Babamı kaybettim. Altmış iki yaşındaydı, altmış bir yaşından sonra üç ay daha yaşadı. Altmış bir yaşında bile çalışmaya devam etti. Belki fabrikada makinenin başında değildi ama onun deyimiyle ‘artık eğitici sıfatıyla’ devam etti. Altmış iki yaşında titrek bedeniyle her sabah saat beşte yataktan kalktı. Ümraniye’nin bir mahallesinden dolmuşa bindi. Oradan metrobüsle şehrin sonuna kadar gitti geldi, gitti geldi.
“Neden hâlâ çalışıyorsun baba?”
“Sen çalışmayacak mısın yoksa? Tabii ki çalışacaksın. Tabiatımız böyle, işçiyiz biz.”
Bu cümleyi öyküme aldım, bizzat kendisini de. Sinekkaydı traşlı yüzüyle, gözlükleriyle, yanından ayırmadığı eskimiş deri çantasıyla. Ne yazık ki onu anlattığım bu sayfaları kendisine okuyamadım, zamanım olur, benden fazla yaşar sandım.
Babamı gerçekten dört, bilemedin beş yıldır tanıyorum. Önceleri aynı evde yaşamak dışında bir paylaşımı olmayan iki insandık. İşinde uyguladığı, artık pek de hatırlamadığım bir yenilik için söyleşi yapmış, sonra da gazetede röportajımız çıkmıştı. Ünlü yazar ve babası. Sanırım ilk kez o röportajdan sonra yazdıklarımı okudu. Beni saygın bir yazar olarak görmeye ve benim ona gösterdiğim hürmeti o da bana göstermeye başladı. Arada bir giderdim eski oturduğum, babamın hâlâ yaşadığı eve. O zamanlar “Yeni öykünü okudum,” derdi.
“Öyle mi? Nasıl buldun?”
“Tanıdık,” derdi.
Konusu hoşuna gitti mi gitmedi mi hiç konuşmazdık. Sanırım benim yazarlık işimi kendi işiyle bir tutuyordu. Ona göre benim elimden de ıskarta çıkamazdı. Bunda elbette yanılıyordu.
Haberi halam verdi. Akşam dolmuşa atlayıp evine gittim. Kafasının üzerine kadar çekilmiş bir çarşafla yatağa uzanmıştı. Çarşafın üzerinde bir bıçak. Odaya benimle giren halam baş sağlığına gelenleri karşılamak için çıktı. Ölünün başında dikildim. Babama baktım. Cenaze namazında gösterilebilecek bir saygıyla durdum. Çünkü böylesi icap eder.
Ölünün yanında ayakta durmaktan yorulunca, yatağın kenarına oturdum. Çarşafı çektim. Babamın yüzündeki ifade pek değişmemiş. Mermer gibi beyaza kesmiş sadece. Gözleri yumuk, hatırladığımdan farklı olan tek bu. İç dünyasına çevirmiş gözlerini. Belki öte dünyanın üretim bandı atölye programını düşünüyordur.
Bıçağı alıp komodinin üzerine bıraktım. Gözüm henüz bitirmediği kitaba takıldı. Tahsin Yücel okuyormuş. Kitabın arasından ucu görünen gazete parçasını almak için uzandım. Sayfaları çevirirken altını çizdiği bir cümleye takıldı gözlerim. “Hayatı yaşamak için hayatı bilmene gerek yoktur.” Ayraç olarak kullandığı gazete kupürü kucağıma düştü. Aylar önce basılmış bir röportajım. Özenle kesilmiş, kitabın arasına konmuştu.
Çarşafı tümden kaldırdım üzerinden. Elleri. Gözlerimi alamıyorum onlardan. Sanki büyümüşler. Olduğundan da kocamanlar şimdi. Kuruyan yapraklar gibi grileşmiş ve birbirine bağlanıp çökük karnının üzerine düşmüş. Devasa eller bunlar. Koca kemikler yatıyor içinde. Birkaç kalın siyah kıl, lekeli cildinde uzuyor. Budaklı dallar gibi boğum boğum parmakları uca doğru düzleşiyor ve ucunda sarı, düz, kısa kesilmiş tırnaklar. Sağ başparmak tırnağının altına kan oturmuş.
Ne üzüntü, ne acıma, ne gözlerimde yaşlar. Burada tamamlanmamış bir işin önünde, sonunda nokta olmayan bir cümlenin başında duruyorum. Kırk yaşındayım. Kendimi düşünüyorum. Babamın ölüsünün önünde başka bir şey düşünmek gelmiyor içimden, yalnızca kendim. İçerideki odadan bir söz işitiyorum: “Ölünün göçtüğü gün insanın içine kırk tane ateş düşermiş. Kırkına kadar o ateş her gün birer birer sönermiş de bir tanesi hep seninle kalırmış.”
Kırk yaşındayım. Kendimi düşünüyorum. Dilerim ki ben de böyle uzanayım, sonunda noktası olan bir cümle gibi. Benim de başımda biri dikilsin, azıcık da olsa benim oturduğum gibi yanımda kalsın. Merhamet, acıma, sarsılma, yürek parçalanması hissetmeden; kalbinde küçük bir imrenmeyle.
Deniz Çağlar