“Bir roman, hiçbir zaman bir hikayesi olmayacak insanların hikayesini anlatmalıdır.” (1) diyor Alphonse Daudet (1840-1897). İnsanları gözlemleyip not aldığı küçük defterlerini ilham kaynağı olarak kullanan yazar ‘Pazartesi Öyküleri II’ kitabında ‘sıradan’ insanın çoğu zaman ‘sıradan’ olmayan iç dünyasını anlatıyor, geniş bir duygu yelpazesiyle.
Daudet Fransa’nın güneyindeki Nimes kentinde bir burjuva ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelir. İpek üreticisi olan babasının işleri bozulunca Lyon’a taşınırlar. Düzgün bir eğitim alamayan Alphonse, 17 yaşındayken Paris’te gazetecilik yapan ağabeyi Ernest’in yanına yerleşir ve yazmaya başlar. Edebiyat çevrelerinde oldukça popüler olan genç adam, şiir, roman, tiyatro oyunlarının yanı sıra Le Figaro gibi gazetelere makaleler de yazmaktadır.
Daudet’nin 1858 yılında yayımlanan ilk kitabı ‘Aşık Kadınlar’ (Les Amoureuses) şiirlerden oluşuyordu. 1866’da ikinci kitabını yayımlayana kadar geçen sekiz yıl boyunca gazeteciliğe devam etti, birkaç oyun yazdı ve III. Napolyon’un önemli bakanlarından Morny’nin sekreterliğini yürüttü. Morny’nin ölümüyle görevi sona eren Daudet, 1866’da ikinci kitabı ‘Değirmenimden Mektuplar’ı yayımlar. Çağdaşı ünlü şair Frederick Mistral vasıtasıyla döndüğü Güney Fransa’da kuzenlerinin Fontvieille’deki şatosunda geçirdiği aylar boyunca hem doğayı hem de tanıştığı değişik insanları gözlemleme fırsatı bulan Daudet, kitabının kurgusunda kendisini kullanılmayan bir değirmene yerleştirir ve çatıdaki baykuştan, çiftlikteki çobana kadar pek çok renkli karakterin öyküsünü masal gibi anlatır.
1873 yılında yayımladığı ‘Pazartesi Öyküleri’nde ise doğanın yanında şehir (Paris) yaşamının, kültür sanat çevrelerinin, yoksulluğun ve ölümün de yer aldığını görüyoruz. 1870-71 Fransız-Alman Savaşı sırasında orduya yazılan Daudet, kitabın son öyküsünde savaşa da yer vermiş.
Kitabın açılış öyküsü beni Daudet’nin çağdaşı, suyun karşı kıyısında İngiltere’deki Dickens’ın ‘Müşterek Dostumuz’ romanına götürdü. 1800’lerin ikinci yarısında, realist Dickens Thames nehrinde, natüralist Daudet Seine nehrinde nehir+sis+ceset üçlüsünün okuru ürperten etkisiyle başlatmışlar anlatılarını.
Thames/Seine nehrinin sisinin sardığı şehirde küçük insanların yaşamı dışarıdan bakana korkunç, insan davranışları acımasız görünebilir. Aslında herkes bir gün daha hayatta kalmak için uğraşmaktadır.
“Bu sabah ırmak hiç de neşeli değil. Dalgalarının arasından yükselen bu sis, onu ağırlaştırmış gibi. Kıyılarda karanlık çatılar, suya yansıyan, ırmakla birbirine giren ve dumanı tüten bütün o uzunlu kısalı, eğilmiş ocak boruları, sanki Seine’in dibinden bütün dumanını Paris’e sis olarak savuran iç karartıcı bir fabrika duygusu veriyor.”
Anlattıkları öyküler ve üslupları bu kadar yakın iki yazarın biri naturalist (Daudet) diğeri realist (Dickens) akımın temsilcisi olarak biliniyor. Realizm ve natüralizm 19. yüzyılın edebi akımları ve her ikisi de gerçek hayatı anlatmayı amaçlıyor. Her iki akım da romantizme tepki olarak doğuyor. Romantizmin dramatik fonunda kahramanlaştırılmış aristokrat karakterlerinin karşısına Dickens’ın nehirden ceset toplayarak geçimini sağlayan Hexam ailesi, Daudet’nin büyük bir keyifle elmasını yerken ölüm kayıtlarını tutan noter yazmanı çıkıyor, çirkin de olsa insanın ve yaşamın tüm gerçekliğiyle…
Edebiyat ekonomik, sosyal, hatta bilimsel gelişmelerden azade değil tabii ki. Hatta tam da bu gelişmelerin içinde. Kazuo Ishiguro’nun 2021 yılında yayımlanan ‘Klara ile Güneş’ romanının anlatıcısının güneş enerjisi ile çalışan bir robot, bir yapay zeka (AI) olduğunu anımsayalım mesela. 19. yüzyılda da durum farklı değildi. Fransız Devrimi, endüstrileşme, işçi sınıfının doğuşu gibi gelişmeler yazarın bakışını da okurun tercihini de “ağlayan yıldız, inleyen rüzgar, ürperen gece, kendinden geçen çiçek” den yani romantizmden, kötüyü, çirkini, yanlışı da içeren insan hayatının gerçeklerine kaydırdı, realizm doğdu. Naturalizm’in de realizmden doğduğu söylenir. Konuları ve karakterleri realizmdeki gibi gerçek hayattan olmakla birlikte natüralist eserler genellikle insana ve topluma bir değişim/gelişim fırsatı sunmamakta, yaşamı doğanın, sosyal, ahlaki ve ekonomik koşulların kontrolüne bırakmaktadır. Hayatta kalma uğraşı natüralist eserlerde tekrar eden bir temadır. Bu anlamda natüralist eserlerin realist eserlere göre daha kötümser olduğunu söyleyebiliriz.
Kitaptaki ‘Deniz Kıyısında Hasat’ öyküsü natüralizm akımının ders kitabı gibi.
Yaşamın tamamen doğanın koşulları tarafından belirlendiği deniz kıyısında küçük bir köyü öyküsüne sahne yapmış Daudet.
“…bu küçük Brötanya köyü pek kuytu, havasız ve sessizdi. İnsan kendisini denizden yirmi fersah uzakta duyumsuyordu; ama kilise alanına çıkınca kendimizi göz kamaştırıcı bir ışık, büyük bir hava akımı, sonsuz bir dalga gürültüsü içinde bulduk. Karşımızda Okyanus, o uçsuz bucaksız, serin ve tuzlu kokusu, meddin kıyıya her atılan dalgadan çıkardığı o güçlü soluğuyla sınırsız Okyanus vardı.”
‘Tarascon’lu Tartarin’, ‘Sapho’, gibi eserleriyle de tanınan Daudet, yaşamının uzun yıllarını omuriliğini etkileyen hastalığı sebebiyle acılar içinde geçirmiş, acısını da yazarak hafifletmeye çalışmış ve yıllar boyunca hastalığının gelişimini kaydettiği bir defter tutmuş. 1895’teki ölümünden sonra bu notlar dul eşi tarafından 1930’da ‘La Doulou/Acı’(2) adıyla basılmış, 2002’de Julian Barnes tarafından ‘In The Land of Pain/Acının Ülkesinde’ adıyla İngilizce’ye çevrilmiştir.
Kuzeyin ahlaki ve entelektüel katılığına karşıt olarak doğası gereği tutkulu, sanatsal ve duyusal olarak görülen güneyin edebiyatının temsilcilerinden biri olan Alphonse Daudet, bugün de Fransa’nın güneyindeki taşra yaşamının hem duygusal hem mizahi öykülerinin yazarı olarak hatırlanmaktadır.
Ayşegül Ayman
- Jacques-Henry Bornecque, “Alphonse Daudet.” Britannica, britannica.com, web:11.11.2024
- Provence dilinde.