Yazmak için insanın kendisiyle uğraşmayı iş edinmesi, kendini sınırlayan her şeye karşı tavır geliştirmesi, güçlü bir içebakışa sahip olması gerekir. Çünkü sanat arzularla korkuların çarpıştığı sınırda filizlenir ve çok rahatsız edici olabilir…”

Merhaba Murat hocam, hoşgeldiniz. Misafirimiz olmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Öncelikle sizden başlayalım. Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik bölümünü bitirdikten sonra, yüksek lisansınızı yine Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümünde “İnsan Yüzlerine İlişkin Uyarılmış Beyin Potansiyelleri” üzerine deneysel bir tez hazırlayarak tamamladınız. Ardından da Biyomedikal Mühendislik alanında doktora yaptınız. Mühendislik ve psikoloji kendi içinde zaten oldukça ilginç bir ikili oluştururken işin içine bir de edebiyatı eklediniz. Yazmak, fikir ve eylem olarak Murat Gülsoy için nasıl başladı?

Meraklı bir çocuktum. En çok da hayatı, varoluşu, dünyayı, her şeyin neden böyle olduğunu, nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzu merak ederdim. Çocukların çoğu bu tip soruları sorarlar aslında ancak içinde bulundukları çevre koşulları bu soruların cevaplarını merak etmekten onları vazgeçirir çoğunlukla. Bense elimden geldiğince okumaya araştırmaya çalıştım. Harçlıklarımı ansiklopedi fasiküllerine harcardım. Yavaş yavaş, cilt cilt kendi kütüphanemi kurarken hem bilim ve felsefeyle hem de edebiyatla ilişkimi derinleştiriyordum. Edebiyat okumak büyük bir zevkti benim için. Zaman içinde entelektüel meraklarımla zevklerim öykü ve roman yazma arzusunda kesişti. Çünkü liseyi bitirdiğim yıl edebiyatın en yüksek zihinsel etkinlik olduğuna kanaat getirmiştim. Matematik, fizik gibi alanlar da çok heyecan vericiydi, o yüzden mühendislik okudum, halen de biyomedikal alanında çalışmaya devam ediyorum ama öte yandan insanın nasıl düşündüğü, hissettiği, dünyayı nasıl kavradığı gibi soruların edebiyat ve sanatlarca verilen öznel cevaplarının zenginliği başımı döndürüyordu. Hele ki 1984 yılında Borges, Orwell, Oğuz Atay, Sevim Burak, John Fowlesgibi yazarlarla tanıştığımda ben de ömrümü edebiyata vermeye karar vermiştim.

Hayalet Gemi Dergisi size neler kattı, edebiyatla geçen 30 yılı aşkın bu zamana dönüp baktığınızda neler hissediyorsunuz?

İnternet öncesi dönemde, bizden önceki kuşakların yaptığı gibi bir yol tuttuk. Dergi çıkarmaya başladık. Amacımız kendi sözümüzü söyleyebileceğimiz, yazdıklarımızı yayınlatabileceğimiz bir mecra yaratmaktı. Diğer dergilerden en büyük farkı disiplinlerarası bir anlayışa sahip olmasıydı. Herkesin sürece eşit olarak katıldığı bir yayın kurulu dergisi olmasıydı. Kadın-erkek dağılımının da o dönem veya önceki dönemlerde olmadığı kadar dengeli olmasıydı. Dergi çıkarmak bana yayıncılığı, editörlüğü öğretti. Ama daha önemlisi kolektif çalışma adabını… Bu dergi sürecinde kazandığım deneyim sayesinde 2004-2021 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nin yayın kurulu başkanlığını yapabildim. Ya da Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Enstitüsü’nde çok sayıda öğrencimiz ve meslektaşımızla bilimsel araştırmalar yapabildim. İki tane laboratuvar kurabildim. Kolektif emeğin değerini kavramamış olsaydım, sanırım bunları yapamazdım. Hatta Hayalet Gemi kapandıktan sonra açtığım yaratıcı yazarlık atölyelerindeki çalışma şeklimin özünü de dergi deneyimine borçlu olduğumu söyleyebilirim.

Bu otuz yılı başlatan ilk öykü kitabınızdan söz etmek istiyorum biraz. ‘Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul’ Bir yazarın ilk kitabı bana göre diğer bütün kitaplarının varoluş öyküsünü de başlattığı için önemli. Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul bu ismi nasıl aldı?

İlk kitabın hikayesi elbette diğerlerinden farklı oluyor. Yazdıklarımı bir dosya haline getirip yayınevlerine sunmaya 1990 yılında karar vermiştim. Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Öykü yarışmasında bir derece aldığım için artık yazdıklarımı yayınlatabileceğime inanmıştım. Ve hemen bir dosya hazırlayıp Can Yayınlarına göndermiştim. O dönemin editörü çok beğendiğini söylemişti. Fakat sonra aradan zaman geçti yayınevinden arayan soran olmadı. Ben de mahcup bir genç olarak yüzümü kızartıp yayınevinin Cağaloğlu’ndaki merkezine gittim, rahmetli Erdal Öz oradaydı kendimi tanıttım ve dosyanın akıbetini sordumBiz o dosyayı yayınlamayacağız, dedi. Aramızdaki tek konuşma buydu. Ben tabi çok üzüldüm ve birazcık da küstüm. Sonra diğer yayınevlerinin de benzer bir şekilde kitabımı yayınlamayacaklarını düşündüm. Kendi edebiyatımın hali hazırdaki edebiyattan çok farklı olduğunu sanıyordum. Elbette şimdiden geriye baktığımda kitabın yayınlanmaması tek nedeni henüz hazır olmayışıydı yani çok acemice yazılmış öykülerdi onlar. Henüz yirmi üç yaşındaydım. Şimdi iyi ki o dönem yayınlanmamış diye düşünüyorum ama o zamanlar öyle düşünmemiştim. Ana akım edebiyat alemine küsmüştüm fakat yazmayı asla bırakmadım.

Arkadaşlarımla Hayalet Gemi dergisini çıkarmaya başladık. Ondan sonra uzun yıllar kitap yayınlatmaya çabalamak yerine dergicilik yapmayı tercih ettim. En sonunda 1999 yılında hazırlamış olduğum iki öykü dosyası birkaç yayınevi tarafından kabul edildi bir tanesi de Can yayınlarıydı. 1999 yılının temmuz ayında yayınlandı, çok sevindim tabi, insanın hayatında ilk kitabının çıkması bir dönüm noktasıdır diye düşünüyordum ama 15 gün kadar sürdü bu sevincim, çünkü 17 Ağustos 1999’da çok büyük bir deprem bir felaketi yaşandı. Ne kitap kaldı ne sevinç. Neyse ki ikinci dosyam da hazırdı. Ertesi yıl, 2000 yılında, Bu Kitabı Çalın yayınlandı, Sait Faik Öykü Ödülü aldı ve Hayalet Gemi okurları dışındaki edebiyat okurları da beni tanımış oldu. Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul adı öykülerden birinin içinde geçen bir cümle. 1990lı yılların benim üzerimde bıraktığı etki buydu sanırım. 80 Askeri Darbesi sonrası ezilen ve dağıtılan örgütlü toplumun yerini sadece kendini düşünen, sadece kendi hayatıyla meşgul olan insanların almasına duyduğum bir tepkiydi sanırım. Fakat 99 depremi ilginç bir şekilde insanların başkalarını düşünmeye başladıklarını, birbirlerine yardım etmek için çaba göstermeye çalıştıklarını gösterdi. Daha sonraki yıllarda yeşil alanlarına, ormanlarına, parklarına sahip çıkma Gezi ile görünür oldu ama bence bunun başlangıcı 99 depremiydi.

Mühendislik ve psikoloji eğitimi gördünüz. Hâlâ bu alanlarda çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz. İster istemez her iki alan da yazı hayatınıza sirayet ediyor olmalı. Bu açıdan bakıldığında mühendisliğin kurucu ve yaratıcı özelliği, edebiyat kurmacalarında “her parça olması gereken yere lehimlenmeli” bakış açısıyla yürüyor olabilir mi?

Tam değil. Edebiyatın kendine has bir yaratım süreci var. Tüm disiplinlerden beslenebilirsiniz tabii ama eninde sonunda edebiyatın kendi dili içinde bir yapı kurarsınız. Kimi zaman bu yapı çok daha akışkan ve belirsiz olur, kimi zaman iyi tasarlanmış bir labirenti andırır. Benim mühendislik, psikoloji gibi alanlarda eğitim almış olmam ya da bu alanlarda çalışıyor olmam elbette yazdıklarımı etkiler; ama onların iyi edebiyat olmasını sağlamaz. Daha iyi yazmamı sağlayacak olan şey daha iyi edebiyat eserlerini okumam ve üzerlerine düşünmemle mümkün olur.

Yazar adayları ve yazmaya başlayanlar için Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık ve 602. Gece adlı kitaplarından yola çıkarak soracağım; Yaratıcı yazarlık içeriğine sahip kitapların bir yazar adayına retoriğin bilgisini vermesi mümkündür müdür? Bu kitapların pratikte de kavranması için derslerde okutulması şart mıdır? Sadece okuyarak yazma eylemini başlatmak ne kadar mümkün?

Yaratıcı yazarlık kitapları temelde iki işleve sahiptirler: Birincisi hikâye etmenin tekniklerini aktarmak ve ikincisi de insanların yaratıcılıklarını kışkırtacak yöntemler önermek. İlki, yazma teknikleri çoklukla anlatıbilimden, edebiyat eleştirisinden derlenmiş bilgilerden oluşur; ikincisi ise çok daha muğlak, yazarların kişisel deneyimlerinden daha çok beslenir diyebilirim. Büyübozumu Yaratıcı Yazarlık kitabımı temel yaratıcı yazarlık eğitimlerim için ders planı oluştururken hazırlamıştım, aradan geçen 18 yılda birkaç defa gözden geçirip genişlettim. İşte akademisyen olmam bu durumda çok işime yaradı. Her ne kadar farklı bir alanda hocalık yapsam da akademik reflekslere sahip olduğum için ortaya derli toplu bir ders programı çıktı. 90lı yıllarda “beyin nasıl çalışır, nasıl rüya görürüz, nasıl düşünürüz, nasıl problem çözeriz, yaratıcılık nedir” gibi konuları araştırırken psikoloji biliminin sınırlarını hızlıca geçip “bir yazar nasıl düşünür, nasıl bir dünya yaratır ve bunu aktarır” gibi soruların peşine düşüp epeyce edebiyat eleştirisi kuramlarını okumuştum. Büyübozumu’nun temelinde bu araştırma süreci vardı. Bu kitaplarımı hem kendi derslerimde ve atölyelerimde okutuyorum hem de başka hocalar, yazarlar kullanıyorlar. Kuramsal eğitim önemlidir ama yazma süreci ancak yazarak ve bu yazılanların yapıcı eleştirileri yapılarak geliştirilebilir.

Boğaziçi Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmeni olduğunuz bir dönem vardı. Hatta görevinizi bırakırken sergilediğiniz onurlu duruş hepimizi çok etkiledi. Sizce Türkiye’de yayıncılık sektörü nereye gidiyor? En büyük eksiği nedir?

Yayıncılık git gide zorlaşıyor ama üniversite yayıncılığı çok daha büyük zorluklarla karşı karşıya. Hem de sadece Türkiye’de değil dünyada da gidişat iyiye doğru değil. Tabii her şey birbiriyle bağlı. Üniversitenin dünyadaki konumu ve işlevi de git gide farklı bir yere doğru evriliyor. Üniversite bilimin, en üst düzeydeki entelektüel faaliyetin yapıldığı bir yer olmalıdır. Bunun için de özerk olması gerekir. Bu çok basit bir gerçeklik. Kamu yararı ancak böyle sağlanabilir. Oysa dünyayı felaketlere sürükleyen neoliberal politikalar tüm kurumların içini boşaltmakta özel şirketlerin, büyük sermayenin ve/veya baskıcı, otokratik devletlerin hizmetine açmaktadır. Eğitim, sağlık, ulaşım gibi devletin yurttaşlarına sağlaması gereken en temel hizmetlerin nasıl da yok olduğunu, ancak yüksek paralar karşılığında satın alınan bir hizmete dönüştüğünü bilfiil yaşıyoruz. Bunun sonucunda dünyanın en önde gelen üniversitelerinde akademisyenler daha büyük projeler yapmaya, üniversiteye daha çok para getirmeye zorlanıyorlar. Git gide akademisyenlerin eleştirel pozisyonlarının altı oyuluyor. Bizim gibi ülkelerde ise durum daha da vahim. Akademisyenler, devletin ya da iktidarın eylemlerini, ideolojisini, politikalarını meşrulaştıracak zihinsel güç olarak görülüyorlar. Bunun dışında bir pozisyon alan akademisyenler çeşitli yollardan üniversiteden uzaklaştırılıyor.

Boğaziçi Üniversitesi Türkiye’nin en iyi birkaç devlet kurumundan biriydi. Son derece kısıtlı olanaklara sahip olmamıza karşın dünya çapında işler üretebiliyorduk. Yaptığımız uluslararası yayınların aldığı atıflara baktığınızda bunu görebilirsiniz. Aynı zamanda üniversitede herkese eşit mesafede bir yönetim anlayışı içindeydi. Öğrenci ya da hocaların siyasi, etnik, dini, cinsel kimliklerine bakılmaksızın herkesin sözünü söyleyebileceği kanalları açık tutmaya çalışan bu ortam ülkemizde git gide daralan demokrasi kültürü için örnek teşkil ediyordu. Düşünün ki her dönem üniversite genel kurulu toplanır, orada önce yönetim, rektörlük icraatini sunar, sorunları dile getirir ve ardından tüm öğretim görevlileri eleştirilerini ve önerilerini dile getirirlerdi. Aylık öğle yemeği toplantılarında rektörlük tam kadro yine öğretim üyeleriyle buluşur konuşurdu. Şimdi düşünün bunlar tamamen yok oldu. Rektörlük mezuniyet töreni bile yapamıyor. Aynı şekilde ODTÜ de bu yıl mezuniyeti iptal etti. Neden? Protesto oluyormuş. Ben kendimi bildim bileli mezuniyet törenlerinde protesto olur. Öğrenciler elbette toplumun en ilerici kesimleridir, elbette itiraz edecekler, karşı çıkacaklar. Fakat artık bunlar engellenmeye çalışılıyor. Git gide sertleşen bir iklim var. Sağlık çalışanlarının “bizim öldürülmemize engel olun” diye yürüyüş yapmaya çalıştıkları ve o sırada yüzlerine biber gazı sıkıldığı bir ortamdayız. Hiçbir şey diğerinden bağımsız değil. Bu şartlar altında yıllarca emek verdiğimiz Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi de fiilen yok oldu.

Öykü ve romanlarınızda karakterinizin bir sonraki adımını bilemediğiniz, şimdi ne olacak diye düşündüğünüz oldu mu? Olduysa bu gibi durumlara nasıl çare buluyorsunuz

Karakterlerin her an ne diyeceklerini ne yapacaklarını bilemeyiz. Yazdıkça buluruz. Ancak yönümüz bellidir. Yani ortada bir kurgu, bir plan vardır ancak tam olarak ne olup biteceği ancak yazıldıktan sonra ortaya çıkar. Örneğin bir yere gitmek için plan yaparsınız ve sonra yola çıkarsınız, ne kadar obsesif bir karakter olursanız olun yine de her şeyi önceden bilemezsiniz. Gideceğiniz uçaktaki koltuğu seçersiniz, kalacağınız otelin tüm odalarının fotoğraflarını incelersiniz, yanınıza okuyacağınız kitapları, giyeceğiniz giysileri alırsınız ama yine de yolda sürekli yeni şeyler olur, olabilir. Uçak rötar yapabilir, türbülansa girer, yanınıza oturan kişi sinirinizi bozabilir ya da tam tersi çok güzel bir arkadaşlık başlayabilir, kaldığınız otelin duvarına asılı resim size çocukluğunuzu hatırlatabilir, yediğiniz yemek midenizi bozabilir… O kadar çok şey olabilir ki… Yazmak da bu sürece benzer. Hazırlık yaparsınız, elinizden geldiğince olayların akışını planlar, kurgularsınız ama yazmaya başlayınca çok farklı bir deneyim yaşarsınız.

Tüm dünya, uzun süredir, pandemi, karantina derken psikolojik olarak çok zorlayıcı bir süreçten geçiyoruz. Aslında sanat ve edebiyatla ilgilenen, gündelik koşuşturmalar yüzünden tam anlamıyla kapanarak bir şey üretmeye fırsat bulamayan kişiler için krizin fırsata dönüştüğü bir zaman oldu da diyebilir miyiz? Bu süreç sizi nasıl etkiledi?

Çok iyi etkilediğini söyleyemem. Elbette yeni koşullara uyum sağladık. Eğitimlerimiz, seminerlerimiz, etkinliklerimiz online’a dönüştü. Bu bir yandan çok iyi oldu, sınırlar kalktı, belirli bir çevreye sıkışıp kalmaktan kurtulduk ama öte yandan yüz yüze iletişim azaldı. Doğrusu benim için kapanma özel olarak bir farklılık yaratmadı çünkü eğitimlerimiz devam etti. Ayrıca salgının yarattığı stres var olan sorunlarımıza bir yenisini ekledi. Yakınlarımızdan, özellikle doktor arkadaşlarımızdan ölenler oldu. Her bakımdan kötü bir dönemdi. Ben yazmaya çalışmaya devam ettim. Muhtemelen yazdıklarıma sızmıştır salgın döneminin olumsuz atmosferi.

Peki, Yaratıcı Yazarlık dediğimiz zaman bazı kesimlerden tepkiler alıyor, “Yazarlığın eğitimi mi olur?” tadında çıkışlarla karşılaşıyoruz. Halbuki teknikleri yeteneklerimizle birleştirdiğimizde ortaya hiç ummadığımız kadar yaratıcı ve nitelikli işler çıkıyor. Sizin bu konuda düşünceleriniz neler? Bu alanda eğitim alan ve kariyer yapmak isteyen yazar adaylarına nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz? Yazabilmek bir yetenek midir yoksa öğrenilebilir mi?

Elbette yazabilmenin yolu eğitimden geçer. Öncelikle okuma-yazma bilmeniz gerekir örneğin. Dili kullanmayı yaşayarak, okuyarak, yazarak geliştirebilirsiniz. İyi bir yaratıcı yazarlık eğitimi size bir yol çizer. Hiçbirimiz eşit değiliz. Bu bir sır değil. Kimi içine doğduğu koşullar nedeniyle kimi genetik olarak çeşitli avantajlarla hayata başlar. Ancak sanat için hiçbiri yeterli koşul değildir. İyi eğitimli olmak, yaşam deneyimine sahip olmak, yetenekli olmak elbette önemlidir ama yetmeyebilir. Yazmak için insanın kendisiyle uğraşmayı iş edinmesi, kendini sınırlayan her şeye karşı tavır geliştirmesi, güçlü bir içebakışa sahip olması gerekir. Sanat arzularla korkuların çarpıştığı sınırda filizlenir ve çok rahatsız edici olabilir. O yüzden de birçok insan sanatla uğraşmaktan korkar. Hatta kariyerinde çok yukarılara çıkmış kimi yazarların bile gerilediğine tanık oluruz, bunun en büyük nedeni korkuların galip gelmesidir. Yazarlara yüklenen misyonların da toplumsal beklentilerin de bunda rolü vardır. İyi bir yazarın iyi bir felsefeci, sosyal bilimci, psikolog, siyasetçi, ekonomist ya da bir kanaat önderi olması beklentisi yazarın özgürlüğünü iğdiş eder. Sanatçı tüm bu beklentileri boşa çıkaracak yaratıcı hamleleri yapabildiği oranda sanatsal olarak anlamlı işler ortaya koyabilir.

Size göre bir yazarın eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?

İlk kez yayıneviyle görüşeceklere önerilerimi şöyle sıralayabilirim: En önemlisi dosyanızın, kitabınızın doğru bir Türkçe ile yazılmış olması. Onun dışında içeriğe dair kuşkularınız varsa profesyonel destek almaktan çekinmeyin. Bazı yazar adayları bu türden bir geribildirimin yayınevinden geleceğini varsayıyorlar, bu ne yazık ki mümkün değil. Yayınevlerinde sizin dosyanızın aksayan yerlerini size gösterecek, düzeltmeniz için yöntemler önerecek kimseler çalışmıyor. Bu türden bir çalışmayı yayınevine yollamadan önce halletmeniz gerekir. Mutlaka çevrenizde edebiyat zevkine güvendiğiniz birilerine okutmaya çalışmalısınız. Geribildirimleri dikkatle dinleyin, her söyleneni yapmak zorunda değilsiniz ancak neden böyle bir yorumda bulundukları üzerine düşünün. Asla acele etmeyin. Son noktayı koyar koymaz yayınevine yollamayın. Araya zaman girsin, tekrar okuyun, farklı bir gözle eksiklerinizi kendiniz göreceksiniz. Dosyanıza kendinizi edebiyat bağlamında tanıtan bir özgeçmiş ve dosyanızı tanıtan bir mektup ekleyin. Kendinizi tanıtırken mütevazı olun ama gerekli ayrıntıları vermeyi ihmal etmeyin. Reddedilince yazmaktan vazgeçmeyin. Unutmayın ki sanat vazgeçmeyenlerin işidir.

Sevgili Murat Gülsoy’a, değerli bilgi ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…

Röportaj: Duygu Değirmenci

Shares:
1 Comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir