüklendim diyebilirim. O bölümü yazarken ağladım, diğerini yazarken öfkelendim, terledim, yerimden kalkıp defalarca turladım odada. Mesela yazmaya bir gün ara verip yeniden başına oturduğumda her şeyi baştan okuyarak, kaldığım yerden aynı duyguyla devam ediyordum. Kısa öyküde, makalede makul ama uzun soluklu bir dosyada, her seferinde baştan okumak çılgınca bir deneyimdi. Hem dilin bütünlüğü için hem de hikayenin ve tüm o sürüklenişin devamlılığı için buna ihtiyaç olduğunu hissettim.
Süreçte zihnimi asıl yoran şey takvim oldu. Ana hatlarıyla tüm sahneler hazırladığım takvimde işaretliydi ama orada bir karışıklık ya da değişiklik olduğunda -ki bu birkaç kez oldu- tüm hikaye tutarsızlaşıyor, temelsiz uyduruk bir yapıya dönüşüyordu. Bir olayı tersten anlatmak inanılmaz eğlenceli, zihin açıcı bir deneyim ama müthiş bir tutarlılık istiyor. Bu yüzden, her şeyi çok ciddiye aldım ve sıkı çalıştım diyebilirim.
Rüya ile gerçeğin iç içe geçmesi, şimdi, geçmiş ve gelecek algısının yok oluşu ve anda hangisini yaşadığını bilememek, sanal bir oyuna bağımlılık… Bütün bunlar bana son günlerde sıkça duyduğumuz, insanoğlunu içine almak için bekleyen “metaverse”i ve kimilerine göre ürkütücü yeni dünyayı çağrıştırdı. Sen ne düşünüyorsun artırılmış gerçeklik ve metaverse ile ilgili?
Ben de çok ama çok ürkütücü buluyorum ve denemek için can atıyorum.
Beni ürküten şey, tüm bunların günden güne gerçeğe daha da yaklaşmaya çalışması ve yaşanacakların öngörülemez olması. Beynimiz o kadar saftirik bir organ ki, zavallım zaten neye maruz kalsa gerçek sanıyor. Korku, şiddet, stres, eğlence, “A aa, demek artık böyle…” diyor ve hep böyle devam edecek sanıyor. Ama hep bir ayağımız dışarıda olduğundan hala, bir şey çekip koparıyor bizi oradan. Aynı zamanda insan o kadar arsız bir canlı ki, eline geçen bu imkanla neler yapabilir, ne kadar ileri gidebilir şu an hiçbirimiz kestiremiyoruz.
VR gözlüklerle uzun süre gerçekçi oyunlar oynayan insanların bir noktadan sonra fiziksel olarak bazı şeyler hissettikleri kaydedilmiş, Phantom Sense/Hayalet His adı veriliyor bu kavrama. Odada yalnız olduğuna emin mesela oynayan kişi, arkasında da duvar var, fakat arkasında gerçek biri varmış gibi hissediyor, hatta ensesinde nefesini duyduğunu söylüyor. Ya da birden birisi koluna dokunmuş gibi ürperiyor. Özel giysilere gerek olmadan hem de, beyin adapte oldukça beden kendiliğinden tepkiler vermeye başlıyor. Bunu hemen şununla birleştiriyorum ister istemez; rüyanda elin kesildiğinde ya da bisikletten düştüğünde -hala rüyadayken- canının yandığını hissediyor musun? Ya da karnından vurularak uyandığında hala karnında o acı oluyor mu? Hepsi hemen hemen “gerçek” gibi değil mi? Gördüğün rüyayı kontrol edebildiğini düşün şimdi. Her uyuduğunda, kimseye hesap vermeden hayal edebildiğin her şeyi yapabileceğin, olabileceğin -bunu da “cennet” kavramına çok benzetiyorum- kanependen kalkmadan, istediğin herhangi biriyle buluşup istediğin kadar vakit geçirebileceğin bir boyut… Bitmeyen mutlu bir rüya, ne kadar baştan çıkarıcı değil mi? Uykusunda ölür insan.
Hikayeye dönersek, adamın şöyle söylediği bir an var, “Bir yerde bir yanlışlık oldu ve kontrolü tamamen kaybettim!” Ardından ilk kez kırıyor o döngüyü ve çıkıyor. Çıkabiliyor ama nereye? Biz de kontrolü tamamen kaybettiğimiz bir döngüdeyiz artık bana göre ve bunun nereye kadar gideceğini yaşayıp, deneyimleyip göreceğiz.
Yazarken önceden planlar mısın, çalakalem mi yazarsın? Bir eserin yazım süreci senin için nasıl işliyor?
Önce dök içindekileri, sonra geri dönüp toparlarsın tekniğini sevemiyorum. Yanımda mutlaka defter taşır, notlar alırım. Boş bir sayfa açıp el yazısıyla karakterlerin günlüğünü tutarım. Hikayeye asla eklemeyeceğimi düşündüğüm şeyleri dosyanın dışında çalışırım. Asıl dosyaya yazacağım bir cümleyi bir saat düşündüğüm olur masa başında ama çalakalem yazmamaya çalışırım. Yakaladığımda da ya küserim yazdıklarıma ya da toparlamakla uğraşacağıma yeni bir sayfa açıp baştan başlarım. Bir noktada teslim olduğuma, doğru ritimde olduğuma inandıysam ve akıştaysam, yalnız o zaman gelene izin veriyorum. Onu yazmayı ben planlamasam da metin ya da hikaye istiyordur diyorum. O paragrafın ezgisi o sözcükle tamamlanacaksa ekliyorum o kelimeyi oraya. Ya da karakter bir şey istiyor deyip, biraz gidip bakıyorum o yol nereye gidiyor diye. Kitapta böyle sürprizlerle karşılaştığım birkaç an oldu mesela, okurken fark edilir mi bilemiyorum. Bir de, söyledim ama tekrar edeyim, çok okuyorum yazdıklarımı. Okuya okuya yazıyorum. Her paragrafı sesli okuyup, fazlaları atıp öyle devam ediyorum.
Hangisini yazmak daha keyifli? Kısa öykü mü roman mı?
Bir roman yazacağım diye yola çıksaydım paniğe kapılıp oracıkta bırakırdım sanırım. Yine de denerdim bu hikayeyi on sayfada tamamlamayı. Hikaye nasıl özgürleşecekse, nerelere kadar gidebiliyorsa öyle yazmak ve akışına bırakmak daha keyifli. Ben öykü okumayı da, yazmayı da çok seviyorum. Bu yüzden bölümlere ayırıp, her bölümü sahneleştirip tavladım kendimi.
Bugünkü bakış açınla ilk yazılarını nasıl değerlendiriyorsun?
Çok sevdiğim, sevenini bulacak kadar görünür olmadığını düşündüğüm bazı öykülerim var. Onları derleyip toparlayıp bir gün yeniden paylaşmak istiyorum. Diğer yazılarım da bazen komik, bazen çocukça geliyor. Kiminde sahtekarlık seziyorum, kiminde fazla sahicilik. “Ne gerek vardı bu kadar anlatmaya?” diyorum. Kendimi çok sert eleştiririm ama yazdıklarıma pek kızamıyorum. Dövmeden, kırmadan, dertli bir çocukla konuşur gibi okuyorum onları. Bazılarına çok hüzünleniyorum.
Şu anda yazdığın yeni bir kitap var mı?
Böyle uzun soluklu, daha çok karakterli, zor bir hikaye daha var aklımda ama uzun olduğu için kaçmaya başladım yine. Ondan önce bir öykü dosyası hazırlamak istiyorum. Beni çok heyecanlandıran dört öykü var; ikisi geçmişle, ikisi gelecekle ilgili dört farklı kadın hikayesi. Tek bir çatının altında toplanabiliyorlar. Her şey hazır, yazılmayı bekliyorlar. Kırk Kabuklu Çekirdek bir ilk kitap olarak, yazı dilimi, algılarımı, kafaya taktığım meseleleri, hayatla aramdaki bağı ve mesafeyi biraz olsun ifade edebildi diye düşünüyorum. Dergilerden takip eden okurların tamamı bu yüzden kitaba ilgi duyamadı haliyle. Şimdi onların da sevebileceği, herkesin kendinden bir parça bulabileceği bir öykü derlemesi hazırlıyorum.
Yazar olmak isteyenlere neler tavsiye edersin? Yazarlık atölyeleri hakkında ne düşünüyorsun?
Tavsiye denince duraksadım ister istemez, çünkü ilk kitabımın yayımlandığını duyan, neyi, nasıl yazdığımla ilgilenmeyen pek çok yazardan, yazarlık tavsiyesi aldım bu süreçte. Üstelik talep etmeden. Üstelik tavsiyelerin hiçbiri yazmakla ilgili değildi. Pek çoğumuz yazmak eylemini zaten kendi başımıza halledebiliyoruz ve bu yüzden mesleğimiz bu olsun istiyoruz. Ben, bendeki sürecin nasıl geçtiğini anlatırken birilerinin içinde ufacık da olsa bir kıpırtı oluyorsa ne mutlu. Yazar olmak için de, her şeye rağmen bu eylemi sürdürebilmek gerek diye düşünüyorum. Sonrası kendiliğinden oluyor. Kibirli ve yeniyi düşmanca kıskanan insanların tavsiyelerini dinlemesinler diyebilirim sadece ve hayranlık duyduğum iki yazarın -yazma sürecine yoldaşlık edecek- kitabını önerebilirim.
Ursula K. Le Guin – Dümeni Yaratıcılığa Kırmak (Hep Kitap)
Haruki Murakami – Mesleğim Yazarlık (Doğan Kitap)
Güncel yazarlık atölyelerini takip edemiyorum fakat kendi yolculuğunun farkında olanlar için yüreklendirici olacağını düşünüyorum. Bende öyle olmuştu ve atölyedeki geribildirimlerle, yazdıklarımı yayınlama cüreti bulmuştum kendimde. Kendini yazarak ifade etmek daha iyi hissettiriyorsa, herkes her şey hakkında yazabilir; paylaşılmaya değer bir hikaye varsa ortada, saygılı ve dürüstse, üzerine çalışılmışsa kesinlikle saklı kalmaması gerektiğine, görünür olduğunda bir şekilde muhatabına ulaşacağına inanıyorum.
Türk yazarlar içinde bu kişinin eserleri beni yazar olmak için çok motive etti diyebileceğin bir yazar var mı?
Hem okur hem de yazar olmak için, Tomris Uyar. Bazı öykülerini -aşırı okumaktan- kendim yazmışım gibi benimsesem de, hala şaşırıyor, yeniden hayran oluyorum.
En son, hangi kitapları okudun?
David Eagleman – Ve (Domingo)
Sinan Canan – Değişen Beynim (Tuti Kitap)
Ezgi’nin notu; Nerelerden dönüp dolaştık ve iki nörobilimci çağdaş yazarla söyleşiyi tamamladık. Nefis tutarlılık değil mi?
Kırmızı Kalem’in notu; Sevgili Ezgi Ayvalı’ya yazı yolunda değerli bilgi, fikir ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…
Röportaj: Aynur Dervişoğlu
💙💙