İkindi güneşinin coşturduğu orkideler görenleri kıskandıracak renklerdeydi. Yere kadar olan mutfak penceresinin kenarındaki basamağa inci kolye gibi dizilmişlerdi. Nur Hanım, gözü gibi bakıyordu onlara. “Vitamin mi veriyorsun?” diye soranlara “Sevgi” diyordu, “sevgi veriyorum.” Her özel gününde, oğlunun aldığı orkideler evin neresine koyduysa kurumuş, her kuruyuş yüreğine bir çentik atmıştı. Neyse ki, mutfağa vuran ikindi güneşiyle barışık, dal verip, çiçek açmışlardı.
Ocakta kaynayan çayın altını kapatırken Cahit Bey’i düşündü. Çaydanlığın fokurtu sesi, gün boyu televizyondan sonra sıcak bir teselli olurdu. Her yemekten sonra “Eline sağlık Hanım” sözleri kulaklarında yankılanıyordu artık. İçi buruldu, son yudum çayı içip, bardağı suda çalkalayıp ters çevirdi.
Bir gün önce kasaptan aldığı kemikli etleri yıkayıp tencerenin dibine yerleştirdi. Oğlunun en sevdiği yemekti dolma. Hele acılı biber dolmasına bayılırdı. Gelini yemek seçerdi. Seçsin bakalım! Dolmayı sevmeyen olur mu?
Isladığı pirinci süzüp, suyunu cam kenarındaki orkidelere döktü. Kasapta çektirdiği kıymayı koklayıp, pirincin üzerine koydu. Baharat makinesinde karabiber ve yeni baharı birlikte çekip, etin üzerine ekledi. Baharatları daima tane alır, baharat makinasında çekerdi. Pirinci ve soğanı da eklediği sırada, telefonuna arka arkaya gelen mesajlarına baktı. Vücudunu bir ateş bastı. Gözü orkidelere kaydı, ama rahatlayamadı.
“Anne, biz gelemiyoruz. Meral kendini iyi hissetmiyor, sanırım soğuk aldı. Şimdi gelip de sana bulaştırmayalım.”
Yüzünün alevli zonklayışını hissediyordu. Derin nefes aldığında ağzından çıkan “Off!” sesine kendisi de şaşırdı. Cevap bekleyen oğluna yazacağı çok şey olmasına rağmen bir tartışmaya sebep olmak istemiyordu. Yazdığı uzun mesajı silip, “Geçmiş olsun” yazıp yolladı. Öpücük emojisi geldi. Kupkuru geliyordu ona bu emojili mesajlar. Dolmanın içini hızlı hızlı karıştırırken, annesinin, “Pirinçleri kırmadan yavaş yavaş karıştır” sözleri geldi aklına. Harca epeyce zeytinyağı ekledi. Yağsız dolma yavan olur, diye düşündü. Bir taşım haşladığı yaprağı, sarmak içinden gelmeyince, dolaba koydu. Buzdolabının sinyaliyle irkilip, dolabın kapısını kapattığında, bu aralar bunu sık yapar olduğunu fark etti.
Abisinin cenazesine memlekete gittiklerinde, yaprakları bahçeden toplamıştı. Oğluyla cenazeye giderken gelini de gelsin istememişti. Oğluyla yolculuk yapıp, varsa derdi dinlemek istemişti. Oğlu evlendiğinden beri, başa başa sohbet edememiş olmanın eksikliğini hissediyordu…
“Geleyim de bir yardımım dokunur” diyen Meral, cenaze evinde suratını asıp oturmuştu. İkram edilen her şeye yüzünü buruşturup, kafasını iki yana sallamıştı. Gelen misafirlere hoş geldiniz bile dememişti. Hele akşamları misafirlerin en kalabalık olduğu saatlerde, oğluyla gelininin odalarına kapanıp çıkmamaları karşısında, akrabalara ne diyeceğini şaşırmış, sorun çıkmasın diye susmuştu. Mevlidi beklemeden dönmek istediklerinden, mevlidden sonra evine otobüsle yalnız dönmek zorunda kalmıştı. Otobüsten indiğinde oğlu gelip almıştı almasına ama içi burulmuştu. Memleketten getirdiği her şeyden onlara da koyup vermişti. Oğluydu ne de olsa, geçmiyordu boğazından. Oğlunun da, gelininin de ikinci evliliğiydi. Meral’in ilk evliliğinden olan kızına, bundan sonra oğlu babalık yapacağı için mutlu olmuştu. Çocuklar babasız büyümesin isterdi. Gelininde içine sinmeyen, adını koyamadığı bir şeyler vardı. Evlerine gittiği iki seferde de, ona saygılı davranmasına rağmen, hissettiği bu kötü duygu için kendini suçluyordu. Evin alışverişini ara sıra onlar yaptığından kredi kartının birini onlara vermişti. Arabası da onlardaydı. Kendilerine araba alana kadar diledikleri zaman kullanabileceklerini, hatta evden pek çıkmadığı için onların evinin önünde kalabileceğini söylemişti. Nasıl olsa aradığında geleceklerdi. Sıkıntı çekip, bu yüzden tartışmalarını istemiyordu. Alışveriş torbalarını getirdiklerinde yaptığı yemekten onlara da verirdi. Kaplar gelmezdi ama olsun, oğlunun yediğinden emindi.
Dolmanın içinin renginin açık olduğunu düşünüp, bir kaşık daha salça ekledi. Yavaşça karıştırıp, dolmalık biberleri doldurmaya başlamadan önce, telefonuna oğlunun yüklediği şarkılardan birine bastı. Müziğin ritmi onu hareketlendirdi. Tencereye dizdiği dolmaların, üzerine nane serpip su ekledikten sonra ocağa koydu. Kaynasın da kısarım diye düşünürken tezgahı temizleyen yorgun elleri bezi yıkayıp sıktı. Tencereden buhar çıkmaya başladığında altını kısıp, saatine baktı. Hırkasını giyip anahtarı ve kredi kartını cebine koyup evden çıkmadan antrede gözüne takılan eğri duran natürmort tabloyu parmağıyla azıcık ittirip düzeltti. Kapıyı kapatırken kolundaki bileziğin yokluğunun ayırdına vardı. Zamanın izlerini taşıyan incelmiş susuz derisi, bilezik gidince bomboş kalmıştı ama olsun, oğlunun ihtiyacı görülmüştü.
Markete doğru yürüdüğü uzun yolda yorulduğunu dizinin zorlandığını hissetti. Ekmeği alıp dönerken söğüt ağacının altındaki bankta otururum, diye düşündü. Marketin içi sıcak ve kalabalıktı. Ekmek ve yoğurt alıp, kasaya gelene kadar üstündeki elbisenin terden yapıştığını hissetti. Ek kartını temassız çekim için uzattığında, “Yetersiz bakiye” dedi kasiyer kız. İnce parmaklarıyla kartı takıp tekrar denediğinde, bu sefer de şifreyi hatırlayamadı. Cebinde bulduğu para, ancak ekmeğe yetti. Yoğurdu bırakmak zorunda kalınca canı sıkıldı. Ekmeği poşete koyup marketten çıktı. Söğüt ağacının altındaki banka doğru ilerlerken, önüne çıkan renk renk zakkumlara şaşırdı. Çocukluğu geldi aklına. Yaz tatillerinde Antakya’ya giderken, Dörtyol’dan geçtiklerinde yol boyunca gördüğü portakal ağaçları, İskenderun’dan geçerken son saate eşlik eden uçsuz bucaksız deniz, limanda yük alan gemiler, zakkum ağaçları, uzun yolculuğun en zevkli son saatinde uykusunu alıp götürürdü. Çocukluğunun geçtiği bağlardaki zeytin ağaçlarını gördüğündeki anlar, içinde sevinçten büyük bir boşluk hissederdi.
Söğüt ağacını ararken bir zeytin ağacının önünden geçti, bir zeytin ağacı daha, bir zeytin ağacı daha… Durup etrafına baktı. Kıpkırmızı toprağın üzerinde uçsuz bucaksız zeytin ağaçları, yer yer kayalıklar, sonsuz bir ova…..Oturacağı bankı bir türlü bulamadı. Dizinin sızısı daha çok zorlamaya başladı. Zeytin ağaçlarının arasında yürürken, zeytinlerin olgunlaşmış olduğu halde, hâlâ niçin toplanmadığına şaşırdı. Saçlarından şakaklarına doğru akan teri eliyle sildi. Ağaçlardan birine dayanıp soluklanmak istedi. Kırmızı toprağa otursa elbisesi kirlenecek. Kirlensin. Öyle yorgundu ki! Neredeydi evi, neden hala görünmüyor, bank neredeydi? Keşke markete giderken oturup dinlenseydim diye düşündü. Elini yukarı kaldırıp bir zeytin tanesi koparmaya çalıştı. Eli yetişse de bir türlü koparamadı. Başka bir dala uzandığı sırada genç bir el, tuttu elini. Ürperdi birden. Elin sahibini tanıyordu. Gözlerine akan teri sildiğinde görüntü iyice netleşti.
“Teyzeciğim, iyi misin, solgun görünüyorsun. Eve götüreyim mi seni?”
“Yavrum Ahmet, oturup dinlenecek bank arıyordum, kayboldum heralde. Zeytinleri de ağaçtan toplayamadım bir türlü.”
“ Hangi zeytinleri ?”
“Az öne her yer zeytin ağacıydı.”
“Gel hadi eve götüreyim seni Teyzeciğim. Annem balkondan görmüş markete doğru gittiğini. Geri dönmeyince merak etmiş, beni yolladı. Çay koydu, seni bekliyor.”
Apartmanı saran dolma kokusu Nur Hanım’ı kendine getirdi. Kapıya geldiğinde pembe bir orkide duruyordu. Orkideyi alıp, üzerindeki notu okumadan hızla evin kapısını açtı. Orkideyi girişteki konsolun üzerine koydu. Ekmeği ve anahtarı tezgaha bırakıp yemeğin altını kapattı. Dolma dibine tutmamıştı, rahatladı. Tabağa bir dolma koyup, tadına baktı, pişmiş.
İyi ki, zamanında gelmişim, diye düşündü. Baharatın lezzetine vara vara çiğnedi sıcak lokmasını. Odasına girip, üstünü değiştirdi. Elini yüzünü yıkayıp, mutfağa döndüğünde, koca bir tabağa dolma doldurdu. Komşuya geçip biraz rahatlamaya ihtiyacı vardı. Ahmet sever diye biber dolmalarını seçip koydu. Bir tabağa da biraz kömbe koydu. Gelinim yememiş ne gam! Komşularım bayılıyor benim dolmama. Yoğurt yok ama olsun, dolma çayın yanına da ne güzel olur, diye düşündü. Terliğini giyeceği sırada pembe orkideyi görüp, mutfağa götürdü. Diğerlerinin yanına yerleştirdi. Üstündeki notu okudu:
Doğum günün kutlu olsun anneciğim. Yanında olamadığımız için üzgünüz. Öpüyoruz.
Meral &Hakan
Doğum günüm bugün müydü? Nasıl da aklımdan çıkmış. Orkide de olsa bir çiçekle geçiştirilmek olur mu? Ahh, Cahit Bey olsaydı! Muhakkak çiçeğimi ve hediyemi getirirdi, diye düşündü.
Elindekiler dökülmesin diye dikkat ederek dirseğiyle kapıyı kapattı.Telefonu uzun uzun çalmaya başladı. Telefonunun sesi içerden geliyordu, konsolda unuttuğunu hatırladı.
Elindekileri merdivene koyup, kapıyı açmak istedi, anahtarı bulamadı. Tabakları alıp, çaresizce komşuya gitti. Çilingiri aramalıydı. Dirseğiyle zile basarken aklına parası olmadığı geldi. Kapıyı Ahmet açtı.
“Ahmet yavrum, anahtarı ve telefonu evde unuttum. Ne yapacağım bilmiyorum. Çilingir mi çağırmak gerekir?”
“Teyzeciğim, sen elindekileri ver bana, buyur içeriye. Ben şimdi hallederim.”
Salona geçip oturdu, yine ter içindeydi. İçeriden Ahmet’in annesi elinde pastayla geldi.
“İyi ki doğduuuuuun Nuuuur”
Gözleri doldu, ne diyeceğini bilemedi, dermanı tükenmiş kollarıyla komşusuna sımsıkı sarıldı.
Neslihan Hazırlar/Ankara