Kimse “rezervasyonunuz var mıydı?” diye sormuyor. Hayret! Fırsatı kaçırmadan en güzel masayı uzaktan kestiriyorum gözüme. Bir köşede tıngırdayan fasıl nağmeleri eşliğinde hedefime doğru ilerliyorum. 

Kuruluyorum baş köşeye. Hoşuma gitti böyle köşe tutmaca. Omuzlarımla sırtımı dikleştiriyorum biraz, başım da mı biraz havalandı ne? 

Anın keyfini sürmeye karar veriyorum. Yukardan yukardan etrafa bakıyorum.

Bütün duvarlar uzun yıllardır buraya gelen müdavimlerin fotoğraflarıyla bezenmiş. Ah işte biz de oradayız. Dik dik bakıyorsun bana yine çerçevenin içerisinden.

Etrafıma bakınmak için kıpırdanıyorum biraz. Oturduğum yerde omzum, sarayları süsleyecekken feleğin sillesini yemişçesine meyhane köşelerine arz-ı endam eyleyen koyu bordo kadife perdeye değiyor. Kafamı çeviriyorum. Toz ve rakının o ekşi kokusu geliyor burnuma. O perde ki, yıllardır bu dört duvarda tokuşturulan kadehlere meze olan dertleri sanki içine çekmiş. İplikleri dertle, gamla tekrar tekrar dokunmuş.

Ama masa örtüsüne bir maşallahınızı alırım. Her gelen, kalbinden temiz beyaz sayfayı herhalde bu örtülere açıyor, o sayfalara burada yazmaya başlıyor. Ne yazarsa yazsın önemli değil, nasılsa haftaya yenisini açar, bu masada ya da başkasında, fark etmez.

İşte geliyor benimki. Yine havasından geçilmiyor. Şundaki hava civanın binde biri bende olsa, ah olsa.

“Yorgun görünüyorsun, hayırdır?” diyor. Halimi hatırımı sormak yerine, o bizzat teşhisini koydu zaten.

“Yorgun değilim aslında, iyi uyuyamadım herhalde,” diye cevaplıyorum.  Buraya ilk gelişimdeki halimden eser kalmıyor, üç kelimeyle balonumu patlatıyor.

“Akşamdan kalmasın diyeceğim de, o da yok sende, ağzına sürmezsin. Sıkılmazsın umarım burada.”

“İyi geldi, bir şikâyetim yok. Sen nasılsın?”

“Her zamanki gibi. Benim gibi başın derdi büyük olmaz mı?  İyi ki geldik, belki biraz havam değişir.”

Havası değişirmiş, değişsin bakalım.

“Ne derdin var öyle büyük büyük?” diyorum. 

Şaşkın şaşkın suratıma bakıyor. Kafası hafif yana eğik, dudakları içe doğru kıvrılmış. Yedi yaşlarındaki hali geliyor aklıma. O zamandan tek farkı masanın ortasında sıktığı yumruğunun büyüklüğü. Şaşkın olmasının yanı sıra, kızgın da. Konuşmuyor, sadece bana bakıyor. Dik dik, içime içime…

“Çok mu kızdın? Boş versene, sen ne bakıyorsun benim her dediğime,” diyorum biraz mahcup, diyaloğumuz başka yerlere gitsin istemiyorum artık. En iyisi alttan almak.

“Nankör,” diye tıslıyor dişlerinin arasından. Bu sefer dik dik, içe içe bakma sırası bende.

Oturuyoruz birbirimize gözlerimizi dikerek. Fasıl kaç nağme değiştirdi, kaç kişi küfelik oldu, kaç kadeh tokuşturuldu, yağlı mezeler kaç bembeyaz sayfaya son imzayı attı, perdelere daha kaç kişinin dertleri ilmek oldu o sırada, saymadım.

Dibine kadar haklı. Saçlarını değil, tüm hayatla bağlarını bana süpürge etmiş, ben gelmişim onu büyüklenmekle yargılıyorum. Yedi kat elmişim gibi, derdini tasasını bilmezmişim gibi, hadi bırak bilmeyi, derdi tasası ben değilmişim gibi asıl ben büyükleniyorum. Hep mi bu kadar dipteydim, yoksa o süpürge ettiği bağlarla beni haddinden fazla sıkarak nefessiz bıraktı da dibe mi çöktüm gittim, bilmiyorum. 

Bakışlarımız yumuşuyor. O da daha sakin şimdi, ben de. Bildiğimiz tek denizin iki balığı değil miyiz ne de olsa, hangimizin ilk vazgeçip de, tuttuğu nefesini bırakıp yüzeye çıktığı fark eder mi?

“Neyse, bu akşamlık gerginlik yeter,” diyor, koyuyor yine ağırlığını ortama, sesini yükselterek.

“Garson, bir bakar mısın?”

“Buyurun, ne arzu etmiştiniz?”

“İki buzlu bir duble, bir de beyaz peynir.”

“Hemen efendim,” diye uzaklaşıyor garson.

Geri gelmesi çok zaman almıyor. Siparişleri özenle yerleştiriyor, müessesenin ikramı bir dilim kavunu da bırakıyor masaya. Eksik bir şey kalmasın diye son bir kez kontrol ederken ekliyor: 

“Afiyet olsun. Misafiriniz ne zaman gelecek acaba?”

Birce Abacı

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir