DEFNE SUMAN KİMDİR?

Defne Suman, 1974 yılında İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Yüksek lisans tezinden çıkan makalesi ‘Feminizm, İslam ve Kamusal Alan’ ‘İslamın Yeni Kamusal Yüzleri’ adlı kitapta yayımlandı. 2007 yılında açtığı blogu “İnsanlık Hali” Türkiye’de ve dünyada çok sayıda okurun düzenli olarak ziyaret ettiği bir site haline geldi. İlk kitabı ‘Saklambaç’ 2014’te Doğan Kitap tarafından yayımlandıktan sonra onu, ‘Emanet Zaman‘, ’Yaz Sıcağı’, ’İnsanlık Hali’, ’Kahvaltı Sofrası’, ’Mavi Orman’ ve ’Yağmurdan Sonra’ takip etti.

Halen Atina-İstanbul arasında gelip giderek; roman ve modern toplumda yaşayan insanın psikolojisini araştıran yazılarını yazmayı sürdürmektedir. 

Merhaba Defne Hanım, hoşgeldiniz. Misafirimiz olmayı kabul ederek verdiğiniz destek için teşekkür ederiz. Öncelikle, Doğan Kitap’tan çıkan son romanınız ‘Yağmur’dan Sonra’ ile başlayalım, ‘Yağmur’dan Sonra’ hem geçmiş, hem de bir gelecek romanı. Hatta biraz da distopya diyebilir miyiz?

Merhaba, beni konuk ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Yağmur’dan Sonra için distopya tabirini kullanma konusunda çekincelerim var. Gelecekte geçen gerçekçi bir hikaye yazma niyetiyle yola çıkmıştım. Ben yazarken dünyada olup bitenler (salgın, deprem, savaşlar, kontroller, iyice azalan bireysel özgürlükler) gelecek tasavvurumu da etkiledi doğal olarak. Karamsar gibi görünse de realist bir gelecek sahnesinde bildik, tanıdık insanlar ve onların değişmeyen duygu dünyalarından örülme bir roman yazdığımı düşünüyorum. Bilinçli olarak bilim kurgu unsurları kullanmadım. Yağmur’dan Sonra’nın geçtiği dünyada olup bitenler şimdiki zamanda ve hatta geçmişte yaşanmış şeyler. Okurun okuyup da bocalayacağı bir sahne yok romanda. Tanıdık bir dünya.  

‘Yağmur’dan Sonra’yı okurken görüyoruz ki, gençler, gençlerin umutları ve o umutların karşılarında duran biriktidar, bir de iktidara karşıymış gibi durarak iktidarı besleyen gruplar var. Aslında tanık olduğumuz yönetim şeklinde, çok yakından bildiğimiz bir tablo bu. İktidarların çehreleri değişse de maalesef temelde sürdürmek istedikleri yönetim şeklinde hiçbir şeyin değişmemesi zaman zaman bizi karamsarlığa sürüklüyor. Sizce bu değişmezliğin sebebi nedir?

Bence bu değişmezliğin sebebi iktidarların erki. Bildiğimiz anlamıyla iktidarı erkekler kuruyor. Dinler, devletler, aile, millet, vatan gibi kurumlar erkeklerin gücünü pekiştiriyor. Böyle iktidar alanları kişiyi bir birey olarak saymak ve onun insani haklarına saygı göstermek yerine bireyden boyun eğmesini, kendini feda etmesini istiyor. Aile bireyden önemlidir. Vatan da öyle. Din de öyle. Bu, geleneksel ataerkil (patriarkal) söylem. Kadınlar, tüm kimliklerinden arınmış bireye ve her türlü canlıya, çevreye ve doğaya saygı gösteren yeni sistemle öne geçmedikçe bu ataerkil söylem güçlenerek, muhaliflerini ezerek, iyice palazlanacağa benzer. 

Bir yandan da kitapta büyük harf kullanımı dikkatimizi çekiyor. Bize vermeye çalıştığınız bir mesaj var mı?

Büyük harfle yazılmış kelimeler, ‘Yağmur’dan Sonra’nın evreninde kutsallaştırılmış kurum ve kavramlara işaret ediyor. Barınak, Cephe, Savaş, Lider, Analar, Yetimler, İkinci Salgın Çocukları gibi. Artık onlar cins isim değil, özel isimle anılıyorlar. Kelime sıradan anlamını yitiriyor, Kaya’nın, Yağmur’un, Bulut’un yaşadığı dünyada kutsallığı ya da özel statüsü sorgulanmadan kabullenilen öğeleri oluyor. 

‘Kahvaltı Sofrası’, ‘Yaz Sıcağı’, ‘Emanet Zaman’, ‘Saklambaç’ kitaplarınızda genellikle azınlıklar ve aile sırlarını konu alıyorsunuz. Bunu tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?

Bence her ailenin bir ya da birden fazla sırrı vardır. Bu sır sonraki kuşaklardan saklanır ama onlara aktarılır. Suskunluklar vasıtasıyla, hikayedeki boşluklar vasıtasıyla torunlar dedelerinin hayatındaki gizleri hissederler. Sırlar kayıplarla ilgilidir. Toprak kaybı, çocuk kaybı, akıl sağlığının yitirilmesi (ailenin akıl hastası fertleri özenle saklanır), kürtaj, cinayet, intihar hikayeleri çocuklara anlatılmaz. Üzeri kapatılır. Bu üzeri kapatılma durumunun sonraki kuşaklara nasıl yansıdığı sorusu benim için önemli. Nasıl ki genetik yapımızı atalarımızdan alıyoruz, psikolojimizin haritası da önceki nesillerin travmalarında, krizlerinde gizli. Varoluşsal bir mesele olarak bu konu aklımı kurcalıyor. Azınlıklara gelince… Bu coğrafyada yaşayan birçok ailenin yüz sene önceye gömülmüş sırlarındaki ağır kayıplar toprağın yitirdiği insanlarla ilgili. 20. Yüzyıl başındaki katliamlar, kıyımlar, zorunlu sürgünler, savaş ve yangınlar sadece bu olayların kurbanlarını değil, geride kalanları da etkiliyor. Bir şehir, bir ülke yitirdiği insanların, yitirdiği dokunun yasını tutmadığı takdirde şizofrenik bir hale bürünüyor. Benim temel meselem de bu. Bu coğrafyadaki şizofreni. Geçmişin inkârı. Şimdinin inkârı. İnkardan ve bağışlayamamaktan doğan korkunç acı ve acının kötülüğe evrilmesi. 

‘Yağmur’dan Sonra’ ile birlikte yedinci kitabınızı yazdınız. Yazmak aynı zamanda bir dönüşüm yolculuğu olduğuna göre, yedi kitaptan sonra Defne Suman nasıl dönüştü?

Doğrusunu isterseniz, her kitaptan sonra yazmak biraz daha zorlaştı. Çıtayı yükselttiğimden mi yoksa gençliğin, ilk romanların pervasızlığından mı bilmiyorum. Eskiden çok kolay yazardım. Mavi Orman kendiliğinden çıkıvermişti. İnsanlık Hali de öyle. Her yeni kitapta biraz daha derine girebilmenin yollarını düşünüyorum. Zaten anlatılmış bir hikâyeyi bir kez daha ben anlatmamalıyım. Veya illaki bir hikâyeyi anlatmak istiyorsam, o hikayenin aslında hangi insanlık haline, nasıl bir varoluş sorununa işaret ettiğini bulmadan oturup yazmak istemiyorum. İlk başlarda korkusuzca sayfaları doldururdum. Şimdi her satırın kıymetli olduğuna kanaat getirdim. Daha ekonomik yazıyorum. Daha uzun sürüyor üretmek. Aklıma gelen cümleyi pat diye ortaya bırakmıyorum artık. Üzerinde düşünüyorum. 

Sizce güçlü kadın modelini merkezine alan hikayeler mi kadındaki potansiyeli harekete geçirir, yoksa yardıma ihtiyacı olanların hayatlarına tanık olmak mı toplumu duyarlı olmaya çağırır?

Kadınlar kadınlara örnek oluyorlar. Kendi adıma konuşacak olursam beni hayatım boyunca kadınlar motive etti. Joan Baez, Frida Kahlo, Jodie Foster, Arundati Roy, Zeynep Oral, Ayfer Tunç… Bu kadınlara hayran olduğum için, onlar gibi olabilmek, onlar gibi yazabilmek için çalıştım. Özenmeseydim bir yere gelemezdim. için de kullanılabilir bu. 

Sizce bir yazar zenginliğini nereden alır?

Diğer yazarlardan. Kendi içinden. Tek başına geçirilen zamanlardan. Sanattan. Doğadan. Dostlardan. Beş duyu organı ile duyduğu yaşamdan. 

Bir kitaba ya da öyküye başlamadan önce ona dair bir ön hazırlık sürecine giriyor musunuz? Nasıl bir çalışma rutininiz var?

Eskiden çok güzel çalışırdım. Bu salgın ve lock-downlar rutinimi yerle bir etti. Evden uzaklaşmak bana daima esin verir. Bir kahvede tek başıma oturup, müzik dinleyerek defterime yazarım. Bir ay, kırk gün kadar defterime yazdıktan sonra ortaya çıkan bir taslağın bölümlerine, tonuna, biçimine karar verip bilgisayara yazmaya başlarım. Sonra defalarca değiştiririm. Anlatıcıyı değiştiririm, tonu, dili… Birinci tekili üçüncü tekile çeviririm, üçüncüyü birinciye. Ne yazmak istediğimi ben anlayana kadar üç dört ay geçer. Bir defa anladıktan sonra yeni bir dosya açar, sıfırdan yazarım. Araştırma isteyen alanlar için kitaplar, kaynaklar toplar gün içinde onları okurum. Gerçekçilik takıntım var. Gidip görebileceğim yerlerde geçen bir roman yazıyorsam, mutlaka o yerlere gider, oralarda oturur, vakit geçiririm. Bir koldan hikâye ilerler, diğer koldan araştırma. Araştırırken karşıma tesadüfen çıkan ayrıntıları hikâyeye katmak beni çok mutlu eder. 

Peki, bir metni ‘edebi metin’ kılan unsurlar nelerdir?

Edebiyat bir sanattır. Sanat ise bir hali, varoluşu, bir hissi başka bir şeyle anlatmak demektir. Diyelim ki sığlık hakkında yazmak istiyorum. İnsanların derinliklerini yitirmeleri, yüzeysel zevkler peşinde koşarak yaşamlarını tüketmeleri içimi tırmalıyor. Eğer bu hikayeyi bir alışveriş merkezinin yemek katında, plastik tepsiler, plastik çatal bıçaklarla kebap tıkınan karakterlerle kurarsam bu metin edebi olma şansını yitirebilir. Ama daha ince bir yerden girersem, denizin üzerindeki mazot lekesi,  ya da aynanın arkasında bir başka kedi bulacağını uman kedi gibi hepimize derinlik/sığlık gerilimini hatırlatan imgelerden kurulu bir öykü yazarsam, o zaman edebi bir metin ortaya çıkar. Edebiyat aleni olanı anlatmaz. Diplerde bir yerde titreşen bir dalga boyunu yakalar ve o dalgayı işler. İnce işçilik bir metni edebi kılar. Hatta bu minvalde şunu da söyleyeyim; Bence en edebi metin şiirdir. Onu öykü takip eder. Roman ise edebi niteliği hayata geçirmesi en zor olan türdür. 

Pandemi, hepimizi psikolojik olarak çok zor zamanlardan geçiriyor olsa da, sanat ve edebiyatla ilgilenen, gündelik koşturmalar yüzünden üretmeye zaman bulamayan insanlar için krizin fırsata dönüştüğü bir süreç oldu. Bu süreçte sanat alanında bir farkındalık yaşandı mı sizce?

Benim için çok zor geçiyor. Devamlı aynı evin içinde durmak, topu topu üç kişiyi görmek, ev işleri, tek başına kalamamak gibi durumlar beni yıprattı. Ben seyahat etmeyi çok seven ve tek başına çıktığım seyahatlerden beslenen biriyim. Havalimanları ikinci evim gibi bir şeydi. Bir seneyi aşkın zamandır Atina’dan ayrılmadım. Bu da beni bıkkın, bitkin ve yalnız bir yere sürükledi. Şimdi yeni bir romana başlamaya çalışarak biraz avunuyorum. Sanat yapıtlarına internetten ulaşabildiğimize başta çok sevinmiştim. Berlin Filarmoni Orkestrası’nın birkaç konserini dinledim, iksv’nin filmlerini seyrettim ama sonra yavaş yavaş huzursuzluk kapladı ruhumu. Bir yandan sanat yapıtları parmağımın ucunda ve benim onlara bakacak halim yok diye kendime kızdım, öte yandan her işimizin taşındığı bilgisayar ekranına bir saniye daha fazla bakacak tahammülüm kalmadığını da hissettim. Bilmiyorum, diğer sanatseverler de benim gibi bir dalgalanma yaşadılar mı… İstanbul’a seyahatlerimde daha çok sergi görür, daha fazla festival filmi izlerdim. Bir de uzakta ve tek başına olmak var. Dostlarla, annemle sanatı paylaşmak da önemliymiş. İnsanlarla bir araya gelmeyi çok özledim. 

Yaratıcı Yazarlık Eğitmenliği ve yazarlık alanında kariyer yapmak isteyenlere nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz? Yazarlık öğrenilebilen bir şey midir?

Tüm sanat dallarında olduğu gibi edebiyat da bir tutam yetenek ve bolca çalışma gerektirir. Yazı yeteneği resim yeteneği, müzik yeteneği gibi bir şeydir. Doğuştan gelir. Çocuklukta genelde kendini belli eder ama üzerine gidilmezse yiter. Bu konuda yeteneği olan bir insan gençlikten itibaren iyi edebiyat yapıtları okur, dilini akort eder, iç dünyasının derinlerine cesaretle inerse ve bıkmadan yazar, tüm olumsuz yorumları yılmadan göğüslerse yazarlığı öğrenebilir. Yazarlık alanında kariyer yapılmaz. Yazarlık birkaç usta yazar dışında pek kimsenin ekmek parasını çıkartmaz. Yazılır çünkü kendimizi ifade etmek isteriz. Bir hikâye vardır, bizim kanalımızla kendini anlattırmak ister. Hayran toplamak için de yazılmaz. Okur yokmuş gibi yazmak en iyisidir. Okur, bir yazarın karşısındaki en büyük engeldir. Yazarken okuru hiç düşünmemek gerekir. Yaratıcı yazarlık eğitmenliği diye özel bir meslek yok. Bazı yazarlar, yazmanın püf noktalarını ustaca anlatabiliyorlar. Onların verdikleri kurslarda tekniği öğrenebilirsiniz, neyi yanlış yaptığınızı da kavrayabilirsiniz. Murat Gülsoy’u kurslarını bu alanda başarılı buluyorum. Beliz Güçbilmez’in Tersine Mühendislik Atölyesi ve onu takip eden diğer iki atölyesi de içinde yazarlık kumaşı bulunan ama dokumaya nereden başlayacağını bilemeyenler için muazzam ufuklar açacaktır. 

Size göre bir yazarın eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?

Yapıtın başı sonu belli bir hikâye olması önemlidir. Birkaç güvenilir, edebi zevkine güvendiğimiz kişiye kitabımızı okutulmalı, onların yorumları ışığında metin düzeltilmeli, değiştirmeli. İnat etmek yerine esnek olmak, edebi zevkine güvenilen okurların yorumlarına kulak vermek iyidir. Yayınevine sunulacak metin yazım yanlışlarından, maddi hatalardan, düşük cümlelerden, tutarsızlıklardan arınmalı ve yayınevinin istediği formatta hazırlanmalıdır. Ancak bütün bunlardan daha önemli olan şey elimize alıp okuduğumuz kitabın bizim okumak isteyeceğimiz bir roman ya da öykü olmasıdır. Öncelikle okur olarak bizi tatmin etmelidir. Bunun için de son taslağa son nokta konduktan sonra, yayınevlerine sunulmadan önce yazarın bir ay, kırk gün o metinden uzaklaşmasını öneririm. Bir ay sonra o metnin yazarı değil de okuru gibi baştan sona okuyup bir kez daha elden geçirebilir. Sabır, yazarlığın en önemli meziyetidir. Sabır ve yazdığını silip, yeniden ve yeniden yazma cesareti. Ancak bu şekilde bizi mutlu edecek bir kitap yazılır.

Sevgili Defne Suman’a, değerli bilgi ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…

Röportaj: Duygu Değirmenci

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir