Birazdan içeri gireceğim. Yıllar sonra, bir mahkeme salonunda karşılaşacağız bumbuz. Kabullenememişliğimizle bakacağız birbirimize, senden olmamış, iki yabancı gibi. Hâkim geçen celse “Müddeinin iddiası için, çağrılsın,” dediğinde avukatının o biçare yüzü o kadar tanıdıktı ki. Nacar anlatmaya çalışmıştır soy ağacından çıkmak istediğimi. Camları perdeli, kurşuni manda kasa Mercedes’ine binip, dünyayı ben yarattım kibrinle söylene söylene geleceksin. Tanımadığın cinsiyetteki müştekine bakıp, öfkeyle sapladığın bakışlarının yerli yerinde olup olmadığını kontrol edecek misin? Çocukken gizlice aldığım bıçağının yanar dönerli sedef kakmasını çıkarıp, anneme binbir yalvarmayla ördürdüğüm Gülkız’a onu küpe yapmak istemiştim. Uyanıp elimden hunharca çektiğin bıçak avuçlarımı kanatmıştı. Sonrasında en iyi bildiğin şeyi yapmış, morartmıştın bedenimi. Annem, antlar vererek elinden zor kurtarmıştı. Ezan yalamıştı bedenini de  durup görebilmiştin kulağımdan kan geldiğini. Saman alevi gibi parlamaya hazır öfkene her yenik düştüğünde vicdanın ateşini söndürmek için kendini, “İnnalillah’lı,” cümlelere bıraktığın sayısız andan sadece biriydi bu.

Mübaşir ıssız koridorda sesini yankılatmak istercesine bağırdı. Adem Güneş, Deniz Güneş. İkinci bağırtısında Deniz, vücuduna yapışmış daracık kotu, japone nar çiçeği gömleğiyle çam sakızının pürüzsüzleştirdiği kolları açıkta, yasemin kokusunu yayarak girdi içeri. Hâkim basmakalıp indirip kaldırdığı başını düzeltemeden bakakaldı. Üzerine dikilmiş gözlere istinâs, yakasını düzeltme bahanesiyle teşhir etti kendini, zevkten dört köşe. Kıpkırmızı bir cüretkârlıkla. Arkasında ezbere bildiği o ayak sesi duyuldu. Adem elması olduğundan da büyüdü.

İçine şeytan girdi, sadece onun değil o işbirlikçi anasının da. Evcilik oyunuyla büyüttü, cahil. O kadar sohbetlere gel dedim, gelir mi hiç? Halbuki münker ve fahşadan korunmanın yolu, iblisin buyruğundan kaçınmanın çaresiydi. “Abdül’ün oğlunun içine yedi şeytan girdi,” dediydiler; mavimtrak mor damarlar kaplamış her yanını, dudaklarına dikiş atıp nefesi kuvvetliler kurtarmışlar sabiyi. Her şeyin başı itikat… “Soyumuzun devamı, sülalenin ilk erkek evladı,” dedik, tepemizde taşıdık. Bacak kadardı, “Göster pipini,” demiştim, misafirlerin yanında. “Pipim yok benim,” diye ağlayıp, anasının eteğine saklanmıştı. Hasbinallah, yanlış anlayacaklar. Hiç durur muyum, kaptığım gibi indirmiştim pantolonunu.

Dayımların bizde olduğu pazardı. Sofrada kasıklarıma saplanan ağrıyla, çıldırmış halde banyoda almıştım soluğu. O zaman gördüm kanı. Hep beraber hastaneye götürmüştünüz beni. Siz dışarıda beklerken annem yanımdaydı. Doktor testlerden bir sonuca varamayınca, “Elle muayene yapacağım,” deyip, makatıma sokmuştu parmağını. “Ölüyorum,” diye bağırmıştım. Annem senin apandisitten şüphelendiğini, her şeyi anlayan bir adam olduğunu, beşinciye söylüyordu doktora. “Kan pipimden geliyor,” dedim doktordan gözümü kaçırarak. Elleri havada bakakaldı. Telaşla yaptığı telefon görüşmelerinden sonra ultrasonda gördük dölyatağımı. Tohuma can verecek gücüm vardı, ta içimde, en derinde.

Cafer kaçırmıştı ilk kulağıma. “Senin oğlanın yürüyüşü bi değişik,” dediydi. Kahvede sandalyeyi kafasına geçirmiştim geçirmesine ama içime bir kuşku düştümüştü. Bir gün erken döndüğümde, anasının ayakkabıları ayağında, çırılçıplak bedenine perdeyi dolamışken buldum. Gözümden ateş çıktı. Allah ne verdiyse… Oğlu ibne, dedirtmem kendime. Hem ne derim elaleme. Meğer karı gibi hayız oluyormuş, öyleyken elinden neler yedim acaba? Tövbe, günâhkar olduk. Üstadilim, irşad vazifelerini anlattığı gün, cemaatin dağılmasını bekleyip sessizce açtım konuyu. “İçine şeytan kaçmış bizim oğlanın,” dedim. Sağ olsun başımızda, her şeyi bilendir. “O hünsa-i müşkildir,” dedi. “Sübutunda şüpheye yer bırakmamak için yan yana saf zinhar tutamaz. Ne erkeklerle ne de kadınlarla. Saf tuttuğu kişilerin de namazını zayi eder,” dedi. Allah’ım ne günahım vardı da böyle bir evlat verdin bana. “Rabıta gerek,” dedi, eğildim eteğini öptüm, “Kulun kölen olayım, kurtar.” dedim. “Avreti var sonuçta di mi?” “Şükür.” “O değil de, senin cenazene el süremez, kendi öldüğünde de gassal yıkamaz onu,” dedi. Kalbim yerinden çıktı, ufaldım, ufaldım da küçücük kaldım, şu yedi gök semanın ortasında. Sanki biri kınından çıkardığı gibi bıçağı dayadı  şah damarıma. “Aileden  biri eline bez bağlayarak, teyemmüm etmesi lazım, tabii o da tam olmaz ama yabancının yıkaması caiz değildir.”

Kafanda tilkiler dolaştığında, kemerine takılı, ucu açık, kınında duran sedef kakmalınla oynardın. Baş parmağın adeta bileği taşı gibi önceleri hafif sonra artan hızla bıçağı bilerdin. Bir süre sonra kanardı parmağın. Onu emer, sonra, “Sarın şunu,” diye ortalığı velveleye verirdin.  Acıyı yaratan da, yarattığı acıya müptela olan da sendin.  Kendinden, ait olduğun zümreden başka kimseyi görmezdi gözün. Senin istediğini seçmeliydim. Kusurlu ve sapkındım. Cüzzamlı gibi bakıyordun. Kimselere duyurmadan olup bitmeliydi her şey. Bense Tanrı’nın bana bahşettiği hediyeyi kabul etmiştim. Çoğalmak, yaratmak için beni de onurlandırmıştı, bir ihtimal de olsa. Her ay  canımdan can gider gibi çektiğim acıya şükrettim, o kan kutsaldı.

Basık ve rutubetli salon, duvarlarından ıstırap akan evveliyat külliyesi gibiydi. Hâkim gözlüğünü önce başına, rahat edemeyince bir ucu tokmağının üstüne gelecek şekilde kürsüsüne fırlattı. Mübaşiri çağırıp eliyle kapattığı ağzının kenarından fısıltıyla konuştu. Adam tüm itaatkârlığıyla fırladı. Kucağında yıllanmış bir dosyayla çıkageldi. Saçları bembeyaz, dudağını açıkta bırakan incecik bıyığını çekiştiren huzursuz ihtiyara baktı göz ucuyla. Yanındaki tam da kendisine benzeyen sadece kafa kağıdının biraz daha yeni olduğu her halinden belli olan avukatı konuşmasını hararetle devam ettiriyordu. Tam karşısında plastik tırnaklarıyla oynayan genç tez canlılığıyla düelloda sırasının gelmesini bekleyemeyecek gibiydi.

Halbuki kimsenin bilmesine gerek yoktu. Bir ameliyatla içindeki iblisten kurtulacaktık. Hem kim anlardı ki, aslan gibi tenasülün yerli yerinde, yemin etsen başın ağrımaz. Üstadmüritlerinden birinin kızını da münasip görmüştü. “Dışarı çıkmasına izin verme, bütün gece kafası secdeden kalkmasın,  tövbe etsin,” demişti. İçim geçtiği bir anda kaçmış evden. O deli anasına, “Kızın ameliyat parasını toparlayıp, seni buradan kurtaracak,” demiş.  Yıllarca bekledim, düzelir diye. Utanmadan dava açmış bir de, yüz karası.

Tohum çatladı ve kökünden yediveren sarmaşık yayıldı dört bir yana. Arsızca sardı tüm vücudunu. Sıktı, sıktı, damarlarındaki kan fışkıracakken, buzlaşmış bıçak kesti tüm dalları.  Ilık bir ferahlık indi yeryüzüne. Tok bir ses duyuldu. “İlliyetinin kesilerek, soyadının değiştirilmesine…”

Ayşe Sezen

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir