“Bence hayatın meselesi insanın kendi rengini, tasarımındaki o biricikliği bulmakta gizli. Galiba benim rengim yazıymış. Biraz geç oldu ama bir süre daha keyfini çıkarmak istiyorum…”
Röportaj: Aynur Dervişoğlu
Hüseyin Karagöz’ün öykülerden oluşan ilk kitabı, Kilitli Hatıralar Kitabı, Kırmızı Kalem Edebiyat’tan çıktı ve okurla buluştu. Tarihimizde yaşanan olayları farklı bir bakış açısıyla yeniden ele alan ve bu çerçevede kurgulanan öyküler, yeni bir anlatım dili, kendine has tarzıyla, kalemini uzun süre konuşacağımız bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu hissettiriyor bize.
Merhaba Hüseyin hoş geldin. Taze Kitap & Yeni Yazar Söyleşileri’nde konuğumuz olmayı kabul ettiğin için teşekkür ederiz. Kırmızı Kalem Edebiyat Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabın “Kilitli Hatıralar Kitabı” geçtiğimiz ay okurlarıyla buluştu. Öncelikle çok kutluyorum, yolu açık olsun. Seni okurlarımıza tanıtarak başlamak isterim. Hüseyin Karagöz kimdir?
Bu soruyu cevaplamak o kadar da kolay değil benim için. Hem iç dünyamın şizofrenik halleri hem de icra ettiğim meslekler açısından bakınca, birden fazla Hüseyin Karagöz tanımlamak mümkün. Yaptığım işlerden yola çıkarsak; kronolojik olarak şehirci, yönetmen, sunucu, müzeci, şimdi de yazar sıfatlarını konuşabiliriz. Kabataş Lisesi, ODTÜ Şehircilik Lisans ve Master, Londra’da doktora çalışması, akademisyen, kreatif direktör, derken yönetmen, sonra tesadüfen sunucu, isteyerek müzeci ve son olarak da yazar. Seç, beğen, al…
Psikolojik açıdan yanıtlamak istersem işler daha da karışabilir. Mesela Bebek Hüseyin’den söz edebiliriz. Ablası altı aylıkken katırtırnaklarının altında onu unuttuğunda hiç ağlamadan kim bilir kaç saat beklemişliği vardır. Uslu Çocuk Hüseyin kuralcıdır, çalışkandır, takdirname sever. Annem Hüseyin her şeyi bilir. Her ne kadar kabul etmese de dedikodu yapmaya bayılır, başkalarının ne düşündüğünü önemser. Ergen Hüseyin içine kapanıktır, çok konuşmaz, hülyalı bir gençtir, yazıp yazıp kendine saklar. Deli Hüseyin’in yaşı yoktur. Her şeyden zevk alınacak bir yan bulmaya çalışır, bütün deliler gibi enerjisi yüksektir. Hoca Hüseyin çıktı mı, eyvah, uzaklaşmalıdır oradan. Susmaz, her konuda aralıksız yirmi dakika konuşabilir. Tatlıdır ha, güzel konuşur. Söylediklerimin uzunluğuna bakılırsa şu anda Hoca Hüseyin devrede.
Seni yazmaya teşvik eden bir olay oldu mu? Ya da yazmalısın diyen birileri?
Tam tersi, çevremdeki herkes beni ‘normal’ bir insan olmaya teşvik etti. Babam sanat okuluna gitmemi, elektrik-elektronik bölümünde okumamı ve sevgili Hereke’mizde televizyon tamircisi olmamı istedi. Haklı bir isyan tabii ki…
Annemin benimle ilgili bir vizyonu olduğunu sanmıyorum. O ancak günü kurtarma çabasındaydı. Yemek, temizlik, dikiş, halı dokuma ve boş zamanlarda dedemin neden olduğu marazları çözmek gibi görevlerle donatılmış sakin bir hayatı vardı.
Abim ve ablamla aramızda yaş farkı olduğundan kimsenin ilgilenmediği harika bir çocukluğum oldu. Her dönemde hülyalı bir tarafım vardı. Çevremdeki hiç kimseye benzemediğimden, yalnız başıma geçirdiğim saatlerde masallar uydurur, bütün karakterleri kendi kendime oynardım. İlk resmi tiyatro oyunumu dördüncü sınıfta yazdım. Çocuklara hırsızlığın ne fena bir şey olduğunu anlatan tek perdelik bir oyundu. Sonra abim ablam benimle ilgilensin diye televizyonda haberleri izlemeye başladım. İlk yazdığım şiir toprak reformu üzerineydi. Barajlar ve insanlar başlıklıydı sanıyorum. Uslu Çocuk Hüseyin dönemimin biraz uzun sürdüğü aşikâr.
Annem şiir defterimi çöpe atınca yazmaya bir süreliğine ara verdim. Yine haklı bir isyan. On bir yaşımdaydım. Lisede yazmaktan ziyade resim yapıyordum. Yazma alışkanlığım ODTÜ’de gelişti. Aslında bin dokuz yüz doksan dörtte bir arkadaşım öykülerimi toparladı, dizdi, yayına hazırladı ama son anda korktum. Ergen Hüseyin kapıyı içeriden kilitlemeyi sever.
Öykücülükte kendini yakın hissettiğin bir alt tür var mı? Tarzını nasıl tarif edersin?
Zor soru… Kendimi henüz öykücü gibi hissetmiyorum. Kendimden bu kadar söz etmek bile nefesimi daraltıyor. Tarzımın olup olmadığını da bilmiyorum. İçimden geldiği gibi yazıyorum. Kendi tarzımdan ziyade, öykünün tarzını bulmaya çalışıyorum. Her öykünün kendine ait bir rengi var sanki. O tonda, çok farklı tarzda yazabiliyorum. Bazısı eski dil istiyor. Ayrıca manzum öyküler yazmayı çok seviyorum. İçimde Dede Korkut’la Homeros karması biri varmış meğer.
Kilitli Hatıralar Kitabı’nın dışında kısa öykülerden oluşan bir dosyam daha var hazırda bekliyor. Yine de ortak birkaç özellikten söz edebilirim sanırım. Zaman ve mekân çok önemli benim için. Anlattığım öykünün hangi dönemde, hangi coğrafyada geçtiğini bilmeyi ve hissettirmeyi seviyorum. Dönemin önemli politik, güncel olaylarını araştırıyorum önce, sonra da günlük hayatı. Hangi öykü olursa olsun, sağlam bir tarih araştırması yapıyorum. Anılar, fotoğraflar, gazete haberleri, reklam ilanları çok faydalı oluyor.
Kitabın 1850-1972 yılları arasında Türkiye’de gerçekleşen tarihi olayları konu alan altı öyküden oluşuyor. Nasıl yazıldı bu öyküler merak ediyorum.
Evet, evet… Heyecanlandım şimdi… Anlatacak çok şey var. Lebon’da Her Şey Yolunda bir pazar gününün öyküsü. Şu meşhur Lebon Pastanesi’ni kuran baba, Lui Lebon baş rolde. Aslında Lebon Pastanesi’nin tarihini internette araştırdığımızda hepimiz belli bilgilere ulaşabiliriz kolayca. Ama bu bilgiler oldukça çelişkili ve kafa karıştırıcı. Ben de tuttum sağlam bir araştırmaya giriştim. Fransa bazlı olduğunu düşündüğüm bir siteyle karşılaştım. O dönemde ve sonrasında yaşamış pek çok ailenin bireylerinin doğduğu ve öldüğü kilise kayıtları önümde duruyordu. Öykü böylece oluştu. Merhum Francesco Vallaury’i biraz sahtekâr bir adam yaptım ama ben kilise kayıtlarının yalancısıyım.
Lafı fazla uzatmayım deyip bir öykünün öyküsünü daha paylaşayım. Ben Mübeccel Değilim nasıl yazıldı? Güzellik yarışmalarına oldum olası ilgim vardır. Star televizyonunun tanıtım departmanında çalışırken de ister istemez emeğim geçmiştir. (İtiraf ediyorum, Tuğçe Kazaz’ın katıldığı yarışmada çığlık çığlığa tezahürat yapıp jüriyi etkileyen o serseri bendim.) Gelelim Feriha Tevfik’e. Feriha gerçek bir star. Hakkı yeniyor, başına aksilikler geliyor.
Detaylara girmeyeyim. Yine internet ortamında Feriha Tevfik ve Mübeccel Namık hanımların okuduğu, ilk pop müzik şarkımız olduğu iddia edilen bir taş plak kaydı var. Ben Feriha Tevfik’i biraz tanıdıysam böyle bir şey yapmaz dedim ve nitekim doğru çıktı. Mübeccel’in ablası okumuş, “Ben Feriha’yım” diye başlayan sözleri. Özetle Feriha Tevfik’in Marsel Blumenthal ile böyle bir iş görüşmesi yaptığına dair bir belge yok ortada. Tek bildiğim taş plağın Blumenthal firması tarafından üretildiği ve ailenin de Sirkeci’deki Katırcıoğlu Han’da bir ofislerinin bulunduğu. Gerisi Ergen Hüseyin’in uydurması.
Tarihe merakın ne zaman, nasıl başladı?
Sanıyorum hepimiz kendimize has bir özellikle doğuyoruz. Bunu istediğiniz şekilde açıklayabilirsiniz. Genler, ruhlar, kader vs. Ben kendimi bildim bileli meraklıyım bu tarih meselesine. Kaç yaşımda olduğumu hatırlamıyorum, TRT’de Cuma akşamı geç vakit Lenoardo Da Vinci belgeseli yayınlanmıştı. Annem rahatsız olduğu için sesini kısıp izlemiştim. Sonra da arka bahçede bir taşı kırıp heykel yapmaya kalkışmıştım.
Konuyu dağıtmayayım, Latin kökenli dillerde hikâye ve tarih sözcükleri çok yakın birbirlerine. Story ve history gibi. İtalyanca’da aynı sözcük iki anlama birden geliyor. Bence de tarih yazmakla hikâye yazmak iç içe geçen eylemler. Tarih yazım felsefesine girmek istemem ama, tarihçiler de azıcık öykücü olmak zorundadır bir şekilde. Çoğunlukla yazdıranın istediği tarihi yazmanız gerekir.
Biraz önce söz ettiğin gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir güzellik yarışması düzenlendiğini Kilitli Hatıralar Kitabı’nı okuduğumda öğrendim. Merak duydum, araştırmak istedim. Tatavla’da yaşanan trajediyi biliyordum ama “Küle Yazılan” öykün bana tekrar hatırlattı. O zorlu günleri yaşayan insanlara daha fazla empati duydum, üzüldüm. Bu açıdan baktığımızda, senin okurda bırakmak istediğin bir etki var mıydı yazarken?
Yine köşelere sıkıştırıyorsun beni. Neyi, nasıl yaptığımla ilgili sorulara cevap vermekte zorlanıyorum. Çünkü bilinçli bir çaba değil ki bu. Bunlar bir biçimde içime kilitlediğim öykülerim, benim kendi tarihimizi algılayış biçimim. Bu özelliğimin yanlış olduğunu düşündüm yıllarca. O yüzden bu öyküler küflendi sandıklarımda. Neyse ki sizlerin yardımıyla gün yüzü görüyorlar ben göçüp gitmeden. Okur üzerinde bilinçli bir etki bırakma amacım hiç olmadı yazarken. Bence yazmak içgüdüsel bir eylem. Çocuğunuzu serbest bırakmayı göze almanız gerekli. Çocuk düşecek, kalkacak, canı yanacak ama sonuçta yaşadığını hissedecek. Yetişkin benliğinizle onu kollayıp, koruyacaksınız. Ben böyle yazdığımı düşünüyorum.
Son olarak şunu da ekleyeyim, bence hesaplı eylemler çok büyük bir olasılıkla ters tepmeye mahkumdur. Şehircilikten öğrendiğim bir konudur bu, siz evinizde hesabı yapıncaya kadar, çarşıda koşullar çoktan değişmiş olur.
Özellikle ilk öykün Lebon, okuyucuya 19. Yüzyılda Beyoğlu’nda geziniyormuş gibi hissettiriyor. Sokaklar, binalar, sabah esintisine kadar tüm detaylarla müthiş gerçek bir atmosfer yaratmışsın. Bölgeyi avucunun içi gibi biliyorsun sanki. Bu öykü için özel bir araştırma yaptın mı?
Bak bu soruya uzun cevap veririm, hazırlıklı olun. Tam otuz yılım Cihangir’de geçti. Ne zaman boş vaktim olsa (internetin olmadığı zamanlardan söz ediyorum) John Freely üstadın Strolling Through İstanbul kitabını elime alıp saatlerce sokaklarda dolanırdım. Sadece Beyoğlu değil tarihi yarımayı neredeyse karış karış gezdim. Şehircilik altyapımla bunlar birleşince genel bir birikim oluştu zaten.
Fakat 1850 oldukça erken bir dönem. İstiklal Caddesi, ya da o dönemdeki adıyla Grand Rue de Pera büyük oranda Tanzimat sonrası gelişmeye başladığı için eldeki belgeler de kısıtlı. Bu nedenle zaten sıklıkla kullandığım, 1925 tarihli Alman Mavileri adı verilen haritalar ve cumhuriyetin ilanından hemen sonra hazırlanmaya başlanan Pervititch Sigorta haritaları yanıltıcı olabiliyordu. Kişisel anılar, dediğim gibi kilise kayıtları gibi farklı kaynaklardaki küçük detayları kullanarak o resmi çıkardım. Mesela D’andrialar Terkos Pasajı’nın oluşmasında önemli katkılarda bulunmuş (Terkos Çıkmazı’nın sağındaki solundaki binalar onlara aitmiş). Ailenin kişisel anılarında ilgili detayları yakalayabiliyorum farklı belgelerden. Bayan D’andria Karaköy’de ahşap bir kilise inşa ettirmiş. Bağdat Demiryolu’nun inşasında epey bir rol oynamış bu arkadaşlar. Şimdi yazarken fark ettim, evet, biraz deli işi yapıyorum ama benim kafa da buna çalışıyor, elimde değil.
Feriha Tevfik’e tekrar dönmek istiyorum. Okurken şu hisse kapılıyorum. Odanın bir köşesine oturmuşum, sanki elimi uzatsam Feriha’nın saçındaki kurdeleye dokunabileceğim. Bu etkiyi vermenin bir tekniği, sırrı varsa bizimle paylaşır mısın?
Bunun tekniğini bilemem ama sorundan, yazarken yaşadığımın sana geçtiğini gördüm, vallahi çok mutlu oldum. Yazmanın en güzel yanı hayal kurmak. Ben boyut değiştiriyorum hayal kurarken. Her bir ayrıntıyı görüyorum. Puro kokusu genzimi yakıyor… Gördüğün gibi, kendimden söz ederken elim ayağıma dolaşıyor. En iyisi konuyu saptırıp yukarıdaki soruya cevap vereyim.
Hayal etmek güzel de bunu sözcüklere dökmek fena. Burada sancı başlıyor. Daha önce hikâyelerimin insan içine çıkmasını engelleyen şey de buydu. Kelimeler ister istemez yetmiyordu. Yazdıklarımın bir şekilde yeterli olmadığını düşünüyordum. Bu konuda beni ilk cesaretlendiren hocam Nalan Barbarosoğlu oldu. Yavaş yavaş ikna etti beni yazdıklarımın ilgi çekici olduğuna.
Sonrasında sözcük seçimlerinin ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Sözcüklerin sesi olduğunu öğrendim. Ama her şey bence hâlâ sezgisel. Feriha Tevfik bence unutma beni çiçeği kolonyası kokuyordu. Böyle hissetmenin, yazmanın bir tekniği var mı ben de bilmiyorum. Çocukluğumdan gelen alışkanlıkla, o an anlattığım öyküde bulunan her karakteri ayrı ayrı yaşıyorum. Mümkün olduğunca onlara haksızlık etmemeye çalışıyorum. Gerçekten ben o kişi olsaydım nasıl davranırdım, diye soruyorum kendime. Yine başa döneceğim. Bebek Hüseyin’le merak ediyorum, Uslu Hüseyin’le araştırıyorum, Deli Hüseyin’le canlandırıyorum, Ergen Hüseyin’le yazıyorum. Neyse ki, Yetişkin bir Hüseyin de var, onun yardımıyla sizlerle paylaşıyorum.
Yaşamla ilgili bir ‘meselen’ var mı?
Hey maşallah! Beni aşan bir soruyla karşı karşıyayım. Düşünmem gerek. Aklıma bir anım geldi. Doğru cevap mı emin değilim ama çağrışım yaptığına göre ilintili olmalı. ODTÜ’de ilk yılım hazırlık okuyorum. Psikoloji öğrencisi focus grup yapacak denek arıyor. Atladım üstüne- ne işim vardıysa. “Ben kimim” sorusuna cevap vermemizi istedi yöneticimiz. Herkes bu soruyu beklermiş. Çatır çatır anlattılar. Yok ben şöyle bir insanım, yalan dolan sevmem. Yok ben başak burcuyum düzen isterim. Tabii ki, bana geldi sıra sonunda. “Ben bilemiyorum,” dedim. “Ben bundan hoşlanmam diyorum, beş dakika sonra gidip o işi yapıyorum.” Güldüler. Tespih böceği gibi büzüştüğümü hatırlıyorum.
Aradan geçen kırk küsür senenin ardından hâlâ aynı şeyi düşünüyorum. İçimde bin tane Hüseyin var. Yaşamla ilgili en büyük meselem, ihtiyacım olan Hüseyin’i istediğim anda çıkaramamak. Hiç istemediğim halde iş görüşmesinde çocuk, arkadaş toplantısında annem olabiliyorum mesela.
Sanırım şu an bunları söyleten de annem olmalı. Neyse, ona rağmen kendime büyük laflar etme izni vereceğim. Bence hayatın meselesi insanın kendi rengini, tasarımındaki o biricikliği bulmakta gizli. Galiba benim rengim yazıymış. Biraz geç oldu ama bir süre daha keyfini çıkarmak istiyorum.
Yaratıcılık sürecin nasıl başlar? Olmazsa olmazların var mı? Kurşun kalemle yazmak, ayakta yazmak, gece yazmak gibi.
Çok uzun süredir, doğrudan bilgisayarıma yazıyorum. Toplantı notlarını bile cep telefonuma alırım. Neredeyse kalemle adımı yazmayı dahi unuttum. Bu yöntemin avantajı geleneksel yazma eyleminin, yani kalem defter kullanmak ve temize çekmek meselesinin hata payını azaltması. Doğrudan elektronik ortama yazmaksa, muhteşem bir sürat getiriyor.
İlhama mı inanıyorsun yoksa edebiyat metninin bir işçilik ürünü olduğunu mu düşünüyorsun?
Bence yazma işi inşaat işçiliğinin ta kendisi, öylesine zor, emek isteyen bir alan. Her şeyden önce yaratıcılık, araştırma ve sebat gerekli. Ancak bunlar bir araya geldiğinde yazmaya başlıyorsun. İlk taslak böyle çıkıyor. Kaba inşaat ancak bitti. Gelsin ince işçilik. Fayans ustası titizliğiyle çalışmak gerekiyor. İki kez kendi başıma geçiyorum metnin üzerinden, sonra hocamla beraber yüksek sesle okuyoruz. Sonra biraz ara verip unutuyoruz metni. Bir kez daha yüksek sesle okununca insan içine çıkacak hale geliyor. Hele basılma olasılığı varsa, bu işlemler başkaları tarafından da yapılıyor. Bütün bunlara rağmen eminim kitapta tapaj hatası olduğuna.
Roman yazma planın var mı? Öykülerle devam mı?
Bir roman projem var. Mehmet Rauf’un Eylül romanını yeniden yazmak istiyorum. Bin dokuz yüz on dört yazında geçecek. Jale Sancak’la bir atölye yaparak genel hatlarını çizdim ama roman yazmak yıllara yayılacak bir uğraş. Ne zaman toparlanır hayal edemiyorum. Ama bu arada öykü yazmaya devam elbette.
Bugünkü bakış açınla ilk yazılarını nasıl değerlendiriyorsun?
İlk yazdıklarımı değil, her yazdığımı kötü değerlendiriyorum. Bu bitmeyen bir süreç, her gün yeni bir şeyler öğreniyorum. Beğenilerim değişiyor, deneyimlerim artıyor. Yazdığım her metni tekrar okuduğumda düzeltecek yerler, iyileştirilecek bölümler görüyorum. Ama eski metinlerim baştan kaybedilmiş bir güreş oyunu gibi, şimdiyse sanırım, ben ve sözcükler bir-bir berabereyiz.
Yazar olmak isteyenlere neler tavsiye edersin? Yazarlık atölyeleri hakkında ne düşünüyorsun?
Yazarlık atölyeleri kesin şart. Ben Jale Sancak ve Semih Gümüş atölyelerinde büyüdüm. Nalan Barbarosoğlu’nu hayat boyu mentörüm olarak atamış bulunuyorum. Her bir hocanın ayrı bir tarzı var. Hepsinden öğrenilecek çok farklı konular var. Tavsiyeye gelince, yazmak ve yazdığını tekrar tekrar yazmak dışında söyleyebileceğim bir şey yok. ‘Ben yazdım oldu’ diye düşünüyorsanız, baştan bu yola çıkmamak daha doğru olabilir.
Türk yazarlar içinde bu kişinin eserleri beni yazar olmak için çok motive etti diyebileceğin bir yazar var mı?
Attila İlhan’ı çok severek okudum gençliğimde. Salah Birsel bana tarihi sevdirdi. Halikarnas Balıkçısı’nın kitaplarıyla coştum. İçimde hâlâ bir Kemalettin Tuğcu olduğu doğrudur. Kerime Nadir, Leyla Erbil ve Feyza Hepçilingirler candır. Baş tacı kitapların nedir diye sorarsanız Orhan Pamuk’dan Benim Adım Kırmızı, Bilge Karasu’nun Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı ve Selim İleri’nin Hepsi Alev derim.
En son, hangi kitabı okudun?
Hah! Hazır olun abuk subuk bir cevaba… Her zamanki gibi en az beş kitabı aynı anda döndüre döndüre okuyorum. Her kitabın okunduğu ayrı yerler var. Ayrı ruh halleri var. Bana çorba içerken bile sıkıntı gelir, bitirmeden ana yemekten birkaç lokma araya sıkıştırırım. Şunlar son iki haftadır okuduklarım:
Pandoranın Küpü, Natalie Haynes (mitoloji her zaman olur)
Yalnızız, Peyami Safa (Feriha’nın elini tutan adamı merak ediyorum)
Hazlar ve Günler, Marcel Proust (Ergenime hitap ediyor)
Bilişsel Davranışçı Terapi, Prof. Dr. M. Hakan Türkçapar (asitanımın hediyesi, çok şey öğreniyorum)
Bir Zamanlar Ağaçtım, Ferdi Tayfur (Neden okuduğumu hiç sormayın, ekmek parası)