“Gidiyorsunuz demek Amine ha. Çok özleyeceğim sizi. Buraya gelme sebebimdiniz. Ama inan ikiniz için de çok mutluyum. Çok iyi olacak her şey!”

“İnşallah, senin kalbin öyle diyorsa öyle olur.”

“Roya gel bu sabah saçlarını ben tarayayım. Annen hep tarar nasılsa. Bir daha seni ne zaman görürüm bilmem.”

“Öyle deme…”

Amine çadırın sol köşesinde arkası Roya ve Ayşen’e dönük kalın kilim desenli patikleri ve terlikleriyle gözlerinden akan yaşlara hâkim olamıyordu. Avuçlarıyla yüzünü kapatıyorsa da akan yaşlar durmak istemiyordu. Gitmek güzeldi şimdi. Umutluydu. Ayşen onun özleyeceği tek kişiydi bu ülkede. Hâlbuki hiç sevmezdi Roya’nın yanında ağlamayı. Onların bu cihanda görevleri savaşçı olmaktı. İsmi gibi korkusuz yaşamaya alışmak bir nevi bu evrenin yüküne isyan etmekti. Ayşen iki senedir tanıyordu bu anne kızı. Mesleği iyi ki bu çadır kampta onlarla kalmayı, onların yaralarına bir nebze merhem olmayı gerektirmişti. Ayrılık onlar için iyi olacaksa Ayşen de sadece ümitle arkalarından el sallayacaktı elbet:

“Bak şimdi sana bu telefonu içinde yeni bir sim kartla veriyorum. Oraya ulaştığınızda mutlaka ara beni. Para ödemen falan gerekmiyor. Ben hallettim hepsini. Sen beni oraya vardığında haberdar et yeter, olur mu?”

“Nasıl teşekkür etsem sana, ne minnet duyarım bir bilsen.”

“Tamam, hadi ağlama artık, bu ayrılık değil bir başlangıç olacak.”

Ayşen son kez Roya’nın saçlarını taradı. Kendi saçları hep küt olduğundan Roya’nın saçları ile oynamak, taramak hoşuna gidiyordu. Amine’nin yaptığı sıcak çayı yavaş yavaş içti. Bağdaş kurdu bir süre, onların her bir eşyasına parmaklarını gezdirdi. Durmak bilmeyen bu özlem şimdiden başlamıştı. Çok bağlanmıştı. Bu sefer bırakamıyordu. Kalma süresini uzatmaya çalışıyor, gazeteden gelen telefonları bile cevaplamıyordu bugün.

“Adam geldi mi yine konuşmak için, dün gelecek diyordun?”

“Yok bu akşam gelecek.”

“Son hatırlatmaları yapacaktır size, çok dikkatli olun. Her ne diyorsa yapın.”

Bir mağlubiyet değildi. Ayşen kollarını sıkıca sardı Amine’nin bedenine. Hiç bırakmak istemedi. Amine’nin kalın, kendi elleriyle ördüğü hırkasına tırnaklarını geçirdi. Yüzünü omuzlarına gömdüğünde şöyle dedi içinden “Eğer bu bir zaferse ayrılığın acısı da benden yana olsun.” Sonra Roya’nın saçlarını okşadı. İri kömür gözlerine baktı ve kirpiklerinden öptü. Yeşil çadırın bezini son kez kaldırdı. Roya tepki vermek istese de elinden sadece masum gözleriyle. “Hoşça kal” demek geliyordu. Konuşsaydı belki onu da söylerdi ama…

Amine bir sırt çantası hazırladı. İçini oldukça doldurmuştu. Telefonu da çantanın en küçük gözüne yerleştirdi. Yeni hayat hâlâ bir battaniye, iki üç parça kıyafet, bez parçaları, yalnızlık, bot, tel örgüler, yolculuk, hastalık, ayrılığı çağrıştırıyordu.

Akşam olduğunda iri yarı, pala bıyıklı, kalın kaşlı ama nedense güven veren bir adam geldi çadırlarının önüne. Ayaküstü son hazırlıklar, son heyecanlar, son endişeler bir sırt çantasına kaldırılıyordu yolculuk öncesi.

“Hazır mısınız yarın sabaha? Hatırlatmalar için geldim bir daha söylemem ona göre.”

“Hazırız ama korkuyoruz tabi”

“Önce limana kadar kara yolunu kullanacağız, sonrasında deniz yoluna geçeceğiz.”

“…..”

“Bak yanınıza sadece gerekli şeyler alabilirsiniz. Anlıyorsun değil mi? Yani ağır olmayacak şeyler. Botun bir kapasitesi var.”

“Tabi tabi merak etmeyin. Bizi götür artık buradan, nolur!”

“Hangisi senin kızın, şu uzun saçlı olan mı?”

“Evet “

“Saçlarını kes yarın sabaha”

“Neden?” 

Amine adama bu soruyu sorduğunda hüznün içine yapıştığını hissetti. Acıyla başını salladı. Daha önce hiç kesmemişti ki Roya’nın saçlarını. Royaysa irkilmedi bile. Yine sessiz, gülmeden köşede çadırın son gece sıcaklığını hissederek huzurunu bozmak istemedi. Yeni bir hayat vadediliyordu. O yeni hiçbir şey yaşamamıştı, görmemişti, duymamıştı. Adamın dedikleri heyecanını rahatsız etmedi. Yerli yerinde duruyordu. Saçları pahasına da olsa bu yolculuk özgürlüğün simgesiydi.

“Önlem için yapmak zorundayız. Allah korusun kaza falan olursa, suya düşerseniz saçlar kızı dibe çekebilir. Ağır gelebilecek hiçbir şeyi göze alamayız.”

Amine, Roya’nın gözlerindeki yıldızın bir an için söndüğünü gördü. Hemen bakışlarını kaçırdı Roya. Saçları annesinin şefkati demekti onun için, belki bu çadırda sıcaklığı hissettikleri tek an annesinin her sabah saçlarını kırık soluk mavi tarakla taramasıydı. Bir süre taranmayacaktı. Bir süre uzun saçı da olmayacaktı. Ama bir hayatları olacaktı belki. Amine adam gittikten sonra uyuyamadı. Roya’yı koynuna aldı. Saçlarını seve seve kucağında okşadı onu. Roya annesine gözleriyle “Olsun anne uzar.” dedi. “Olsun sen yine tararsın saçlarımı, olsun biz yine ateşte gölgemizi buluruz nasılsa.”

Ertesi sabah gün ağarmadan Amine yan çadırdan bir makas buldu. Roya’yı kaldırdı. Alnından öptü. Bağdaş kurdu, kızını da bacaklarının arasına aldı. Nasırlı elleriyle upuzun kara saçlarını kavradı. Anılarına çelme takar gibi tutam tutam saçları avuçlarında biriktire biriktire kesti. Kesilen saçları bir bez parçasının arasına koyup sırt çantasına sıkıştırdı. Sırt çantasındaki diğer eşyaların çoğunu boşalttı. Patiklerin üstüne terliklerini giydi. Arkasına bakmadan anne kız tel örgüleri aştı. 

Limana geldiklerinde Roya kamp dışına ilk kez çıktığını fark etti. Annesinin elini tutarken, onunla sürüklenirken kafasını önüne eğmedi. İlk defa göğe kaldırdı, etrafına baktı. Başka bir ülkede çocuk doğsa ayakkabılarının bağcıkları olur muydu? Salamlı sandviçin tadını bilir miydi? Doymayınca üstüne sosis de yer miydi? Kırmızı bir elbise ile doğum günü pastası üfler miydi? Resim çizer miydi? Ellerine sabun değer miydi? Rüzgâr estiğinde üşür müydü? Üstüne bir ceket alır mıydı? Toprak yerine çiçek koklar mıydı? Bir oyuncağı olur muydu? Gece ile gündüz farklı mı olurdu? Çamaşırları kurur muydu? Konuşur muydu? Bir dil konuşur muydu? Bomba yerine havai fişekler patlar mıydı? Acılar tarih olur muydu? İnsan olur muydu?

Beklediğinden daha küçük bir bot gördüğüne sevinememişti Amine. Tedirgindi ama umut hep vardı. Önce Roya’yı bindirdi, sonra kendisi. Bu dalgalı denizin umutla ne ilgisi vardı? Yine de hazırdı ve korkusuzdu. Çok insan küçücük bir botla sığınacak liman arayacaklardı. En köşede oturdular. Sallana sallana Kos Adası’nı göreceklerdi. Yolculuk başladığında Roya ninesinin anlattığı masalı   anımsadı, hayalindeki denizkızını. Dalgalarla boğuşarak su yüzüne çıkan uzun saçlı suların prensesi Ariel’i. Güçlendi. Görünmeyen sular ağızlarından, burunlarından çıkmayacaktı, nefes alacaklardı ve kıyıya canlı vuracaklardı. Islanmayacaklardı. Sırt çantaları hep yanlarında olacaktı, denize savrulmayacaklardı. Kimse korkudan ağlamayacaktı. Terlikleri ayaklarında kalacak, karaya çıktıklarında annesi ona yenisini alacaktı. Boğulan olmayacaktı. Yelekleri olmasa da yüzeceklerdi. Saçları zaten kısaydı, batmayacaktı. Annesi onu hiç bırakmayacaktı.

Ayşen yoğun çalıştığı bir cuma akşamının stresini arabasına bindiği anda dışa üfledi. Böyle yorulmak unutmaya iyi geliyordu. Çalışmak yitirdiklerini unutmaya iyi geliyordu. Kontağı çalıştırdı. Geri vites atıp otoparktan çıkar çıkmaz radyoyu açtı. Sezen Aksu şarkısı özlediklerini birkaç dakikalığına hatırlattı. Uzattığı saçlarına dokundu. Islak yanakları adalet diye bağırıyordu.

Ve ümitleri çiçeklerden 

Acıları Tarihlerden

Senin gibi benim gibi 

Onlar da hep insandılar

Ve sevgiye inandılar

Ve saygıya inandılar

Senin gibi, benim gibi

Onlar biraz terkedilmiş

Biraz küskün çocuktular 

Sanki biraz incitilmiş

Sanki yetersiz sevilmiş

Sanki utandılar kavgadan

Ve sustular…

Pelin Oktay

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir