Huzursuzluğun kıvranıp yatağıma sinsice kıvrıldığı an ölmüştüm aslında. Kederimden ağıtlar yaktığımı kimseye söylememiştim de kendi kendime ıslık çalıyordum o vakit. Issız bir yolda yürürken tam arkana dönüp bakmak isterken gölgenin seni nasıl takip ettiğini farkettiğin dayanılmaz bir huzursuzluk bu. Gündüzün geceyi yaşattığı, kaba yeşil bir ekmek küfü renginde, kabukları henüz yapışık içi küf dolu bir huzursuzluk.

Teşekkür etmek isterdim ömrümün devam ettiğine. Umurumda mı ki? Pöhh…Ne değişen dünya düzeni, ne kaygılı ekonomi sohbetleri deli gömleğimi benden ayıramayacaktı ve zavallı annem o ağlak sesiyle hep sevimsiz.

Aynanın sağ tarafında 20‘li yaşlarımdan sesleniyorum! Göz bebeklerime bakamıyorum. Bıyıklarım yeni terlemiş, kıllı olmanın erkeklik kattığı yıllarıma bakıyorum. Büyümekten korkmamak akıl oyunlarına sınırlar koymuyordu. Bir yangının külünde bile çocukluğum oracıkta yanıyor, bir daha görmemek üzere duygusuz sandıklara kaldırıyordum. O gece alevlerin arasından Murat’ı bırakıp gitme güdüm de belki soyut anlamda kullandığım yangına bile meydan okuyordu. Kırmızıya dönmüştü odam, kan fışkırıyordu. Tenimizden değil, alevlerin renginden. Gözlerim acıyor, dumanlar nefesimi içime gömüyordu. Ben susmuyordum. Aynı kelimelerle tek cümle çıkıyordu ağzımdan, “Gitmeliyim, burada kalamam.” Murat avazı çıktığı kadar “Kurtar beni,” diye sayıklarken kendimi öksürüklerimin ve kusmuğun içinde boğulurken buldum. Kafamı kaldırdım. Kalabalık sessizliğe dönüşmüş, önümde duran bir çift kokuşmuş sinirli ayaklar babamın yerine hesap soruyordu bile “Murat nerdeee?” İçerde! Onca çabaya rağmen alevlerin arasında cansız bedeni bile bulanamayan, külle hiçe dönüşmüş Murat, arkamda bu köhne ahşap yığınıyla yok olup gitmişti.20‘li yaşlarımın ilk yaması suçluluk duygusu adı altında kitabın daha ilk sayfalarına sıradan başlığını atmıştı. Benim yerime yazılan kitabım, benim yerime yaşıyor benim yerime düşünüyor ve benim yerime beni suçluyordu. Kendimi hiç suçlamadım. Ne gariptir ki, bu utanç bana acı da vermiyordu. Kardeş katili diye suçlayanlar çekirdek çitleyerek bizi izliyorlardı. Sakız gibi dolanmıştım kasabanın ağzına: Kardeş katili! Manisa’nın Demirci Kasabası’nda. Gökten zembille bir şeytanın alıp beni götürmesi bile daha çok sevindirecekti. Üniversite yarım kaldı.20‘li yaşların yamalı ilk hatırası bir kardeş katilini inceden sakatlamıştı. Aslında o değil de üniversitenin merdivenlerinden çıkamamak kahretmişti.

“Çıkar şu takım elbiseyi, babanın o!”

30‘lu yaşlarım babamın andropoz dönemine ışık tutmuştu. Annem bitki misali her daim sulanmayı beklerken, babam öfkesiyle boğuşan bir güreşçiydi. Yanına aldı beni, aylak takımına hatıra bırakmak için. Kasabanın en gösterişli evlerini o yapardı. Yanında da beni sürüklerdi ki onun yerine ben imreneyim diye. Ne düğme dikebilirdim ne çivi çakabilir. Bana göre ikisi de aynıydı.

“Terlemedin mi güneşte durmaktan, gölgeye geç bari.”

İnsan 30 yaşında tırnak yemeye başlar mı? Ben bu kızın yanında ne yediğimden tat alıyor ne de ağzımdan akan salyaların ıslaklığını hissediyordum. Sadece onun o tiz sesi vücudumdaki tek işleyen noktamın kulaklarım olduğunu hatırlatıyordu. Bacaklarım bir anda çarpık bir hal alıyor, gözlerim küçülüyor, burnum kızarıyor, yanaklarım morarıyordu. Cemre! İlk babası çağırmıştı. İsmini de bu sayede öğrendim. Havuzdan çıktığında o ana kadar havuzlu ev görmemiştim, ama benim için an; o ana kadar böylesine beyaz bir kadın görmediğimdi. Tenindeki su damlacıkları adımları ile öylesine ahenk içinde bacaklarından süzülüyordu ki şaşkınlığımdan kaskatı olan bedenime hükmedemiyordum. Beyaz kız Cemre… Şeytanın ta kendisi. Babamın yanında çalışmayı en sevdiğim ev, Cemre’nin eviydi. Onu görmek, izlemek, gözlerimle dokunmak huzur veriyordu. Çok uzun bir tadilat geçirdiğimiz bu havuzlu evin bahçesi beni dürtüyordu.

Üç ay geldim, üç ay gördüm onu. İzlendikçe hoşuna gitti. Bir gün çalıların arkasından değil gerçekten dokun dedi. Dokundukça o da bayılıyordu babam içeride çalışırken. Ben Cemre’yle alev alev yanıyordum ve yakalanmaktan değil sonu olmasından korktukça daha şiddetli sevişiyordum. İnledikçe müziğin sesini daha da yükseltiyordu. Üçüncü ayın son günü geldiğimde yoktu. Vardı ama yoktu. Küçük baloncuklar çıkan bir gazoz şişesinden iki ayrı kamışla erkek kılığına girmiş züppenin dudaklarına değe değe yudumluyordu gazozu. Kucağındaydı. Umursamaz, şefkatsiz, acıta acıta. Benim de umurumda değilmiş gibi geldi önce. Sonradan koydu. Ayrılırken son kez bahçeye baktım. Sesi bilerek açılmış müziği duyunca kaçar adımlarla uzaklaştım. Gittiğim her evde beyaz kadın Cemre’nin şeytani kokusunu aradım. Sonra evlendim. Öyle olsun diye, kimliğimde evli görüneyim diye. Deli olmaktan vazgeçmeye çalıştım. Nafile. Zorunlu kazanılmış bir zaferin mağduru olmaktansa takım elbisemi giyip el salladım gençliğime.

Kırk yaşım sol tarafıma geçti. Gölgem aynada sağımda. Sola baktıkça sağa, sağa baktıkça sola geçiyor. Takım elbisem yansıyor omuzlarımdan. Kahverengi, beklentisiz… Kimliğimdeki kadın yatağımda. Babamın sandalye gıcırtısı duyuluyor içerden. Kapım hep aralık. Olması gerektiği gibi. Annem hep sevgisiz. Bense sahte bir devlet memuru kılığında med cezir ömrümün yitip tükendiği, hiç uğruna savaşmış kayıp bir öykü karakteri. Belki de her sabah aynı ayna karşısında kaybolan kopuk bir yazar.

Pelin Oktay

Shares:
3 Yorum
  • Hande
    Hande
    10 Şubat 2021 at 11:26

    Vayyyy ahhh o Cemre…. Devamı da olsa ne olurduuu… Mesela 50 li yaşlar?
    Pelin hanımcım öykünüzün sonunda hep aynı hisleri yaşıyorum nedense ve hayalimden bir son yaratıyorum, sanırım sizin istediğiniz de bu☺️ Tadı damağımızda kalacak yeni hikayelerinizi heyecanla bekliyorum. Sonsuz tebriklerrr, harikaydı👏🙏☺️❤️

    Reply
    • Pelin Oktay - Aphelion
      Pelin Oktay - Aphelion
      17 Şubat 2021 at 20:35

      Çok teşekkür ediyorum😊Sevgiler

      Reply
  • Ben Erdem Ertürk
    Ben Erdem Ertürk
    30 Nisan 2021 at 04:23

    Sesi bilerek açılmış müziği duyunca kaçar adamlarla uzaklaştım….

    Reply

Ben Erdem Ertürk için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir