“Hayatlarımızı bir rüyayla karıştıranlar haklıymış… Uyanık uyuyor ve bir uykuda uyanıyormuşuz.”
Suzan Acar, o gün uykusundan üşüyerek uyandı. El yordamıyla yaz kış yatağından eksik etmediği yorganını bulup üstüne çekti. Vücuduna yayılan sıcaklık, normal şartlarda uykusuna devam etmesi için yeterliydi. Ama o, tam olarak adlandıramadığı bir kuşkuyla gözlerini açtı.
Hava, bir kış sabahına yaraşır bir şekilde, henüz tam olarak aydınlanmamıştı. Hemen her sabah yaptığı gibi, başucundaki saati görmek üzere hafifçe doğruldu. Ama nafile. Saat yerinde yoktu. Garip diye düşündü, saat nereye gitmiş olabilirdi ki? Aklına üşüşen bilinmezlerle birlikte yatakta oturur pozisyona geçip etrafına bakındı. Hoppala! Kocasıyla ıkış tıkış sığdıkları yatağın hemen önünde olması gereken gardırop yok olmuştu. Onun yanında duran, kıyafetlerini üzerine astıkları, yılların dilsiz uşağı da sanki işi bırakıp onları terk etmişti. Kafasını sola doğru çevirdi. Bir gün yaparım umuduyla alıp üstünü onlarcasıyla doldurduğu makyaj malzemelerinin olduğu masasının yerinde yeller esiyordu. Kayıplar bunlarla bitse iyiydi de yanında horul horul uyuması gereken kocası da yoktu. Tabi ya, rüyadayım diye düşündü. Hem de öyle bir rüyadayım ki, bütün tıkışıklıkların kaybolduğu, özgürce keyfini süreceğim bir rüya bu! Üzerinde oturduğu yataktan başka, bir de boy aynası olan, hiç bilmediği küçük odada yerinden kalkarken gülümsüyordu.
Kırmızı oje mi? Hayretle parke zeminin üzerinde duran ayaklarına baktı. Şekilli tırnakları, sanki bir cetvel aracılığıyla hizaya sokulmuş küçük, beyaz ayak parmaklarında alev alev parlıyordu. Şaşırmakta haklıydı Suzan Acar. Otuz beş yıllık hayatında, tırnaklarına renksiz ciladan başka bir şey sürmemişti. Onu da sıkıcı işinden yıllık izin adı altında kullandığı deniz tatillerinde az da olsa derli toplu görünmek için yapardı. Şaşkınlığı kırmızı tırnaklardan, çıplak bacaklarına yönelirken eliyle üstünü başını yokladı. Baldırlarını ancak örten satenden varla yok arası kumaş parçası, soluğu boy aynasında almasına yetmişti. Az da olsa aydınlanan hava, kendini karşısındaki yansımasında görebilmesi için yeterliydi. Ama o, gördüğü şey karşısında şaşkınlığa düşmüş olacak gidip ışığı yaktı. Vücudunu ele geçirmiş istilacıyla aydınlıkta yüzleşmeyi düşündüğüne göre demek, ona meydan okuyacaktı.
Ama işler hiç de düşündüğü gibi gitmedi. Aynada gördüğü uzun koyu renk saçlı, geceden kalma makyajlı, kısacık siyah kombinezonlu kadına değil meydan okumak, karşısında ağzını dahi açamadı. Tek yapabildiği çıplak kollarına, uzun ve ince boynuna, kusursuz çenesine, kırmızı ruj kalıntılı dolgun dudaklarına dokunup gördüğü şeyin gerçekliğini, hareketler eşliğinde kendi kendine kanıtlamaktan ibaretti. Zavallı Suzan Acar. Bir önceki gece pamuklu pijaması, kısacık saçları, hareket yoksunu dolgun kalçaları ve gergin olduğu kadar donuk dudaklarıyla yatağa girerken, her şey ne kadar alışılagelmiş ve sıradandı. Hayatı boyunca değil gerçekte, hayalinde dahi bu kadar çıplak kalmamıştı.
“Perdeleri kapat. Işığı söndür. Yanıma yat.” Hızla arkasını dönüp yatağa baktı. Bir an için Halil Acar’ın, yani namı diğer kocasının kendisine seslendiğini sanıp irkilmişti. Boş yatağı görünce derin bir “Oh,” çekti. Karısının rüyada bile peşini bırakmayan Halil Acar, “Hadi sevişelim,” demek için kullandığı, peş peşe sıralanan bu üç cümleyi, hayat felsefesi olarak da benimsemiş olsa gerekti. Çünkü on beş yıllık evliliklerinde, sadece ışığı ve perdeyi kapattırmakla kalmamış, karısının üstünü, başını, aklını, hayallerini de kapattırmıştı. Yo, yo altı ay öncesine kadar bir bankada memur olarak çalışan, aydın görünümlü Halil Acar’ın öyle dini meselelerle pek işi olmazdı. Onunkisi daha çok özgüvensiz ve kıskanç bir erkek olmasından kaynaklıydı.
“Ayna ayna söyle bana,” dedi kendi kendine gülümseyerek. “Ben sana ne söyleyeyim kızım? Ne söyleyeyim? Onca yıl ana ocağında ben sana bunu mu öğrettim a kızım? Yok kadar kumaş parçalarıyla el âlemin oynaşı olmak mı amacın? Senin gibi kız olmaz olsun!” İşte beklenen olmuş, her zaman olduğu gibi önce kocası sonra da annesi sızmıştı rüyasına.
“Rüyamda bari bırakın beni,” diye isyan etti Suzan Acar, “Çıkın gidin ait olduğunuz yere.”
Onlar rüyasından çıkıp yerlerine dönerken, o, karşısında gördüğü yarı çıplak tanrıçaya çoktan teslim olmuştu. O güne kadar bildiği, hissettiği her şeyi bir süreliğine rafa kaldırıp anın tadını çıkaracaktı.
Keşfettiği üzere, ayrı bir giyinme odası ve derli toplu banyosu olan küçük odanın kapısı, merdiven boşluğuna açılıyordu. Aynı yere bakan iki kapalı kapı daha vardı. Normal şartlarda o kapıları ardına kadar açar ve arkasında saklanan gizli dünyalara, rüyada olmanın verdiği güvenle adım atardı. Ama aşağıdan gelen fısıltı şeklinde konuşma, kapalı kapıları olduğu gibi bırakıp merdivenlerden aşağı doğru yönelmesine sebep oldu.
“Evet aşkım, dedim ya, klinikte kaldım bütün gece. Az sonra da ameliyata gireceğim.”
Büyük bir koltuk, küçük bir yemek masası ve açık mutfaklı salona adım atmasıyla fısıltıların sahibini gördü. Yüzü mutfak tezgahına dönük elindeki telefona bir şeyler anlatan adamın kim olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu. Ses çıkarmamaya özen gösterse de sırtına dikili gözler Bay Fısıltı’ya sinyal vermiş olacak, adam bir anda ona doğru döndü.
Koyu renk gözleri, Suzan’ın yeşil gözlerine değdiğinde, gülümseyerek işaret parmağını dudaklarına götürüp susmasını işaret etti. Bu oldukça gereksiz bir uyarıydı. Çünkü zaten Suzan Acar’ın, karşısında gördüğü uzun boylu, atletik yapılı, kırçıllı beyaz saçlı bu erkek karşısında konuşmaya ne mecali ne de cüreti vardı.
“Meme ameliyatına,” dedi sesini az da olsa yükselterek, “Rahatladın mı? Meme küçültme operasyonuna gireceğim.”
Bütün bu cümle zarfında zeytin gözleri, Suzan’ın siyah kombinezonunun sadece uçlarını kapattığı memelerindeydi. Ah, Suzan Acar! Sen değil miydin karanlıklar altında bile neyin var neyin yok gizleyen? Ne oldu şimdi sana? Nedir bu içinde yeşeren karşındaki arzu dolu gözlere ziyafet çektirme merakı? Utanmasan karşında seni gözleriyle soyan adamla arandaki incecik kumaş parçasına dahi gerek duymayacak ve çırılçıplak kalacaksın.
“Birkaç parça temiz kıyafet yolla bana. Akşam yemeğe evdeyim.”
Adamın telefondaki kişiye verdiği direktif ve vaatle düşüncelerinden sıyrıldı Suzan. Uzun bacaklarıyla attığı birkaç adımda yanına gelirken “Ben de seni seviyorum,” demeyi de ihmal etmemişti telefondakine.
“Gel buraya kadınım,” deyip koltuğa fırlattığı telefondan boşalan kocaman elleriyle poposunu avuçlayarak kendine doğru çekti kadınını.
Suzan Acar, pamuklu pijamasının sardığı iri kalçalarında, Bay Fısıltı’nın ellerinin ateşiyle gözlerini açtı. Tam karşısında ağzı açık bir şekilde yatan kocası ise düşsüz, karanlık bir uykudaydı. İçinden geçen onlarca değişik düşünceyle doğrulup saate baktı. Yedi otuzu gösteriyor ve yerli yerinde duruyordu.
Günlerden Cumartesi olduğu için, alelacele sıkıcı kıyafetlerinden birini üzerine geçirip öğretmeni olduğu okulun servisini beklemek üzere, oturdukları apartmanın önüne inmedi. Onun yerine aynı az önce rüyasında olduğu gibi yavaşça yatağından kalktı. Kırmızı ojesiz tırnaklarını ev patiklerine hapsederek sessizce odadan çıktı.
Böylesine bir rüyadan sonra, olduğu kişiyle yüzleşemeyeceğinden, büyük bir aynanın durduğu banyoyu pas geçip mutfağa gitti. “Kadınım.” Bay Fısıltı’nın sesi kulağında su ısıtıcıyı çalıştırdı. Üstündeki demliğe çay koyup salona geçti. Rüyayla gerçeğin arasında bir yerde içini kaplayan sıkıntıyla oturmadı, oturamadı. Onun yerine gidip pencereyi açtı. “Kadınım.” Soğuk Ocak havası pijamasının pamuklarından içine işlerken ürperdi. Yine de açık pencerenin önünde birkaç derin nefes aldı. Önünde uzanan şehir yavaşça uyanırken Suzan çok ama çok kızgındı.
“Kim oluyorsunuz siz be?” diye bağırdı, “Kim?” Ne kocası ne Bay Fısıltı ne kızlarını örten analar ne de kadını gizleyen zihniyete sahip herhangi biri onu duydu. Avazı sadece kendi kulaklarında çınladı. Ama bu, onun için yeter de artardı.
Suzan Acar o gün pencereyi kapatırken hayatının en büyük kararını aldı. Artık birinin karısı ya da kadını olmakla değil, sadece içine hapsettirilen kadını bulmakla uğraşacaktı.
Benül Merve Kubanç