Yosef Erdelyi’in Elma Çekirdekleri adını verdiği eseri, Agora Galery’nin büyük sergi salonunun en gözde duvarına asılmış, sergi açılışına katılanların, karşısında durup dakikalarca sessiz, hareketsiz kalışına şahitlik ediyordu. Sadece, beyaz üzerine mavi mine çiçeği desenli, kısa kollu, bebe yakalı elbisesi, başının iki yanından aşağı beline kadar sarkan, güneşte ışıl ışıl parlayan uzun sarı saç örgüleri ve elinde tuttuğu kırmızı elma ile gülümseyen on bir on iki yaşlarındaki bir kız çocuğu resmedilmiş olsaydı, onlarca sergide görmeye alışkın oldukları portrelerden biri olur, akıllarında kalmazdı. Sanki o an tenlerine batıyormuş gibi canlarını acıtan, kafayı çevirip bir sonraki resme ilerleme isteği duydukları halde, onları karşısına mıhlayan şey, resmedilen sarı saçlı kızla karşısında durmuş ona bakan gözlerin arasındaki paslanmış dikenli tellerdi.
Yosef, her sergisinde baş köşeye asılan, sergi bittiğinde özenle paketlenip atölyesinin duvarına geri dönen, binlerce dolarlık onca teklifi geri çevirerek asla satmaya yanaşmadığı, kendisiyle röportaj yapan gazetecilerin hakkında en çok soru sorduğu bu resmiyle ilgili yorum yapmaktan hep kaçınmıştı. Sanat eleştirmenleri tarafından hakkında yazılar yazılan, yorumlar yapılan bu resminin ünü, Yosef’in ününü geride bırakmıştı. Kimilerine göre ressam, Elma Çekirdekleri’nin ünlenmesini planlamış, yarattığı gizem sayesinde de bunu başarmıştı.
Sergi açılışlarını hiç sevmezdi. Tanımadığı insanlarla ayaküstü havadan sudan konuşmalar, resimleriyle ilgili bitmek bilmeyen saçma sorular, meraklı, sorgulayıcı, kimi zaman da kibirli bakışlar. Ona kalsa açılışı sessiz sedasız yapmayı tercih ederdi.
O güne kadar hiçbir açılışını kaçırmayan, her seferinde mutlaka bir resmini alan ünlü koleksiyoner Dr. Lothman, sohbet edebildiği birkaç davetliden biriydi. Lothman sergide yer alan yeni resimlerine övgüler yağdırdı, Elma Çekirdekleri’ni satın almak istediğini tekrarladı, ardından da ısrarla malikanesinde vereceği partiye davet etti. Müzayededen yeni aldığı resimleri mutlaka görmesini istiyordu. Yosef o gece hayatının değişeceğinden habersiz, yarım saatliğine uğrama sözü verdi.
Dört kişilik bir orkestranın aralıksız devam eden canlı performansı, birbirleriyle yüksek sesle sohbet eden, kahkahalarla gülen insanların uğultusu, ellerindeki yiyecek tepsileriyle ortalıkta dolaşan garsonlar, çatal bıçak sesleri, alkol ve puro kokusunu bastıran, havayı daha da ağırlaştıran kızarmış et kokusu, Yosef’in başını döndürdü, midesini bulandırdı. Kalabalığı ardında bırakarak salondan çıktı, duvarlarını süsleyen yüzlerce resimle bir müzeyi andıran malikanenin giriş holünde, koridorlarında dolaşmaya başladı. Salonun çaprazındaki çalışma odasının kapısını açtığında, kapının tam karşısına asılı duran kırklı yaşlarında bir nazi subayının resmedildiği portreyi gördü. Sendeledi, kapının koluna tutunarak olduğu yere çöktü.
Portresinin şapkalı mı şapkasız mı olacağına bir türlü karar veremeyen albay, üzerinde sadece poz verdiği zamanlar giydiği gıcır gıcır üniforması, sağ kalçasıyla çalışma masasının kenarına ilişmiş, kollarını göğsünde kavuşturmuş, sırtı ve başı dik bir şekilde pencereden dışarı bakıyordu. Ayakları zincirle birbirine bağlanmış halde bir sandalyeye oturtulan Yosef, önündeki tuvale komutanın resmini yaparken, aklı leş gibi kokan çizgili kamp kıyafetinde, yara bere içindeki nasırlaşmış ellerinde, açlıktan guruldayan midesindeydi. Elinde tüfekle arkasında bekleyen asker, komutan poz vermekten yorulup eliyle çıkmalarını emrettiğinde, onu kolundan çekiştirerek odadan çıkartıp kaldığı koğuşa geri götürüyordu.
Bergen toplama kampına geleli altı ay olmuştu. Annesi, babası ve iki ablasıyla birlikte Berlin’deki evlerinden alındıkları gün, geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktıklarını anlamıştı Yosef. Kamyonla götürüldükleri ilk kampta, kadınlarla erkekler ayrılmış, annesi ve kız kardeşlerini o günden sonra bir daha hiç görememişti. Babası ile birlikte getirildikleri ikinci kampta, ilk birkaç hafta aynı koğuşta kalmışlar, birbirlerine destek olmuşlardı. Yaklaşık bir ay sonra bir gün, onar kişilik gruplar halinde bir odaya alındılar. İki doktor Yosef’i, otuzlu yaşlarında bir adamla birlikte sola, şeker hastası babasını da halsiz görünen, zayıf, yaşlı, engelli yedi kişi ile birlikte sağa ayırdı. O güne kadar babasını hiç çırılçıplak görmemişti. O utanmasın diye kafasını çevirdi, iki eliyle önünü kapatmaya çalışırken soğuktan titreyişini, utanç, korku, üzüntü dolu gözlerle etrafa bakışını görmedi. Küçük bir çocuk gibi ağlayışını da. Bu onun babası ile ilgili son anısı oldu. Ertesi sabah henüz gün aydınlanmadan uyandırıldı. Kaldığı koğuştan alınıp, kanal kazısında çalıştırılan sağlıklı genç esirlerin kaldığı Bergen’e getirildi. Hastalananlar, yaralananlar her hafta elenip gruptan ayrılıyor, sürekli yerlerine yeni esirler getiriliyordu. Yakınlardaki krematoryumdan yayılan yanmış insan eti kokusu, hayatı boyunca silinmemek üzere zihnine kazındı.
Bergen’de kaldığı koğuşun duvarına çizdiği kara kalem resim, resme meraklı olduğunu bildiği kamp komutanına genç bir esirin olağanüstü yeteneğinden söz eden subay, Yosef’in Berlin’de güzel sanatlar resim bölümü öğrencisi olduğunu öğrenen, ona kendi portresini yaptırmaya karar veren kamp komutanı; hayatının akışını bir anda değiştirdi. Resmi yapmaya başladıktan birkaç gün sonra, sıcak suyla banyo yapmasına izin verildi, temiz çamaşırlara, eskisinin iki katı yemeğe kavuştu. Komutanın talimatıyla artık kanal kazısına gitmiyor, subay lojmanlarının yakınındaki meyve bahçesinde çalıştırılıyordu. Komutan yeni üniformasını giyip özenle hazırlanıyor, günde bir saat poz veriyordu. Resim üzerinde çalışması için ayrıca günde bir saat daha izni vardı. Günün kalan bölümünü bahçede geçiriyor, ağaçların dibini belliyor, suluyor, otları biçiyordu. Ayaklarına daha uzun zincirler takılıydı artık, başında nöbet bekleyen bir asker de yoktu. Bahçede işi biter bitmez kaldığı koğuşa dönüyordu.
Bir gün bahçede çalışırken on bir on iki yaşlarında uzun sarı saçlı bir kızın dikenli tellere doğru yaklaştığını gördü. Sıkı sıkı kapalı avucunu ona doğru uzatmış, mavi gözleriyle gülümseyen Emma, elindeki elma çekirdeklerini toprağa ekmesini istiyordu. Çekirdekleri alıp kazdığı toprağın içine gömdü, bir çubuk dikerek yerini belli etti. Emma, o günden sonra her Perşembe elinde bir elmayla gelmeye başladı. Dikenli tellerin ardında duruyor, bahçede çalışmaya devam eden Yosef’le konuşuyor, kampta hiç arkadaşı olmamasından yakınıyor, ona ağaçlarla ilgili sorular soruyor, bazen de kitapta okuduğu hikayeleri anlatıyordu. Sonra elindeki elmayı tellerin dibine bırakıp gidiyordu. Kamp komutanının kızı olduğunu çok sonra anladığı Emma ile haftada on beş dakikadan fazla sürmeyen bu arkadaşlığı, Yosef’i mutlu eden, onun hayata tutunmasını sağlayan tek şey olmuştu.
Portreyi tamamlandıktan çok kısa bir süre sonra, İngiliz birliklerinin kampa yaklaştıkları haberi geldi. Kampta bulunan esirler kamptan çıkartılarak batıya doğru yürümeye, ölüm yürüyüşüne zorlandı. Onu bahçede çalışırken gören iki asker yanına geldi, silahlarını doğrultup çalışmayı bırakmasını, diğer esirlerle birlikte yürümesini emrettiler. O sırada yanlarına gelen Emma, annesinin bu esire eşya taşıtacağını söyleyip askerleri ikna etti. Yosef’i aldı, lojmanların bodrumundaki sığınağa götürdü. Ona her gün gizlice yemek ve su getirdi. Burada bir süre saklanan Yosef sağ kalmayı başardı, İngilizler kampa geldiğinde de özgürlüğüne kavuştu. Komutan ve ailesi ise çoktan kampı terk edip gitmişti.
Omuzuna dokunan, endişeyle iyi olup olmadığını soran Dr. Lothman’ın sesi kulaklarında yankılanırken gözlerini açan Yosef, portreyi eliyle işaret ederek, cılız bir sesle resmi nereden aldığını sordu. Dr. Lothman portreyi, İstanbul’da bir müzayededen aldırmıştı. Yıllar önce izini kaybettiği Emma’yı bu resmin izini sürerek bulabilir miydi? Onu bulmak, ona teşekkür etmek, sanki içinde tamamlanmayı bekleyen, eksik kalmış bir parçayı yerine koyacak, aradığı huzura kavuşması ancak öyle mümkün olacaktı. O günden sonraki tüm yaşamı bu arayışla da geçecek olsa da onu bulacaktı.
Aynur Dervişoğlu
Tüylerim diken diken okudum, Yosef’le aç kaldım, Yosef’le pis koktum ve Yosef’le yaşama sevinci duydum tekrar, küçük kızı aradığı bir 2.öykü olmalı kesinlikle, olmazsa bizlere büyük haksızlık olur, bu muhteşem öykü için binlerce teşekkürler “Kırmızı Kalem” ‘e ve Aynur Dervişoğlu’na…
Hazelcim çok teşekkürler.
bu güzel öykü için çok teşekkürler. klavyenize sağlık.
Çok teşekkürler.
Harika kalemine sağlık Aynurcum
Harika bir öykü. Ellerimize sağlık.
Çok teşekkür ederim.
Çok güzeldi, emeğinize sağlık ve çalışmalarınızın devamını büyük bir heyecanla bekliyorum.😊😊
Çok teşekkürler.
Geç tanıdım iyiki tanıdım…muhteşem…bence de devamı olmalı😊
Teşekkür ederim FF ciğim❤️
Bu öykünüzü çok beğendim, Aynur Hn. “Parkta” da etkileyici doğrusu… Seçemedim😘🧿
Teşekkür ederim Sunflower! Okuduğun için, yorum yazdığın için, hep desteklediğin için.❤️