Kaç yıl geçtiğini hatırlayamadım, sahi kaç yıl olmuştu? İncesu’daki o apartmanın adı neydi? Kar mı düşürdü aklıma? Zihnim tatilde, o dar apartmanın uzun merdivenlerinde bir sömestr hatırası gibi. Belki de karın sinsiliğinden aklıma düştü bu hikâye şimdi. Daha çok yazlarını mı hatırlıyorum? Kışlar hep evdeydik, ondan mı? Anneannemin zümrüt yeşili sigara tablalarıyla bezenmiş sehpalı salonunda. Dantel örtüleri krem rengindeydi, nesilden nesile geçen yamalı battaniyesi de divanın sağ kolunda, yeri değişmezdi.
Gece üşüyen, ayaklarına örtüverirdi. Ankara soğuktu, anıları değişik bir biçimde sıcak ve heyecanlı kalmış içimde. Mutfağı haşlanmış tavuk kokardı anneannemin. Anneminkinden daha iyi yaptığı için mi bu kokuyu hatırlıyorum? Böyle düşününce bir de sarı kilim desenli sandalyeleri vardı, biri annemde, biri teyzemde durur hala. Sanırım 88 ya da 89 yazıydı. O apartmanı altı yaşımdan önce hatırlayamıyorum. Anneannemin elleri kırışıktı, ben hep kırışık gördüm ya onu, niye 40 yaşını göremedim bu kadının diye hayıflanırdım o zamanlar. Neyse hafızamı zorladığımda bu apartmanın bana anı diye bıraktıkları zihnimi çok zorlamadan şıp diye aklıma gelen birkaç karakterle canlanıyor.
Dedim ya 6 yaşımdaydım. İsmini anımsayamasam da bahçesi gözlerimin önünden gitmiyor. Her bir ayrıntısı küçük ürkeklikler yayıyor, fakat genel anlamda huzurun bilinmedik bir tanımı benim için. Dış cephesi kirli sarı kahverengi arası toplam 8 katlı kapıcı dairesi ile 9 olan köhne görünümlü bir film stüdyosu. Önünde dikdörtgen bile diyemeyeceğim kare bir avlusu, avlu girişi yalandan bel hizasına gelen demir kapıyla korunuyor. Bu kapıyı açmak için öyle geniş çabalara ihtiyaç duymuyorsun, hafif bir kalça veya ayak tekmesiyle emrine amade. Yokuşta olduğu için apartman her an yıkılacakmış hissi veriyor. Ha bir de çocukların oyun alanları oynadıkları avlu ile sınırlı değil, önü vızır vızır araba geçişleri ile ünlü bir yokuş burası. Bilinç ve yüksek dikkat gerektiren bu oyun alanının etkisi altında kalmam belki de her an bir araba çarpabilir korkusundan. Çocukları da hayal meyal hatırlıyorum ama çocuk işte, nolcak.
Çocukluk yıllarınızda kaç tanesinin suratı sizi derinden etkilemiştir de hafızanızdaki kodlama süresi beklentinizin çok üstüne çıkmıştır? Arkadaşım olanların veya komşu çocuklarının yüzleri gölge gibi ama bir tanesi hafızamda küçük bir çadır misali yerleşmiş. Bu sureti unutamıyordum. Kapıcının en küçük erkek çocuğu: Sadık. Nüfusu kalabalık bir ailenin sanırım o en modern isimlisiydi. Unutamamam, kıvrak zekâsını her tatil daha değişik yollarla keşfetmemdendi belki de. Elbette burnunda kazı çalışmaları yaparken veya bütün gün envaı çeşit ne yediğini anladığınız sarı süveterini hiç değiştirmemesinden değildi keşfim. Garip bir biçimde soluduğum kapıcı çocuğunun bizim dünyamızda yaşamaya özenme hissi, kininin başka taraflarını ortaya çıkartıyordu. Hiç tanışmamıştık. Belki avluda veya apartmanın her bir alanında oynayan çocuk sürüsü de tanışmamıştı onunla. Bilirdik o Sadık’tı ve yeri apartmanın giriş merdivenlerinin ikinci basamağıydı. Avuçlarında birkaç bilyeyle tespih çevirir gibi her defasında süze süze bizi izlerdi. Bir tek saklambaç oynadığımızda bize katılır, ilk o ebeler, sonrasında oyunu bozmak için saklananların yerlerini ispiyonlardı ve bundan aşrı zevk alırdı.
Yine bir yaz tatili ve annemin de tatili, ben Ankara’daydım. Diğer tatillerden farkı bu defa annem beni anneanneme yalnız bırakacaktı. Heyecanlı olmamak mümkün mü? Hafta sonu arabayla beni bırakıp geri döneceklerdi Bolu’ya. Arada tabii babamla yalnız kalma hayallerini anneannem sayesinde gerçekleştiriyorlardı. Hem büyümüştüm artık. Yük olma, evham yaşatma riskim de azalmıştı. Renault 12 arabamızın bagajına bavulumu zor sığdırmıştık. Kalma süremin uzama ihtimali bavulumun ağırlığıyla doğru orantılıydı. Midemde uçuşan kelebeklere her Ankara tabelasını gördüğümde teşekkür ederdim. Çünkü bu an hayatımdaki hiçbir renkli kelebek anlarına benzemiyordu. Apartmanın önünde arabayı boşalttıktan sonra babam park etmek için dedemin dükkânına gitti. Teyzem ve anneannem balkondan el sallarken Sadık yine ikinci basamakta oturmuş tesbihini çeviriyordu. Öyle anlamsız bir göz kısılmasıyla bize baktı ki gereksiz bu anı şu an hatırlamak bile çok anlamsız geldi doğrusu. Tam sevinç çığlıkları ve bağırışlar içinde eve adımımızı atıyorduk ki top yanaklı, file topuzlu, kaderinin sancılı olacağı gözlerinden belli Faika teyzenin, yani anneannemin karşı komşusunun da heyecanlı karşılama kahkahalarını duyduk:
“Hoş geldiniz, ay Güler bu nasıl büyümüş böyle?”
Bu derken benden bahsediyordu, kötü niyetinden değil coşkusundan.
“Gel Selinim sarılayım bir sana, ah ne çok özledim. Bu sefer çok uzattınız ama arayı. Kaç ay oldu canım!”
“Ay Faika abla işlerin yoğunluğundan kaçamadık bir türlü, sorma. Selin’i bırakıp döneceğiz.”
“Aaa !!Kızımı bize bırakıyorsun demek, aman ne hoş! Duydun mu Fikriye Hanım torunun tek kalıyor artık bak.”
Faika teyze bambaşkaydı. Fikriye abla, teyze gibi alt sınıf hitaplar kullanmazdı. Ne kadar yakın olursa olsun hanım hitabı anneannemin varoluşsal gücünü kanıtlıyordu benim için. Başkalığı sadece coşkusundan değildi Faika teyzenin; giyiminden, renginden, kokusundan. Sarılması bile başka bir samimiydi. Ah Faika teyze ah, şimdi ne çok özlüyorum o salçalı makarnalarını bir de turuncu renk salonunun loş sıcaklığını. Kulağıma eğilerek her gelişimde söylediğin gibi, “Akşama alırım seni, makarnanı hazır bil. Ahmet amcan da geldiğinde kaçırırım, beraberce yeriz.”
“Tamam,” dedim sevinç, endişe ve hafif utanmayla. Babamdan bu sefer nasıl izin alacaktı acaba? Alerjim o kadar ilerlemişti ki ne abur cubur ne de karbonhidrat kapasitem bu kaçışları pek kaldıracak gibi gözükmüyordu.
Uzun mesafeler anneler ve kızları için evlendikten sonra bazen iyiydi ama fazlasıyla özlem içeriyordu. Annem genç kızlığını, üniversite anılarını bıraktığı bu eve her girişimizde ve çıkışımızda gözyaşlarına hâkim olamazdı. Haksız da sayılmazdı. Büyük kentlerin kadınıydı annem. Vitrinler, insanlar, büyük şehirlerin parkları, çeşit çeşit alışveriş hanları onun kendisini dahi bulamayacak ihtişamda olmalıydı. Küçük bir şehirde yaşaması için birini çok sevmesi gerekiyordu. Öyle de oldu. Anneannem aramızdan ayrılana kadar Ankara yolculuklarımız gözyaşları içinde sürdü gitti. Eve hızlıca girdik. Dedikodular daha kapı eşiğinde başladı.
“Abla Saliha evlendi biliyor musun?”
“Kim ya Saliha, hatırlayamadım.”
“Ay yok mu Leyla teyzenin küçük kızı.”
“O, o kadar büyüdü mü yahu?”
“Hem de kiminle biliyor musun?”
“Kiminle?”
“Ben üniversitede bir alt dönemde Ebru vardı hani. Birkaç kez bize yemeğe de gelmişti. Hatırladın mı? Böyle sarı kısa kıvır kıvır saçlı, mavi gözlü çelimsiz bir şey.”
“Eee?”
“Onun abisiyle işte.”
“Aa, ay yakışıklı bir şeydi o çocuk. Kız o Saliha az değil. Öbür çıktığı oğlanla da gezdi tozdu aylarca. Sonra parası bitince bıraktı ya bunu.”
“Ay yok bu çok zengin, ondan evlendi kesin abla.”
Annem ve teyzem. Bitmez konuşmaları. Birbirlerini gördükleri anda sabaha kadar konuşacak o kadar çok şey bulurlar ki. Dinlemekten ben yorulurum ama onlar asla. Anneannem hiç sevmezdi dedikoduyu,” sadece “Bize düşmez elin tasası, kasası” derdi. Mutfağını severdi, dertleşmek için çiçeklerini, korumak için de kızlarını.
Bu Ankara günlerimin en güzel anısı da yolculuk sonrası kavuşma merasiminin burnuma tarçın ile gül kokusu karışımını getirmesiydi. Anneannem gül pembeydi ve dolapları nedense hep tarçın kokardı. “Haydi sofra hazır,” dediğinde, bu cümle bir daha tekrarlanmaz; dedem tekli koltuğundan kalkıp, pantolonunun kemerini düzeltip masada baş köşeyi alır; annem, ben, babam ağzımızdan akan salyaları kontrol edemeden sandalyeye oturmamızla yemeğe başlamamız bir olurdu. Annemin klişe uyarıları bizi pek bağlamazdı.
“Osman yavaş biraz, sakin ye canım, önünden kaçırmıyoruz ya!”
“Kızım ağzının kenarını sil, nerde peçeten?”
Anneannemin “Bırak Güler adamı, evi burası istediği gibi yer karışma, hem kaç saat araba kullandı adam. Dokunma” cümlesi damat olsun da nasıl olursa olsunuydu. Yemekler yenip, ağırlık çöktüğünde saatin geç olduğunu hava karardığında anlamıştım. Faika teyze de çağırmamıştı. Hayır makarnadan değil, yiyemezdim zaten. Ama şöyle iki laflardık, değişik bir evde zaman geçirmiş olurdum, bir de tabi VHS video onlarda vardı, anneannemde yoktu ki. Dedem alamamıştı bir türlü. Neyse dedim içimden yarın cumartesi nasılsa bütün günü onlarda geçiririm. Tabi annemler balkonda çekirdek, çay yaz sohbetlerini sürdürürken, babam koltukta uyuyakalmıştı. Dedemse son ajansı izleyip yatacaktı. Yatağım yapılmıştı divanda. Soğuk yatağın içine sokunca ayaklarımı mevsimler karıştı. Öylece sızmışım.
Birden sokak kapısının sanki elle değil de sert bir cisimle vuruluyormuş gibi hiddetli sesiyle uyandım. Rüya ile gerçek arası sendelemelerim eşliğinde hızlıca sesin geldiği yöne doğru ittirdim kendimi. Ev halkının şaşkın çığlıkları, bir kadının ağlama sesi, bir adamın tok haykırışı “Bulduğum yerde öldüreceğim onu”, “Durun sakin olun, polise haber verelim,” cümlesinin babama ait olduğundan emin olmam şeklinde gerçeğe adım adım yaklaştırıyordu beni. Faika teyze saçları beline kadar açık, uzun beyaz keten geceliği ve gözyaşlarıyla elinde bir mektup kapıda ağlıyordu. Aslında ağlamıyor isyan ediyordu. Anneannem durmadan mutfaktan su getiriyor, teyzem kolonyayla bu çaresiz kadının ellerini ovuşturup arada kolonyayı burnuna değdirip bayılmasına engel olmaya çalışıyordu. Babam telefonunun başında Polisi aramak için hazır oldaydı. Dedem apartman merdivenlerinde iki büklüm çökmüş Ahmet amcanın koluna girmiş sırtını sıvazlıyor, Ahmet amca bağırdıkça ağzını kapatıyordu. Ben gözlerim yarı kapalı bir aile dramına tanık olduğumu gördüklerimden çok seslerden anlayabiliyordum uyku sersemliğinde.
Kızları Deniz bir hafta önce on sekiz yaşını doldurmuş ve sevdiği adamla kaçmıştı. Ahmet kızına en son “O garson parçasına verecek kızım yok benim,” diyerek karşılık vermişti. Mektubu okuduğunda içinde zerre kadar pişmanlık veya keder yoktu. Öfkesi yeri göğü inletiyor, öldürmekten bahsediyordu. Tabi ki anlık şoklar bittiğinde polis arandı, polis kendi adına delil bulmak için kızın odasını şöyle bir aradı, sevdiği adamın ailesine gidildi. Birtakım araştırmalar o günlerin koşullarına uygun âdet yerini bulsun diye yapıldı. Âmâ nafile Deniz ve adam yoktu. Yer yarılıp içine girmişlerdi. Şehir dışına kaçtıkları konuşuluyordu emin olamadık yine de. Ta ki 2 gün sonra anneannemin telefonu ısrarcı bir biçimde çalıp Denizin sesini duyana dek.
“Alo, alo kiminle görüşüyorum?”
“Ben Selin, siz kimsiniz?”
“Ohh şükür!!” Deniz ben. Selincim Fikriye teyze evde mi? Çağırır mısın telefona?”
“Evde, bir dakika?”
İşte o zaman anlamıştım bu çılgın kızın saftirik panik halleriyle yakayı ele vereceğini. Bir tek anneannem güveniyordu ona. Konuşmalarını teyzemin odasındaki paralel telefondan dinlemiştim.
“Fikriye teyze ben Deniz. Nolur aradığımı kimseye söyleme. Annem iyi olduğumu bilsin yeter. Evleniyorum ben Fikriye teyze.”
“Yavrum yapma baban çok kızgın, annen perişan, dön evine. Konuşulur bir çaresi bulunur. Ailesiz olmaz be çocuğum böyle işler. Anne baba onayı olmadan olmaz. Neredesin? Ankara dışında mı?”
“Yok, buradayım ya Küçük Esat tarafında. Hasan’ın birkaç arkadaşı var onlarda kalıyoruz şimdilik. Ortalık durulunca, nikâhımızı kıyacağız. Babam biraz sakinlesin de.”
“Kızım aman dikkat et, baban çok sinirli. Bari iyi saklan.”
“Kapatıyorum Fikriye teyze beni merak etmeyin, anneme söylersin.”
Faika teyze kızının iyi olduğunu bildi. Bir nebze rahatladı. Ama geceleri uyuyamadı. Işıkları hep açıktı. Arada gece kalkıp balkondan yan daireye bakıyordum da. Aradan 10 gün geçti geçmedi. Gizlice anneannemi aradı yine. Faika teyze, ben, anneannem yokuşun altındaki parkta en ücra köşede bir ağaç altında bankta oturup konuştuk. Ahmet amca işteydi. Evlenecekti. Annesi kızının yaşadığına şükrediyordu. Mutlu olduk. Onu mutlu görünce biz de mutlu olduk. Işıl ışıl parlıyordu gözleri. Çok uzun kalamadı. Bir, iki saat hasret giderdiler gizli saklı. Annesi ikna edemedi, dön dese de kararlıydı. Nikâh davetiyesini getirmişti. Vedalaşıp yine gelirim diye el sallayarak seke seke gitti Deniz.
Bir daha göremedik onu. Babası yakalamıştı. İzini nasıl buldu, ne oldu bilemedik bir süre. Deniz’i öldürmüştü. Aynı gün parkta görüştüğümüz gün onu takip etmişti. Annemler apar topar Ankara’ya geldiler. Beni götürmek için. Anneannem ve Faika teyze baygındılar. Ben çok etkilenmiştim. İki gün önce telefonda konuştuğum, gözümle gördüğüm kız ölmüştü.
Bolu’ya döneceğimiz gün annemleri avluda beklerken, donuk sesiyle Sadık yanıma yanaştı:
“Noldu biliyon mu?”
“Noldu, bilmiyorum.”
“O Deniz’i Ahmet amcaya ben söyledim, namusunu temizlesin diye.”
Donup kalmıştım. Neden yapmıştı bunu? Oyunlardaki sinsiliğinin gerçek hayatta karşıma çıkması çok yaralamıştı. Kimseye söyleyemedim kime söyledi bilemedim de. Anneannem bu sırrı saklarken küçük sinsi mahvetmişti, bir aileyi bitirmişti. Anneannem konuşacaktı. Bir bildiği vardı. Halledecekti. Tıpkı bizi de hep ayakta tuttuğu gibi.
Sahi neydi o apartmanın adı? Fikriye Hanım olsun.
Pelin Oktay
Ahhh… Pelincim bu nasıl bir öykü… bizleri geçmişe götüren, her detay incelikleriyle duygusuyla özlemiyle yazıya dökülen müthiş bir öykü olmuş… her cümlesini gözyaşlarıyla okuttun bana… kalemine sağlık👏👏💋❤️
Bir bitmedi şu Sadıklar!