Hostesin usulca dürtüp, “İnişe geçiyoruz hanımefendi. Koltuğunuzu dikleştirip, kemerinizi bağlar mısınız lütfen,” demesiyle uyandım. Nerede olduğumu anlamam ve de içime o taş gibi ağır yumrunun geri dönüp oturması bir kaç saniye sürdü.
İnsan uyuyup uyanınca, yaşamı en son nerede bıraktığını hatırlaması için bir an geçer. Belki de özellikle unutmak istediği, hiç yaşanmamış olsun istediği olaylar sonrasındadır bu anlık unutma hali. Bir de tam tersi vardır, uykuda kötü bir şey yaşayıp uyanmak…O zaman da nasıl içi hafifler birden insanın… “Oh, rüyaymış!” dersin, “çok şükür, her şey yerli yerinde,” dersin. Kelebek gibi oluverirsin bir anda. Şimdi öyle değil ama. Yumru göğsüme geldi oturdu, gözlerim yuvalarının içinde zonkluyor, gözümdeki tüm damarları hissediyorum. İnişe geçmeden önce en azından yüzüme bir su çarpabilseydim keşke. Gerçi ağlamaktan kan çanağı olmuş gözlerime ne faydası olurdu ki, ya da yanağımda saçlarımla kapatmaya çalıştığım morluğa…
Hem uçaktakilerin aklından ne geçirdiği önemli değil. Annem ve kardeşim de her şeyi bildiğine göre, nasıl göründüğümün ne önemi var. Erkan gelir zaten beni karşılamaya, annem çıkmamıştır evden. O, bir yandan kızına ne yedireceğinin derdine düşmüştür, bir yandan da vereceği nasihatları sıralıyordur kafasında. Erkan desen, bazen öyle sinir bozucu lâflar ediyor ki, sanki babam konuşuyor. O zaman tüylerim diken diken oluyor işte. Neyse, bunları düşünme şimdi. Bu sefer farklı olacak, biliyorum. Gözlerimi tekrar kapatıyorum, Sinan beliriyor. Valiz elimde kapıyı çekip çıkmadan önceki son sözleri çınlıyor kulağımda. “Gülşen, özür diledim işte. Daha ne istiyorsun?”
Daha ne istiyordum sahi? Sinan’ı sevmiş miydim, evet kesinlikle. Âşık mıydım peki? Bu soruyu hiç sormadım sanırım kendime. Hem aşk neydi ki? Eski fotoğraflara baksan annemle babamı da âşık sanırsın birbirine. Babam evden gittikten sonra bir gece fotoğraf albümünü almıştım gizlice yatağa. Yorganın altında uzun uzun bakmıştım tüm resimlere. Gözlerine bakmıştım babamın. Anneme nasıl bakıyor, bize nasıl bakıyor, diye. Çocuk aklı işte. Seviyor gibi mi bakıyor, âşık gibi mi bakıyor, çekip gidiverecek gibi mi, ya da belki gidip de dönüverecek gibi mi bakıyor, anlarım sanmıştım. Çok zaman sonra, evleneceğimiz zaman Sinan’ın gözlerine de öyle baktım uzun uzun. Hep sevecek gibi mi bakıyordu? Hep sayacak gibi mi? Belki biraz kıskanç, belki biraz tepeden…Şefkatli mi, yoksa biraz buyurgan mı? Hoşuma gitmeyenleri kovaladım o zaman, görmezden geldim. Hem bir bakış ne söyleyebilirdi ki…Ben o fotoğraflara bakıp, babam döner sanmıştım zamanında. Sahipleniciydi bakışları Sinan’ın. Ne güzeldi işte, benim güvenli limanımdı.
Yere çarpan tekerleklerin sarsıntısıyla daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Evet, gelmiştim işte, ana kucağına, yuvama geri dönmüştüm. Valizimi aldıktan sonra çıkışa yürüdüm. Yanılmamıştım, kardeşimdi beni bekleyen. Önce beni farketmedi, uzaktan izledim biraz, özlemişim. Çocukluğumuz geldi gözümün önüne. Onun bana çocuk merakıyla ve beni “her şeyi bilen abla” olarak gördüğü günlerde sorduğu sorular… Babam gittikten sonra ben nasıl fotoğrafta gözlerinin içine baktıysam anlamak için Erkan da beni izlemişti uzunca zaman. Annem bir robottan farksızdı çünkü. Sanki babam giderken onun içini, duygularını da götürmüş, geriye tek görevi çocuklarını yedirip içirip büyütmek olan bir robot bırakmıştı. Tekrar baktım kardeşime uzaktan. Dudaklarını yiyor, saatine bakıyor sürekli. Tedirgin, hissediyorum. Gitsem, sarılsam. Sadece; “Hoş geldin ablacığım,” dese. “İyi ki geldin, özledim seni. Eve gitmeden gel şurada bir kafede oturalım, uzun uzun sohbet edelim, anlat biraz rahatlarsın. Aslında anlatmana bile gerek yok, ben anlıyorum seni, gözlerine bakınca anlıyorum, ama yine de sen anlat,”dese…
“Hoş geldin abla” “Hoş buldum Erkan” Erkan sırtımı hafifçe sıvazlayıp elimdeki valizi alıyor. Yan yana sessizce yürüyoruz bir süre çıkışa doğru. Ne zaman konuşacak diye merak ediyorum. Alandan çıkıp otoparka varıyoruz. Arabanın yanına gelip Erkan valizi bagaja yerleştirirken soruyorum; “Kimin arabası bu Erkan?” “Kimin olacak, patronum. Alana kadar da akla karayı seçtim. Öğlene kadar dükkana geri getir diye tutturdu. Senin uçak da biraz rötar yaptı malum. Seni eve bırakıp, ben vın… Hemen dönmem lâzım. Bir de patronun ağzının kokusunu çekemeyeceğim.”
“Hay Allah, keşke gelmeseydin Erkan ya. Ben bir taksiye atlar giderdim eve.” “Yok ya, dert değil. Hallederiz.” Bir süre sessiz gidiyoruz arabada. Üç saat uçak yolculuğu sonrası canım fena halde sigara çekiyor. Pakete ulaşmak için çantamı karıştırıyorum. Erkan o sırada sessizliği bozuyor. “Hayırdır, ne arıyorsun öyle harıl harıl. Telefonunu mu?”
“Yok canım, sigara paketimi… Bir kaç nefes çekmezsem kendime gelemeyeceğim.”
“Haa, aman ha. Patron arabada sigara içirtmez, çok takıntılı o konuda. Bir nefes çeksen, av köpeği gibi kokusunu hemen alır namussuz. Sonra da canıma okur benim.”
Çantanın içinde şevkle paketi arayan ellerim öylece kalıveriyor. Sanki patron arka koltukta oturuyormuş da, nefesi ensemdeymiş gibi, kıpırdamaya bile korkuyorum bir an. “Hıı, tabii, peki öyleyse. Acelesi yok ya, sonra içerim,” diyorum.
Trafik kötü. Her zamanki İstanbul trafiği işte. Erkan iyiden iyiye huzursuzlanıyor. Bir yandan durmadan saatine bakıp, bir yandan da yerli yersiz kornaya basıyor, sanki o kornaya basınca önü açılıverecekmiş gibi. İçimden sayıyorum. Hissediyorum, ha geldi ha gelecek. Ve nihayet, eminim kafasında patrona gidip arabayı istemek durumunda kaldığı andan beri evirip çevirdiği soruyu soruyor; “Ee abla, ne yaptın da çileden çıkardın bizim Mühendis Bey’i?” Mühendis bey der Sinan’a. Önemli bir mertebe Erkan için. Sadece onun için de değil gerçi. Annem ve benim için de öyle değil mi? Annemin yedirme, içirme, okutma görevi lise mezuniyetimizle son bulmuştu. Nefesi, aklı, fikri bu kadarına yetmişti. Sonra “Mühendis Bey” çıkagelmiş, kızını sevdiğini söylemiş, istemişti. Annemin tüm emeklerini bundan daha güzel ne taçlandırabilirdi?
“Ne mi yaptım Erkan? Dur bakayım, bir düşüneyim. Kim bilir; belki arabasında gizlice sigara içtim…Ya da iş arkadaşlarının yanında sıkıldığımı belli ettim, muhabbete dahil olamadım…Veya bir ortamda gereksiz çok güldüm, yakışık almadı…Sence hangisi yeterli olur mühendis beyin çileden çıkmasına?”
Ciddi miyim, sinirli mi, yoksa dalga mı geçiyorum tam anlayamıyor Erkan. Dönüp bana bakıyor, sonra anlamaya çalışmaktan hemencecik vazgeçip, tövbe tövbe der gibi başını sağa sola sallayıp, yola dönüyor yine. Eve varana kadar bir daha bir daha konuşmuyoruz. Beni kapıda indirirken, “Hadi eyvallah. Akşam görüşürüz” deyip patronundan yiyeceği azarı düşünerek arabaya binip uzaklaşıyor.
Elimde valiz, zile basıyorum. Annem açıyor kapıyı. Bakışlarında özlemden, şefkatten çok kaygı var. Bitmişti ne de olsa görevleri, en iyisini yapmıştı hep. Her şeye rağmen kızına lise okutmuş, sonra da bir mühendise verip taçlandırmıştı. Üniversite okutamamıştı çocuklarına ama zaten kız çocuğu üniversite okusa ne olacaktı? Erkan da meslek lisesini bitirip iyi kötü kurtarmıştı kendini. Öpüşüyoruz kapıda.
“N’aber anne?”
“Hoş geldin kızım, hadi gir içeri. Valizini hole bir kenara bırakıver, sonra açarsın. Elini yüzünü yıka da mutfağa geçelim, açsındır, çay da koydum.”
“Olur”
Valizimi annemin dediği gibi bir kenara koyup, elimi yüzümü yıkamaya gidiyorum. Mutfaktan börek kokusu geliyor ve taze demlenmiş çay. Bir an içim ısınıyor. Mutfağa geçiyorum. Annem börekleri kesip tabakları hazırlamış, çayları dolduruyor o sırada.
“Oh, mis gibi de kokuyor, acıkmışım,” diyorum.
“Hadi otur, şöyle karşılıklı yiyelim. Benim de iki gündür sen arayıp haber verdiğinden beri boğazımdan bir şey geçmedi,” diyor annem.
Birden içim daha da ısınıyor. Merak etme, ben iyiyim, burada kalıp daha da iyi olacağım. Bir daha da Sinan’a dönmeyeceğim, diyecek oluyorum tam, devam ediyor.
“Neyse, bu sabah sen yoldayken Sinan aradı, senden özür dilemiş, onu söyledi. Anne, ben Gülşen’den özür diledim, ama dinletemedim, ona rağmen gitti, dedi. Ben onu duyunca rahatladım. Efendi çocuk ne de olsa. Bir an sinirlenmiş, kendini kontrol edememiş, bir tokat atmış, sonra da pişman olmuş. Olur öyle şeyler.”
Anne, bir tokat değil. Hem bir, üç, beş ne farkeder diyecek oluyorum, diyemiyorum. “Onun da üzerinde çok yük var muhakkak. Gurbet ellerde mühendislik yapmak kolay mı?
Baban gibi olaydı da çekip gideydi daha mı iyiydi?” …
“Sana hep tembihledim, çocuk yapın bir an önce diye. Çocuk olsa erkeğin yüreği yumuşayıverir. Yapmadınız işte. Neyse canım, daha gençsiniz, o da olur inşallah.”
Anne, çocukları vardı, hem de iki tane vardı da, babamın yüreği yumuşayıverdi mi, çekip gitmesini engelledi mi? diyecek oluyorum, susuyorum. Kalkıp ikinci çaylarımızı dolduracakken annem durduruyor; “Aa kızım ben doldururum, sen yol yorgunusun, hem misafir sayılırsın. Neyse canım, bahaneyle iyi oldu bak, geldin. Anne kız bir kaç gün hasret gideririz. Almanya’da neler yapıyorsunuz anlatırsın biraz. Şennur hanım da merak edip, sorup duruyor. Ha bak, sonra unutmayayım diye, şuraya tezgaha koydum kavanozları. Çilek reçeli yapmıştım, mühendis bey oğlum da çok sever. Dönerken götürüverirsin.”
Tulu Karagöz
Bir anda hikaye içine alıverdi …
Çok sürükleyici, tebrikler ✌️
Tulu harika olmus. Bir nefeste okuyuverdim. Umarim devam edersin.