Sapsarı bir boşluk… Uçuyorum… Çocukluğumdan beri uçmadığım geliyor aklıma, şaşırıyorum… Elim ayağım dolanıyor… Kanatsızım… Tutunamıyorum… Kalbim kulaklarımda gümbür gümbür… Düşüyorum… Her sabah, aynı kör edici sarartı. Ter içinde uyanıyorum. Gece yatana kadar da düşmeye devam ediyorum. Bitmek bilmeyen bir düşüş. Dante’nin Araf’ındayım, beni bekleyen bir sandal da yok.
Müzeler, dünyanın hafızası. Toprağın koynunda gizlendiği yerden çıkarılıp bana ulaşan hatıraların envanterini tutuyor, altını imzalıyorum. Unutulmasınlar diye. Loş koridorda topuk tıkırtılarımı dinliyorum. Cebimde titreyen telefonu umursamıyorum. İşim çok, yarım kalmamalı. Telefon tekrar tekrar varlığını hissettirdiğinde bakıyorum. Ekranda ‘Annem’ i görünce çakılıp kalıyorum. Onu öldürmüştüm oysa. Müzenin duvarlarında telefonun sesi çınlıyor. Binlerce yıl önceden gelip yanıma dikilmiş Kibele kadar hareketsizim. Camekânlara yansıyan görüntüm ürkütüyor beni. Hangi tarafa baksam ben. Yüzümde telefonun ekran ışığı, bekliyorum.
Ulaştığım bir taşın ucunu, neye ait olduğunu hayal ederek sabırla saklandığı delikten çıkardığım gibi usul usul bekleyişi… Her bir deliğime tutturulmuş hortumları söküp kendimi aşağıya bıraktığımı hayal edişim… Çocukluğum… Dermansızlığım… Yapamadım. İyileştim, tekrar tekrar iyileştim. Açamıyorum, çalıyor. Açmalıyım… Ellerim titriyor açarken. Kalbim… Sakladıklarım gümbür gümbür…
“Nerelerdesin ya? Kaçtır arıyorum,” diye soran ses ablamın. Ameliyattan beri görmedim onu. Mazeretlerimiz var; iş, güç, telaş. Hayatlarımızdan uzak tutuyoruz birbirimizi, kendimize bile sezdirmeden.
“Annemi,” diyorum. Boğazım kupkuru. Cümleyi bitirmem gerek, bir şey söylemem… “Görünce,” diyebiliyorum. Dilime başka sözcük gelmiyor.
“Aaa, silmemiş miydin? Küçük oğlanın oldu numara. Değiştir ismi,” diyor.
Silemedim…
Hülya büyük oğlunun düğününü haber veriyor, laf arasında bir iki havadis daha. “Büyüdü mü o kadar?” diye soruyorum. Ben uyurken onların zamanı akmış, uyanıkken de o zamandan uzak kalmıştım. Toprak altından gün yüzüne çıkarılmış içi boş kil testi suyla doldurulsa çatlaklarından sızdırır, kendi erirken üstelik. Ben ruhumu taşla doldurdum, kaskatıyım. Küçükler büyüdü, büyükler yok artık. Nasıl olduğumuzu sormuyoruz birbirimize, esenlik dileyip bitiriyoruz konuşmayı.
Annemin onu ıskalayan sevgisi, beni esir aldı. Ne çok şey söylendi ama dahası susuldu aramızda… O an kalbimde beyaz bir güvercin yorgun kanatlarını çırptı. Sesi kulaklarımda gümbür gümbür.
Kalp kimi insanda sadece pompa, kiminin olması gerekenin aksi yönde, bazı kalplerse taştan. Benimki mi? Tekledi, durdu, yerinden sökülüp atıldı. Kalbim benim değil, emanet…
“Müdür Hanım, iyi misin?” diyen kaygılı sesle irkiliyorum. “İyiyim Şükran, iyiyim,” diye cevaplıyorum elinde boş bardaklar taşıyan kadını. “Bir sade getiriver,” diyorum. Biri diğerinden kısa bacaklarıyla hacıyatmaz gibi gidişini izliyorum Şükran’ın. Onun kalbi doğuştan sağ yanında atıyor. Aramızdaki yakınlık kalplerimizin defosundan…
Kusurlu çocukluğum… Sektiremediğim taşlar, atlayamadığım ipler, fırlatamadığım toplar pusuda bekliyor… Sekiyorlar, etrafımda dönüyorlar, zıplıyorlar… Kanatlarımı geç fark ettim, heba oldu hepsi. Tutsaklığımla beslendim. İçimde saklı tohumu suladım içten içe. İnatçı ustamın ördüğü duvarları yıktım…
Odamdayım. Sığınağım… Müzayedelerden, kıran kırana çabayla elde ettiğim değerli parçaları sergilediğim mekânım. Bir müze müdürüne yakışır sadelikte, günbegün döşedim. Şükran, döneceğim günü iple çekerek her parçanın tozunu özenle almıştı yokluğumda. Daha ne kadar ciğerlerime nüfuz edecek buranın havası bilmiyorum. Biçilmiş zamanımı aştım…
Benden çaldığı zamanı da onu da geri getiremem. Ablam kendi kendine büyürken bana sarf ettiği emek zayi oldu. Barışamadı kanatlarını gerip uçan benle…
Annemle yedi yıl önce uçtuk. Düğün… Gitmeliyim elbet. Numara artık Rüzgâr’ın? O yıl okula başlamıştı, on dört ya da on beştir. Poyraz evlenecek. O da annemin ölüsünün yanında gözümü açıp bir daha açmamayı dilediğim yaştadır şimdi, yirmi sekiz. On dokuzundaydım, doktorun “Otuzuna varamaz. Nakil gerek,” dediğinde. Narkozun etkisinde, uyur uyanık duymuştum annemin “Yaşatmalıyım. Yaşayacak ömrüm onun olsun,” dediği dualarına hıçkırıklarının eşlik edişini. O gecenin sabahında saçları ağarmıştı. Gözümü açtığımda gördüğüm ilk şey annemden yansıyan beyazlıktı. Sonra da o korkulu bakışları…
Kendimi bildim bileli bıçak altındaydım. Gözaltında kalmayı göze alsaydım, hayatta olurdu belki. Ne ben ne de o öyle yaşayabilirdik… Ömrüm billah çırak olmamda diretti. Erbabı o değildi ki hasta olan bendim…
“Mezar kazıcı mı olacak başımıza? Çok lazımdı.”
“Yapma Allah aşkına Hayat. Onun da yaşamaya hakkı var.”
“Kontroller için burada olması gerek. Gidemez.”
“Ömrünce pamuklara sarıp saklayamazsın onu.”
“Ölüsünü görmek istemiyorum.”
“Onu diri diri gömmek mi istiyorsun?”
Enselenme endişesiyle, kalbim gümbür gümbür dinlemiştim annemle babamın hakkımdaki bu konuşmasını. Annemin ardımızdan su dökmediği ertesi sabah üniversite kaydı için yola düştük. Yollar varırken uzun, dönerken kısa gelir ya insana, bizim yolumuz tersine akmıştı. Babam “Sen uçuyorsun, ben kalacağım,” diyerek annemin ona dar edeceği günler için sızlanmıştı. Çok dayanamadı…
Kalbimin bozuk ritmini umursamıyor, çok çalışıyordum. Annemin “Bunun için erken, yarı yaşındasın. Hastasın,” demesine rağmen daha öğrenciyken evlendim. Ayaklarım yere sağlam basıyordu, annem buna hiç inanmadı, ona göre yarımdım çünkü. Dünyada yankılanan kazılarda başroldeydim. Kocamsa miskinin tekiydi. Aklı, cennetteymişçesine hep eğlencedeydi. Havva gibi ilişkinin ortasına kondurulmuş değildim. Seçtiğinden vazgeçebilen Lilith’in ruhu vardı bende, ayrıldık. Daha çok çalıştım. Ruhumda beslediğim isyankâr kadına inat, bebeğim dediğim taşlara yeniden hayat verdim. Henüz yirmi altıyken evim bildiğim müzeye müdür oldum. Dünyanın en genç müze müdürüydüm. Bunu müjdelediğimde “Ne olmuş yani?” demişti annem. Hâlâ ölmemiştim… Yetinmedi…
Ne oluyordu sahi? Ne oluyorsa çok hızlı oluyordu. Olmalı da… Pompam tekleyip duruyordu. Ne olup bittiğini görsün istedim. Kılavuzluğunu reddetmiş, kalbime ve ona rağmen ilmek ilmek dokumuştum kendimi. Hayat bulmuştum. Zamanım daralıyordu, bunu ikimiz de biliyorduk. Hep uzağımda olmasını yeğlemiştim. Yanımdayken yüreği ağzındaydı, yoruyordu ürkekliği. Yine de çağırdım. Geldi. Müzeyi, evimi, yaşamımı görüp kıvanacak, ferahlayacaktı aklımca. Hem hasta hem de hayallerimin peşinde koşabileceğime aklı ermedi. Yoluma koyulduğumda, eli kolu boş kalmıştı. Bomboş… Kazıya götürdüm onu. Dönüş yolunda “Eee, ne bu şimdi? Hastasın sen. Ölmek için acele etmekten başka bir şey değil işin,” diye söylenmeye başladığında kavgaya tutuştuk. Ah hırsım… Avaz avazdık arabanın içinde. “Hey, yavaş sür!” diye buyurduğunda gaza daha da yüklendim. Elleri paneli kavramıştı, gözleri korku doluydu. Kaygısının görünür tek nedeniydim. Hiç sevmedim bunu, hiç… Hava rüzgârlıydı. Çok rüzgârlı. Toprak yol sapsarı bir duvar örmüştü önümüzde. Kızgın bir kedi gibi tüylerim diken dikendi. Yüreksiz olduğunu haykırdım. Benden duyduğu son söz buydu. Sonra uçtuk biz. Frene basmalıydım. Basamadım mı, basmadım mı sorup duruyorum kendime…
Kalbimin sesi kulağıma geldi. Kıyıya vuran sakin dalga seslerinin arasında ablamı duydum. “Naklettiğimiz kalbin yaşı düşünülürse ancak beş yıl,” diyen doktora ne kadar yaşayacağımı sormuştu. Dezenfektan kokusu burnumu dağlıyordu. Konuşamıyordum. Hıçkırıyordu Hülya, çıkardılar. Doktor “Hayat Hanımın kalbi ilerlemiş yaşına rağmen sağlıklıydı. Kaza esnasında beyin ölümü gerçekleşmişti. Şanslıymışsınız. Kalbi size emanet,” dedi. Şans…
Kapı tıklatıldı. Şükran kahvemi getirdi. Pencereme bembeyaz bir güvercin kondu. Konduğu gibi havalandı.
“Şükran gördün mü?”
“Neyi?”
“Annemi.”
…
Ferda Albağ
Çok severek okudum. Tebrikler