Uyuyamıyordum ya da hep uyukluyordum. Farkını hissedemeyecek halde olduğum günlerdeydim. Saat, gün ayrımını yitirip bulduğum her yere kıvrıldığım günler. Yumuşacık kaz tüyü yatak bana yılanlı kâbuslar hediye ediyordu. Doktorlar mevsimsel değişiklik deyip, melatonin veriyorlardı. Çaresizdim, denedim. İlaçlı uykular hafızamda boşluklar yaratıyordu. Delta ses dalgalarıyla, ağırlaştırılmış yorganlar altında dönüyordum. Ellerim titriyordu.
Günü hatırlamıyorum, az biraz eşya aldım yanıma. İlk uçakla Adana. Adana havalimanında servisi bekleyecek dermanım yok. Taksiye biniyorum. “Abi, Tarsus’a gidelim.” Eski yoldan tırların arasından, kasislere gire çıka gidiyoruz. Sonunda Nusret Mayın Gemisi… “Şahmaran hamamına gidelim,” diyorum. “Gızım sen biliyon buraları, kimlerdensin?” Duyunca kendimi fıkrada hissettiğim soru. “Veli Emmi’nin torunuyum abi, anneanneme gidiyorum,” çünkü o bana iyi gelecek. “Zalaca Hatun’un evi diyeydin ya en baştan, he gızım benim.”
İşte gelmek üzereyiz; Kleopatra kapısı, Üçgen çarşı, Altından Geçme ve anneannem.
“Geldik,” diyor. Uyumuşum o kısacık arada. Evin kapısı, merdivenlerdeki arap sabunu kokusu, kapıda kollarını açmış Zalaca, yerde kendi dokuduğu yumuşacık yolluklar, balkondan gelen çiçek kokusu; hepsi ev gibi. “Anneannem, ben geldim,” diyorum son kalan gücümle gülümseyerek. Anlıyor beni. Elini alnıma koyuyor, ateşim yok anneanne. Yüzü endişeli, sormuyor. “Banyoyu yaktım gara gözlüm, hadi bir dökün de yolun kiri pası aksın,” diyor. Gençliğinde dokuduğu peşkiri hazır etmiş, el yapımı zeytinyağı sabunu, sıcacık loş banyo. Giriyorum sıcak sulara, tas tas ferahlama, tas tas yumuşama, tas tas nefes alma…
Peşkirime sarınıp divana uzanıyorum. Mutfaktan anneannem sesleniyor. “Hoş geldin kekliğim.” Gözlerim usulca kapanıyor. Karanlıkta uzaktan bir kadın yaklaşıyor, çok güzel gözleri var. Simsiyah saçları omzuna dökülmüş, yürümüyor da sanki kayarak geliyor. “Hoş geldin, derdinle, tasanla hoş geldin kızım.” Gözlerim aralanıyor, anneannem divana yaklaşıyor. “Günlerdir rüyamdasın a gızım, gelir yakında gara gözlüm diyordum.” Kapanan gözler, karanlığın içinden kayarak gelen kadın “Seni bekliyordum,” diyor. Anneannem saçlarımı okşuyor. “Sen uyu hele kekliğim, uyanınca anlat, dök sırtındaki yükünü.”Karanlıktaki kadın “Anlatacaklarım var,” diyor.
Gözlerimi yarı açtım, anneannem “Bekledim seni gara guzum, iki lokma ye de öyle uyu.” Çocukken çok sevdiğim kıymalı kıvırcık makarnadan yapmış. Yiyorum, tedirgin gözlerle izliyor, soru sormuyor. Ne kadar kötü bir halde olduğumu onun gözlerinden görüyorum. Ellerinden tutup öpüyorum. “Yanımda kal anneanne,” kafamı kucağına koyup uyuyorum.
Karanlık, derin bir uyku. Kuyuya düşüşüm, dipte kıvrılıp uyuyuşum. Saatler mi, günler mi, aylar mı geçti bilmiyorum. Kuyunun dibinde bir yataktayım, başımda ışıklar içinde o kadın.
“Ne zamandır bana gelmeni bekliyordum kızım, iki dünya arasında çok yorulmuşsun.” Kadını inceliyorum, çok güzel bir yüzü var. Mermerden teni bel hizasında pul pul oluyor. Bakmaya korkuyorum vücudunun devamına. Çocukluğumdan beri korkarım. Gözlerime bakıyor “Korkma,” diyor. “Hepsi benim suçumdu, çocukluğunda seni çok merak ederdim. Haber getirsinler diye yolladım hepsini. Seni korkutmak istememiştim.” Oysa ben yılanlardan ömrümce tarif edilemeyecek kadar çok korktum. “Bir kez senin karşına çıktım, hatırlıyor musun?” Hatırlamam mı? Boynu kırmızıya dönmüş kara yılan, ormanın kenarından çıkıp çöreklenmişti karşıma. Kafasını boyumca kaldırıp bana baktı, gözlerimiz kenetlendi. Beni bulduklarında yılanla bir sağa bir sola sallanıyormuşum. Kendime geldiğimde annemin kucağındaydım, tüm gün konuşmamıştım. Ama o gözleri hiç unutamadım. Şimdi karşımda bana bakıyorlar. “Peki ya diğerleri?” Diyemedim hani ayağımın altından kayıp giden üzeri desenli boz yılan, yayla evinin tavanına çöreklenen yeşil yılan, balkon kapısını açtığımda burun buruna geldiğim kara yılan… “Üzgünüm çocuğum, hepsi seni görmek içindi, bizden korkacağını bilemezdim.”
Hâlâ bakamıyorum vücudunun alt tarafına, tüm eklemlerim gergin, tüylerim diken diken. Korku diyerek azımsanamayacak bir dehşet içindeyim. Kadın tamam da diğerleri gelmese bari diyorum içimden. “Gelmeyecekler merak etme, hepimiz seni korkuttuğumuz için üzgünüz. Bir de kadın deme bana. Benim bir adım var ve sen bunu çok iyi biliyorsun,” diyor. “Şahmaran!” Gülümsüyor bana, şaşkınlığıma gülüyor. Nasıl olur da fark edemedim daha önce!
Bir el aynası uzatıyor. Yüzüme bakıyorum, karşımda yılanların şahı. Birbirine tıpatıp benzeyen siyah gözler var karşımda. Bir çifti aynanın aksinde, bir çifti karşımda. “Kızım benim!” Nasıl olur? Ben senin kızın olamam! “Ruhunu doğurdum ben senin. Anneciğin sana can verdi, dünyaya getirdi. Bu yaşına kadar insan olarak yaşadın. Artık ruhun ait olduğu yere dönmek istiyor, bu sebeple rüyalarında bizi görüyorsun. Seni yanıma çağırdım, anlatayım daruhun huzur bulsun istedim. Canhıraş halini izlemeye gönlüm el vermiyor. “
Susuyor, bana bakıyor. Kelimeleri anlıyorum ama anlamları uçuyor elimden. Kabuslarım aklıma geldikçe üzerime bir huzur çöküyor. Benimle konuşmaya çalışan çatal dilli yılanlar, yanıma kıvrıla kıvrıla yaklaşmaları ve benim çığlık çığlığa uyanmalarım… Psikiyatrım bir anlamı var demişti. Aynada gördüğüm anlama gülümsüyorum.
“Kızım,” sesi ciddileşmiş. “İki dünya arası yolculuk zordur, böyle devam edemezsin. Yakın vakitte bir dünyayı seçmen gerekecek. Bir tanesi bildiğin fani dünya, diğeri ruhun dünyası.Burada benimle sonsuz olacaksın; sonsuz zaman, sonsuz bilgi, sonsuz yollar. İnsanlar bizden korktular ve korkacaklar. İlk ana babalarını kandırdığımızı düşünüyorlar. Cennetten kovulma sebebiyiz diye dışladılar bizi. İçten içe bilirler ki, bizim bilgimizle boy ölçüşemezler. Korkuları bundan. Şimdi düşün biraz. Fani dünyadan ayrılmaya hazır olduğunda, evimizdediğimiz, saklandığımız bu dağın yamacında yetişen otlardan bir çay göndereceğim sana. Onu içince bize geleceksin.”
“Dilim çatal olacak mı?” diyorum, hala aynada kendimi izlerken.
Çok gülüyor buna. “Sen benim kızımsın, gözlerimiz nasıl aynıysa dilimiz de öyle olacak,” diyor ve muzip muzip dilini çıkarıyor bana.
Anneannemin sesiyle uyanıyorum. “Gara guzum akşam oldu, hadi bir tas çorba iç kekliğim,” canım Zalacam. Uyurken üzerime geceliklerinden birini giydirmiş. Çiçekli geceliğimle kalkıp geriniyorum. Balkona çıkıp frezyaları kokluyorum. Zalaca arkamda, omzuma bir şal veriyor. “Havalar daha ısınmadı kekliğim, al şunu. Otur hele karşıma.” Dedemin ben çocukken çaktığı iskemleye oturuyorum, o da karşımdaki sandalyede. Arkamı dönüyorum, saçlarımı örmeye başlıyor. “Anlat diyecem ama kalbin karışmış kekliğim. Diline dökülmez dertler o vakit bilirim. Ha diyecen sen şimdi goca garı nerden aklın erecek benim halime. Erer gara gözlüm, erer kekliğim. De hele içinde seni kıvrandıranları.”
Ne güzel söyledin Zalacam. İçimde beni kıvrandıranlar…” Bilmiyorum anneannem, nasıl anlatırım bilmiyorum. Çok rüya görüyorum, hep yılanlar geliyor. Gitmediğim doktor kalmadı, deli doktorlarına bile gittim,” cıkcıklıyor. Susuyoruz. “Anneanne, Şahmaran rüyana girdi mi hiç?” Elleri duruyor. “Sana da mı geldi?” Yüzümü dönüp başımı sallıyorum. Kalkıyor sandalyeden, mutfağa doğru yürürken kendi kendine söylediklerini duyuyorum. “Bunu da mı bana yaptıracaksın Şahmaran!” Neyi anneanne, neyi yaptıracak sana?
Elinde bir bardak sıcak bitki çayı ile dönüyor. “İki gün önce düşümde gördüm onu, bana Eshab-ı Kehf’in yamacındaki acı kekikten topla dedi. Gittim topladım. Dün gece düşümde geleceğini söyledi, kekikleri temizle çay yap kızımıza dedi,” gözleri yaşlı. Hâlâ rüyadayım sanırım. “Çayı yaptım sana, ama içme gara gözlüm. Yılan donuna girip kayıp gitme elimden!”
Olamaz! İkimiz de rüyamızda Şahmaran’ı görmüşüz. “Anneannem benim, rüya işte olmuş bitmiş. Bak ben buradayım, karşında. Olur mu öyle yılan donuna girmeler filan. Efsane onlar hep,” deyip gülümsemeye çalışıyorum. Elimde sıcak çay. “Bak kekik çayını içeceğim ve bana hiçbir şey olamayacak,” bardağı kafama dikiyorum. “Oh mis gibi de kekik, güzelce uyutur bu beni anneannem. Hadi yatalım gel canımın içi.” Zalacam boynunu büküp, elimden boş bardağı alıyor.
Gece, uykusuzluk, karışık rüyalar… Çiçekli gecelikle eski bir ahşap evde dolanan hayalet gibiyim. Kafam dünkü rüyayla karmakarışık. Ayaklarımı sürüye sürüye odadan odaya dolaşıp, bulduğum bir yerde sızıyorum.
Günün ilk ışıklarıyla uyanıyorum. Zalacam odasında, parmak ucuma basarak banyoya giriyorum. Termosifonu yakmak için odunlar nerde bulamıyorum. Yıkanmam lazım, elime peşkirimi aldığım gibi merdivenlerden iniyorum. Yan taraf hamam. Sabah gürültülerinden anladım, kapıları erkenden açıyorlar. Giriyorum, natır bana bakıyor. “Zalaca’nın torunuyum,” diyorum, kimse sormadı ki. Hamam boş. Bir kurnanın yanına oturup sıcak suları dökünüyorum. Natır geliyor. “Kese köpük isten mi ablam?” “Olur,” diyorum. Neden olmasın?
Göbek taşına geçiyoruz, tam ortasında kırmızı bir leke var. Çocukken anlatırlardı Şahmaran’ın kanı diye. Ne kadar yıkarsan yıka geçmezmiş. Parmak ucumla kırmızılığa dokunuyorum. Kadın “Ablam bilin mi Şahmaran’ı?” diyor. Bilmem mi ablam. Buhar kapladı hamamı, sıcakta yumuşadım. Bırakıyorum kendimi taşa. Natır “Ablam keseledikçe pul puloluyor derin, bilemedim devam edeyim mi?” diyor. Sesi biraz korkulu sanki. “Daha sert kesele,” diyorum, başım evden getirdiğim peşkirimin üzerinde. “Dur yeni bir kese getireyim sertinden,” diye kalkıyor yanımdan.
Hamamın kapısı kapanırken gözlerimi daha fazla açık tutamıyorum. Ne zamandır aradığım o ağır uyku geliyor. Yavaşça bastırıyor gözlerime, içime giriyor, beni ele geçiriyor. Karanlık ağırlığa teslim olurken uzaklardan bir çığlık duyuyorum. “Hamama yılan girmiş!”
Deniz Çağlar