Nefes nefese girdi eve Burak. Yüzünde ter damlacıkları var. Koşmuş belli ki. ‘Anne ablam nerede?‘ Cevabı beklemeden koridorda bağırmaya başladı “Ablaaaaa!” Telaşla yerinden sıçradı Berna. Doktoru ilaçlarının dozunu artırdığından beri günün büyük bölümünü uykuda geçirir olmuştu. “N’oluyor ya, yine niye dellendi ki bu oğlan?” Paldır küldür girdi odaya kardeşi. “Abla, kalk kalk, kendini öldürecek.” Ne diyor bu çocuk? Ben o kâbuslardan birinin içindeyim herhalde yine, diye düşündü. Üç aydır, Berna baba evine döndüğünden beri, bu çatı altında ölüm, cenaze, mezar kelimeleri yasaklanmıştı. 

“Sizin mahalleye uğradım abla. Dönerken Mehmet’e bir ışığın dibinde rastladım. Sırtını elektrik direğine, bir ayağını rıhtımın parmaklıklarının betonuna dayamış, sigara içiyordu. Beni görmedi. Sattım diyordu, sattım. O da gitti. Sattım. Sarhoş sandım önce.” 

“Gidip konuşmadın mı?” 

“Gitmez miyim? Eğildim oturdum yanına. Biraz içki kokuyordu ama sarhoş değildi. Enişte, iyi misin? dedim. Sattım diyor başka bir şey demiyor. Sonra bunu uzattı bana. Çocukları çağırdım hemen. Onlara emanet ettim. Ablamı alıp geleyim, dedim. Oku, kendini öldürecek, abla kalk gidelim, kötü şeyler olacak.” 

Uzay’ım,  

Bugün de ölmedim. Bu kadar basit bir şeyi bile beceremiyorum. Oysa ne kadar kolay, her gün birileri ölüyor. Ben? Ben yaşıyormuş gibi yapmaya devam ediyorum. 

Her sabah yedide çalıyor saatin alarmı, işe git diyor bana. Öğlen yarım oluyor, bir şeyler atıştır. Akşam altı, işten çık, annene git, orda yemeğini ye, yoksa açlıktan ölürsün. Evindeki buzdolabı bomboş, unutma. Gece bir, çok içtin yine, bardan çık, eve git, sabah uyanamayacaksın. Kolumdaki sürekli konuşuyor benimle.  

Gece? Bir gece köprüden atlıyorum, ertesi gece tren altına yatıyorum, başka bir gece gazı açıyorum. Halit Ayarcı ve Ahmet Zamanî Efendi gelip kurtarıyorlar beni her seferinde. “Sen yoksun Ahmet Efendi, yoksun, bırak beni, bırak öleyim!” diye bağırıyorum, “Sen var mısın peki?” diyor. Hep aynı yerinde uyanıyorum rüyanın. Ben, var mıyım gerçekten?  

Ertesi gün? Yeni baştan. Uyan, işe git, eve gel, uyu.  Her gün birbirinin kopyası.  

Dedenin köstekli saatini sattım bugün biliyor musun? Bardakilere bira ısmarladım parasıyla. Evet, Uzay’ım, büyük büyük dedenin yadigârını beş- on bira parasına okuttum. Ben istemezdim ama doktor hanım “Uzaklaşın, size iyi gelmiyor” dedi. Verecek kimsem yoktu, sen yoktun. Ben de ne yapayım? Sattım. İçim sızladı verirken. Ah Ulan Mehmet, dedim kendime, geçmişin de gitti geleceğin de… Neyse!  

Senden sonra annen gitti, yok yok senin peşinden gelmedi merak etme. Beni terk etti sadece. Köstekliyle kaldık mı evde baş başa? Tıkır tıkır tıkır tıkır.  Ne çok severim o yelkovanın tıkırtısını aslında.  Diğerlerine benzemez, ne duvardaki gugukluya, ne annemin başucundaki iki ayaklıya, ne kolumdaki pahalıya.  

Büyüyecek, zımba gibi delikanlı olacaktın. Deden gibi, benim gibi avukat olacaktın. Mezuniyet hediyen olacaktı. Sen de sevecektin tıkırtısını. Beşiktaş maçlarına götürecektim seni, rakı içip dertleşecektik, suç ortaklığı yapacaktık. Gittin. Planda gitmen yoktu.  

Otuz beş yıllık ömrüm boyunca hep dinledim onları.  Bildim ki ‘Her şeyin bir zamanı vardır’ saatler bana fısıldar. Ölümün zamanı yokmuş. Sen gidince anladım. Planda gitmen yoktu. Planda o kaza yoktu. Planda sadece dört sene yaşaman yoktu. 

Köstekliyi çok beğendi antikacı, biliyor musun? Satmak istediğinize emin misiniz Beyefendi? Emanet alayım isterseniz dedi. “Uzatma ulan, zamanın emaneti mi olur? Uzay gitti, zaman bitti. Paramı ver, ben de yoluma gideyim.” 

Shares:
1 Comment
  • Tüly
    Tüly
    27 Şubat 2021 at 22:12

    👋👋🥺yazına fikrine sağlık

    Reply

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir