Mine Söğüt Kimdir?

Mine Söğüt 1968 İstanbul doğumludur. İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra, 1990 yılında Güneş Gazetesi’nde gazeteciliğe başlamış, İnsan Hakları servisinde muhabirlik yapmıştır.  

Güneş Gazetesi’nin kapanmasından sonra Tempo Dergisi ve Yeni Yüzyıl gazetesinde çalışmış, 1993 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin düzenlediği yarışmada Haber dalında mansiyon almıştır. 1996 ile 2000 yılları arasında “Haberci” adlı televizyon belgeselinin metin yazarlığını yaptıktan sonra 1999 ile 2001 yıllarında Öküz dergisinde yazdığı yazılarla tanınmıştır. 

Mine Söğüt’ün ilk kitabı, “Adalet Cimcoz: Bir Yaşam Öyküsü Denemesi” isimli biyografidir. Sonrasında yayımlanan kitapları ise; “Beş Sevim Apartmanı – Rüya Tabirli Cin Peri Yalanları”, “Kırmızı Zaman”, “Doğan Kardeş”, “Aşkın Sonu Cinayettir”, “Şahbaz’ın Harikulade Yılı 1979”, “Dolapdere/Kürt Kediler Çingene Kelebekler”, “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey”, “Deli Kadın Hikâyeleri”, “Darbeli Kalemler”, “Gergedan-Büyük Küfür Kitabı” ve “Alayına İsyan”dır.

Mine Hanım, öncelikle misafirimiz olmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Son kitabınız “Alayına İsyan” ile başlayalım. Gazete yazılarınızın belli bir kategoride toplanarak bir araya getirilmiş olduğu bu kitapta, Mine Söğüt tam olarak nelere isyan ediyor?

Hepimizin aslında itiraz ettiği ama dillendirirken ya da yaşarken bu itirazı, isyanı hatta öfkeyi belli etmekten, adlandırmaktan, deşifre etmekten çekindiği sisteme, düzene, insanlığa dair bir isyan bu.

“Deli Kadın Hikayeleri”, “Beş Sevim Apartmanı”, “Kırmızı Zaman”, “Şahbaz’ın Harikulade Yılı 1979”, “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her şey”, “Gergedan” ve “Adalet Cimcoz” kitaplarınızı okurken, üslup ve anlatım dili öyle sürükleyici ki, karşılıklı koltuklara oturmuş sohbet ediyormuş hissi veriyor okura. Hatta bu sohbeti, sert ve tokatlayan bir tarzda da yapıyor zaman zaman. Siz edebiyatınızı nasıl tanımlıyorsunuz?

Öncelikle gerçekçi olmaya, gerçeklerden yola çıkmaya ve gerçekleri işaret etmeye odaklandığım bir dünyam var. Okurun yüzüne vuran aslında bu gerçeklik, bu yüzleşme. Tıpkı hayat gibi. “Yaşam güzel” dediğimiz çok an vardır, keyifle, istekle, hevesle yaşarız. Ama durup ne yaptığımıza bir bakacak olsak, muhtemelen dehşete düşeriz. Çünkü o tatlı hayat aslında tatlı falan değildir. Ya da tatlı olmasının şartları ve bedelleri çok tatsızdır. Yazdıklarımın insanları bir an için bile olsa durdurup bu gerçeklikle yüzleştirdiğini umuyorum. Yani sorgulatan, yüzleştiren bir hayatın  ve edebiyatın peşindeyim.

Yazmak, fikir ve eylem olarak Mine Söğüt için nasıl başladı?

Yazarak ya da konuşarak geçimimi sağlayacağım bir işim olacağını çok küçük yaşta hayal etmeye başlamıştım. Masa başı bir memuriyetin bana göre olmadığının hep bilincindeydim. Yazı yazmaya gazetecilikle birlikte başladım. Gazetecilikte ısınan kalemim edebiyata doğru gitti ve nihayetinde gerçekten yazarak ve konuşarak gerçekleştirdiğim bir, hatta iki mesleğim oldu. 

Yazdıklarınızla duygusal bir bağ oluşuyor mu aranızda?

Yaşadığım dünyayla, gerçeklerle kurduğum duygusal bağ, yazdıklarımla kurduğum bağdan daha güçlü aslına bakarsanız. Yazdıklarıma öyle fazla duygusallık yükleyemem. Nihayetinde bireysel bir kurgu dünyası yaratıyorum ve bu dünyanın değeri görece… Ama yaşadıklarımız kurgu değil. O yüzden daha sarsıcı ve etkili benim için.

Anda kalan, anda yaşayan bir insan olduğunuz izlenimini veriyorsunuz bize. Bu felsefe ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Ben inançsız bir insanım. Ama inançsız olmam farkında olmadığım anlamına gelmiyor. Farkında olduğum dünyaya baktığımda kendimi en iyi hissedeceğim durumun korkusuzluk olduğunu görüyorum. Sanırım size benim “anda yaşayan” biri olduğum izlenimini veren şey bu korkusuzluk hali. Ki an, en olmayan şey. Çünkü an geleceğin öncesidir sadece. Ve geçmişin de sonrası. Hiç varamayacağınız ve duramayacağınız olmayan yer… Belki doğmadan önce ve öldükten sonra anda oluyoruzdur ama yaşarken anın tek anlamı… şiirselliğidir. 

Romanlarınızda üstünde durduğunuz, hatta çoğunlukla dikkatimizi çekmeye çalıştığınız kavramlardan biri de ‘zaman.’ “Zaman tanrının ta kendisidir,” diyorsunuz. Siz yaşamınızda zamanla nasıl bir ilişki içindesiniz?

Az önce tam bunu anlattım sanırım. Zaman, algıladığımızı zannettiğimiz, tüm düzeni ona göre anlamlandırdığımız ve muhtemelen hep hata yaptığımız görkemli ve insana bir numara büyük bir kavram. Sonsuzluğu ve hiçliği kabul edemeyen algımızı allak bullak eden şey zaman. O yüzden Tanrı’ya benziyor. Ve Tanrı da zamana benziyor.

Romanlarınızın, bazen okuru dehşete düşüren, bazen tedirgin eden, çoğunlukla sarsan bir tarafı var. Biz okurken bunları derinden hissediyoruz. Siz de yazarken aynı ruh haline bürünüyor musunuz?

Dediğim gibi o duyguyu ben yaşarken hissediyorum. Yazarken yaşadıklarım çok daha hafifi kalır onların yanında.

Sizce yaratıcı bir kurgu ve diyalog oluşturmak için iyi bir gözlemci olmanın yanında ne gibi yöntemlere başvurulmalı?

Farkındalık en önemli şey sanırım. Herkesten farklı düşünmeniz, bakmanız ve kendinize ait sorularınız olması gerekir. Ve tabularınızın olmaması gerekir. Aklınıza gelen her şeyi sorgulama cesareti ve bulacağınız cevaplara katlanma dirayeti de önemli tabii. 

Disiplinli çalışmak, üretim sürecinin en önemli parçalarından biri, siz günlük çalışma rutininizi nasıl düzenlersiniz?

Ben disiplinsiz biriyim. Kafası karışık, dağınık ve zamanı kötü kullanan bir yazarım. O yüzden disipline dair önerilerde bulunamam kimseye. Herkes kendisine iyi gelen sistemi bulmak ve yaratmakla yükümlü sanırım. Nasıl yazabiliyorsanız…

Yazarlık, yazabilmek bir yetenek midir yoksa öğrenilebilir mi?

Yazarlık öğrenilebilir ama yaratıcılık yetenektir. Yaratıcılığı noksan, vasat metinler ortaya çıkarmak çalışmakla pekala mümkün. Ama vasatın da  küçümsenmemesi gerekir. Bazı sanat eserleri, resim, müzik, heykel, tiyatro, şiir, roman vasat olabilir. Onun da bir tüketicisi vardır. O işleri çok çalışarak yapabilirsiniz. Ama büyülü olmazlar. Büyülü olanlar yetenekle üretilen işlerdir ve başka bir kategoride belirirler. 

Sizce bir metni ‘edebi metin’ kılan unsurlar nelerdir?

Bir çok metin edebi olabilir ama metni “iyi” bir edebi metin kılan şey, altın oranının olması, kendi içinde bir dengesinin olması ve bazı okurların kalbine dokunup, aklını başından almasıdır. Çoğu iyi edebi metin okurun zaten gördüğü ve bildiği şeyleri anlatır. Eğer o metin okura zaten bildiklerini ve gördüklerini başka bir açıdan gösteriyor ve daha önce hiç düşünmediği şeyleri düşündürüyorsa… başarılıdır. 

Tüm dünya, neredeyse bir senedir, pandemi, karantina, virüs derken, psikolojik olarak çok zorlayıcı bir süreçten geçiyoruz. Aslında sanat ve edebiyatla ilgilenen, gündelik koşuşturmalar yüzünden tam anlamıyla kapanarak bir şey üretmeye fırsat bulamayan kişiler için krizin fırsata dönüştüğü bir zaman oldu da diyebilir miyiz? Bu süreç sizi nasıl etkiledi? 

Benim için tam tersi oldu. Ben o koşuşturmacanın içinde üretmeyi seven, herhangi bir şeye uzun süre odaklanamadığı için hareketli bir hayatta yazmayı beceren bir yazarım. Durunca, durmak gerekince, bir an afalladım sanki…

Yaratıcı Yazarlık üzerine eğitimler alan bu alanda kariyer yapmak isteyen yazar adaylarına nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz? Yazarlığın püf noktaları var mıdır?

Bu benim hiç anlamadığım ve kendime de yakın bulmadığım bir mesele. Kimseye tavsiye edilemeyecek bir karmaşanın içinde üretirken, kendi deneyimimi kuramsallaştırmam mümkün değil maalesef. 

Size göre bir yazarın eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?

Kendisine karşı samimi olması gerekir. Bence yazar, yazdığı şeyin iyi olup olmadığını kendisi bilir zaten. Bu konuda kendisine karşı adil ve gerçekçi olmayan bir yazarı yayınevleri kolaylıkla üzebilirler. 

Röportaj: Duygu Değirmenci

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir