Beşiktaş’ta olduğumu bilmeden yüksek duvara çökmüş, ayaklarımı sallayarak öylece duruyorum. Evet duruyorum, kafamdaki sesleri hiçe sayarak ve kendimi hiç anlamadan içimden konuşuyorum. Elimdeki kuruyemiş ambalajının rengi parmaklarımı boyuyor. Hışır hışır. Sıkıyorum paketi. 

Kirpiklerim kıpırdamıyor, kışa hazırlanan rüzgâr yaralarımı kapatamıyor. Aslında bu mevsim bir akşamüstü rakısını veya uçurtma peşinde nefes nefese kalmayı hak ediyor ama beynime yapışık, içimi kemiriyor. Göz ucuyla fark ettiğim çingene kız da mor çiçekli eteğini dizlerine kadar çekip bağdaş kuruyor yanı başıma.

“Burası mı boş?”

“Sanırım.“ diyorum ürkek.

“Başka yer bulamadım da “ilk cümlen olmasını istemezdim.

“Baran hoş geldin nerelerdesin yahu? Özlettin valla kendini.” 

Burçaktı galiba kızın adı. Anımsayamadım şimdi düşününce.

“Uzmanlık bitmiyor da bitmiyor arkadaş, çıkamıyorum bir yere. Bu gece Aslı’nın doğum günü hatırına çıktım.” Şu meşhur meşguliyetin. Ne çok incindim.

“Aa bu arada tanıştınız mı? Özge, Baran!” 

Aslı sayesinde veya yüzünden mi desem tanışmış bulunuyoruz.

“Memnun oldum.”

Seni gördüğüm ilk geceyi böyle hatırlıyorum. Kırpıştırdığın peçetenin ucundan bakıyordun bana, ellerinin titrediğini gördüm bir an. Utandım. Çevirdim kafamı. Göz göze gelmekten korkuyordum, korkuyorduk belki de. Bu kalabalık masada seni hissetmek yoruyordu. Aynı kokları duyup farklı hazların peşindeydik. Masanın etrafındakiler çoktan uzak olmuştu bize. Son kullanma tarihi geçmiş ürünleri temizlemekten başka ortak işimiz de yoktu o aralar; tezler, uzmanlıklar, hastalar, hocalar, kesik heyecanlar. Ve umurumuzda olan tek gölge annemizdi.

Sana sarılabilir miyim? Dokunabilir miyim diye geçti aklımdan boynundaki benine gözüm dalarken. Keşke siyah kazağımı giyseydim, dedim sonra içimden. Yeşil fularımı da taksa mıydım acaba? Muzır tavırların suratıma çarptı, yaşını büyülterek konuşma çabaların, çapkınlığın -ç hali, sürç-i lisanlar… Bilerek ateş ediyordun. Ben de çoktan ölmeye hazırdım aslına bakarsan.

“Ben sevmiyorum o iki köşe yazarını da yapma Aslı ya. Herkes seviyor mu şu kadınları, peki sen? Neydi adın? Özge miydi? Hangisi Ayşe Arman mı Pakize Suda mı sence?” 

Bana yaklaşma çaban 2000’li yılların trend topic tabelalarını gösteriyordu.

Dudaklarım istemsiz göz kırptı. Yanakların kızardı. Kırmızı giymekten de utanmış olabilirsin bak. Sandalyeye asılı kaşkolun sağ dirseğinin köşesinden görününce aklıma geldi.

Tuzluğa uzanarak, “Ayşe Arman. “dedim. Bakmıyormuşum gibi göz ucumdan. Yalvarıyordun bana bak diye, alkolün kanına işlemesini bekliyordun. Dilim seke seke ittiriyordum kelimeleri ağzımdan dışarı. Bir zaman sonra rahatladın, rahatladık. Sadece ikimizmişiz gibi;

“Kaçıncı sınıfsın sen?” arkamı kollamaya çalışan çaylak bir abiye dönüştün şimdi bu soruyla.

“5, senin gibi uzmanlık tribinde değilim daha…” hiç yakıştıramadım bu cümleyi kendime.

“Özge bizim bir alt dönem.” diye atladı Aslı.

“Hadi ya? Hiç görmedim bölümde. Yuh olsun bana!”

“Oğlum sen evden mi çıkıyorsun ki?” koro halinde tüm masadan.

“Görsen ne değişecekti acaba bay ukala!” demekten alıkoyamadım kendimi.

Yemekler geldi bu atışmaların üstüne. Lanet olsun soslu yemek siparişime lanet olsun. Çeneme damlatmam inşallah diyorum içimden. Sen nasıl yedin peki? Göremedim, kaçırdım aslında kalabalığı dinlerken. Veya sen göstermedin bilerek. Herhangi bir konuya yakıştırılmak istemediğin için, kalktın. Kafamı çeviremedim. Herkes senden bahsediyor. Ben de istemem yan cebime koy kulak misafirliği. Gölgenden kokun geldi. Şişe değil bu, bir deodorant. Bence ilk kez sıktın. Önemsiz bir ayrıntı. Merak ettim. Neredesin? Hadi gel. Kalkıp bakacağım geliyor, yok otur yerine. Neyin peşinden nereye? Geldin. Daha gürültülü çektin sandalyeyi. Ve daha kusursuz oturdun karşıma. Bu sefer bakmak için nedenim var. Alyuvarlarım seni çağırıyor, akyuvarlarım dur gitme, diyor. Zaman ilerledikçe gülmekten çekinmiyorum. Ee şarap bacayı sarıyor tabii. Minik hayat sırları saçılıyor yavaş yavaş. Amman bana ne! Herkes anlatmıyor mu zaten sarhoş olunca? Yarın pişman olmayacağım söz. İstiklal ’in gece üç çığlıkları hala kulaklarımda. Sarı dolmuşlara yürüyoruz.

“Eve kadar bırakayım seni geç oldu “diyorsun demode bir Türk filmi jönü edasıyla.

“Gerek yok, ben alışkınım.” Ama tabii davetsiz misafir repliğini geri çeviremiyorum. 

Ve Aslı’nın doğum günü hatırası sıradan bir ninniye dönüşüyor.

Kadıköy vapuru yanaşıyor iskeleye. Yeni dünyanın yeni insanları iniyor içinden. Yarı maskeli yarı mesafeli. Çantamdan hastane raporlarımı çıkarıyorum. Çingene kız bana da okumayı öğret der gibi uzatıyor kafasını kâğıtların üstüne. 

Başım önümde hüzünle tebessüm ediyorum. Kısık sesiyle şaşırıyor yanımda.

“O ne abla?” diyor gözyaşımı görünce.

Siliyorum alt kirpiğimdeki ıslaklığı, yanaklarını okşuyorum.

“Kaç yaşındasın sen?”

“6 “diyor, biliyor mu ki gerçek yaşını. “Açım abla” diyor.

Elimdeki kuruyemiş paketini, bir de cebimden bozuk para veriyorum. Sarı dişlerinin rengi değişiyor sevincinden. Poposunu kaşıya kaşıya şıpıdık terliklerinin sesiyle teşekkür ediyor. Seni düşünmeye devam etmek hoşuma gidiyor.

Sabaha tanımam mottosunun gerçek olmayacağını hayal ediyorum tanıştığımız gece ve sonraki geceler. 

Hâlbuki ninniler gerçek midir ki uykular ömür boyu olsun? Hiç olmazsa selam ver dediğim anların hatırına o gece dokunmasaymışım sana diye hırpalıyorum kendimi. Kıtır kıtır yalnızlığı çiğniyordum zaten hayatımda, ne diye gelip bu rüyanın içine girdin? O geceden sonra defalarca arıyorum seni, cevap vermiyorsun. Yağmurda aynı durakta şemsiyem buruşuncaya kadar bekliyorum. Hastalarını çalıyorum dikkatini çeker diye. Anneannemin yazlığında ilk regl olduğum ana dönüyorum. Öyle çaresiz hissediyorum. Platonik olduğunu kendime itiraf etmeye cesaretim yokmuş gibi, ama razıymışım gibi de. O kadar ısrar ediyorum ki, sen de hayalet gibi gelip geçiyorsun yıllarımın üstünden, ben gerçekten hayal ediyorken seni.

Canım midye ekmek istiyor. Şair Nedim’den ilerliyorum. Köşedeki büfede ekmek arası molası veriyorum. Sokak lezzetleri dumanını savuruyor semtimin etrafına. Beşiktaş’ın isli havasını çekiyorum içime. Adımlarım devam ediyor, ağrılarım artıyor. Hoca da öyle dedi zaten. Artık özgür değilmişim, sadece düşünmekte özgür olabilirmişim. Espri yaptı kendince. Saçlarım dökülecekmiş. Dökülsün. Kısa saç yakışır belki. Kurtulurum hem kafamdaki ağırlıktan. Sen de yoksan. Ne fark eder ki ha tırnağım varmış, ha saçım. Bugün hastaneden çıktığımda seni aramam aklıma düşüyor yürürken. Kafamı sağa sola savurup, gözlerimi kısarak reddediyorum hatırlamayı. Hastalığın cesaretiyle aramıştım halbuki. 

Ölüme yaklaşmayı hiç umursamadan beni sever misin? demek için. 

Nedir bu yaşadığımız özel şeyler diye sormak için.

“Bir hataydı, sarhoştuk, boşluğa düştük, geçti gitti. Öyle değil miydi?“ diyorsun.

Bir hataymış. Pöehh. Her buluştuğumuzda sarhoşmuşuz da haberim yokmuş. Ya da belki ben bir içki şişesinin yanında lezzetli bir mezeymişim mesela.

“Tabii, tabii… Geçti gitti. Unut bu soruyu, şaka yapmıştım zaten” deyip kapatıyorum telefonu sakince. Çok beklentisiz bir anın hazin cevabı bugüne kısmetmiş meğer.

Manava uğruyorum. Daha çok sebze tüketmeliymişim. Brokoli demir ihtiyacımı az da olsa karşılarmış bu seviyede. Meyve de yemeliymişim. Kalbimin tadı yok ki ağzımın olsun!

“Bir kilo elma, bir kilo portakal, şu pırasa ve brokolileri de paketleyiver.”

“Tabii ablacım hemen.”

Neymiş efendim benimle ciddi düşünemezmiş, ayrı kültürlerde büyümüşüz. Sanırsın Orlando doğumluyum. Sonra ten uyumumuz yokmuş. 15 sene sonra mı koyuyorsun bu tanıyı? Yatakta tenimiz uyumluyken iyiydin ama! Yorgunluğumun rahatsız edici boyutunu merdivenleri çıkarken daha iyi anlıyorum artık. Kemiklerim sızlıyor, her geçen gün evin kapısını açmaya çalışırken daha fazla güç kullanıyorum ve gücüm tükeniyor.

Poşetleri mutfağa bırakıyorum. Maskemi çıkarıyorum. Yatağıma uzanıyorum. Sevmek için meşgulmüşsün bir de. Ne demekse bu? Biz mesai mi harcıyoruz severken? Yıllarca bana ayırdığın zaman diliminin mesai olması da enteresan doğrusu. Kin duymaya bile gücüm yokken içimdeki öfkeyi susturamıyorum. 

Pencerenin perdesini havalandıran rüzgâr, ilaç torbamın sesiyle dürtüyor bir an için; hışır hışır… 

Kendi söküğümü dikemeyip başkalarını iyileştirmeye doğduğum bu dünyanın içine tüküreyim!

Hava kararıyor. Kapı zili çalıyor. Artık gelmeyeceğini bildiğim için heyecanlanmıyorum.

“Bu anonslardan kafamı toplayamıyorum çocuklar. Kim kaldı gelmeyen?”

“Erdil, hocam.”

“Arkadaşlar Özge’nin ameliyatı kritik. Lütfen Erdil’i tekrar arar mısınız? Tam kadro girmemiz lazım!”

“Hocam arıyorum hemen.”

“Erdil, oğlum neredesin hoca seni bekliyor hadi.”

“Ateşim çıktı dün gece, mesaj atmıştım hocaya covid olabilirim. Test yaptırmaya geleceğim birazdan.”

“Yapma ya… Tamam tamam gördü hoca mesajını şimdi. Geçmiş olsun kardeşim. Kapatıyorum.”

“Hocam covid galiba.”

“Kötü oldu bu iş, Baran’ı arayın. Hemen gelsin. Ekipte kimse kalmadı. Dünkü nöbetten yorgundur ama başka çaremiz yok.”

“Arıyorum hocam.”

Üzerime dolan bu ışık huzmesi nedense güven veriyor. Benim için koşturanları hissettikçe rahatlıyorum. Yırtarım ben bu ameliyattan. İki üç organımı mıncıklayıp içimde büyüyen zehirleri temizleyecekler o kadar. Nedir yani. İyileşirsin sen Özge! Gücünü kaybetme! Her gün havasını soluduğum bu ameliyathanede küçük bir kurban rolünde de olmak ne hoş. Baran senin için uğraşıyormuş gibi görünse de iyileşirsin. Dünyanın da iyileşeceği gibi. Kötü günlerin bitmesine çok az kaldığı gibi. Bu aşk uykusundan da bir gün uyanacağım gibi…

“Torakotomi ile giriş yapıyoruz. Neşteri uzat!”

Ellerin nasıl da titriyor Baran? Seni ilk gördüğüm gece gibi. Merhamet mi duyuyorsun acaba? 

Gerildin. Gerilme, gerilme.

“Baran bu bölümü sen kes.”

Canım yapabilecek misin? Dış organlarımdan nasıl iç organlarıma geldik di mi?

“Hadi hızlı biraz! Kan basıncını kontrol edin tekrar!”

Durmaz kalbim korkma. Şimdi hasar verdiğin kalbimi mi iyileştireceksin sen?

“Drenleri yerleştir. Sakin. Sakin.”

Kanama mı var? Benim için elini kana bulama sevgilim!

“Nabza bak, kaç?”

Seninleyken kaç atıyordu acaba nabzım? Ya da senin kalbin gerçekten attı mı yanımda?

“Dikişleri kontrollü yapalım çocuklar, şeytanı karıştırmayın işe.”

Şaka mı bu? Sen yamalı organlarımı mı dikiyorsun?

“Tamamdır, bekleme odasında bekletin. Uyanması uzun sürebilir.”

Bu aşk uykusunun ana karakteri ben miydim? Yoksa sen mi? 

Ya da bana sedyenin üzerinden bakan bir çift göz başka bir dünyadan mı sesleniyordu?

“Özge, uyan… uyan… uyan…”

Pelin Oktay

Bu öykü, Erbulak Yazarlık Evi işbirliği ile Dağhan Külegeç Yayınları’ndan çıkan,

“Uykudan Önce-Pandemiden Sonra” kolektif kitabında yayınlanmıştır

Shares:
1 Comment
  • Nevinaliz
    Nevinaliz
    23 Ağustos 2021 at 22:10

    Pelincim süpersin… müthiş bir hikaye olmuş emeğine kalemine sağlık…

    Reply

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir