“Ataerkil sistemin en büyük hilelerinden biri bence kadını kadına düşman etmek. Kadının kadını yola getirme çabası. Oysa ancak kızkardeşlikle, yanyana durarak, birbirine dayanarak ayakta kalınır bu dünyada…”
Zeynep Hanım öncelikle Kırmızı Kalem’e verdiğiniz destek için teşekkür ederiz. Hoşgeldiniz. Sizi aslında ilk olarak Çılgın Bediş dizisinin Ayşegül’ü ve Kabuk çıkana kadar da başarılı bir tiyatrocu olarak tanıyorduk. Fakat Kabuk’la beraber çok kuvvetli bir kaleme sahip olduğunuzu gördük. Zeynep Kaçar’ın hayatında yazma yolculuğu nasıl başladı?
Okumayı oldum olası çok sevdim. Okumayı öğrendiğimden beri hep bir şeyler yazdım. Küçük hikayeler, çocukça şiirler, günlükler, mektuplar… Başından beri çok mucizevi olduğunu düşündüm kelimeler dünyasının. Kelimeler çok kuvvetli, onlar olmasaydı bugün böyle bir dünyada yaşıyor olmazdık. Anlam dille başlıyor.
Üniversite bitince bir tiyatro kurduk. Oynanmak üzere metin arayışına girdiğimizde sıkışıp kaldık. Feminist bakış açısıyla yazılmış çok az metin vardı ve telif ücreti gibi bir gerçekle karşılaşmıştık. Böylece oyun yazmaya başladım. Tabii hem eğitimini almıştım, hem de çok seviyordum oyun yazmayı, yine de dilediğimiz içerikte metin bulamamak ve telif ödeyememek asıl gerekçemizdi. Profesyonel yazarlığa da bu koşullarla başlamış oldum.
Kabuk’ta beni en çok etkileyen paragraf, “Sonra anne oldum ben. Canım yer değiştirdi usulca. Emzirdim. Büyüdü. Yürüdü. Öyle birden bire değil elbet ama bir baktım yürüdü. “Anne,” dedi başka bir gün. Ağladım. Anneydim anne olmasına ya o söyleyince anladım. Bir kahve yaptım kendime. Dedim ‘Kimse öldüremez beni bundan böyle.’ Ölümsüz oldum.” Kısmıydı. Tüm hikaye oldukça sarsıcı bir anlatıma sahip olmasına rağmen, burayı okuduktan sonra yutkunabilmek için bir süre kitabın kapağını kapayıp dışarıyı seyrettiğimi hatırlıyorum. Kabuk nasıl bir gözlemden, ne tür bir kurgu sürecinden, ilk hangi sahneden tetiklendi? O ilk satırı size yazdıran neydi?
Kabuk kadınlar arası tüm akrabalık biçimlerini anlatıyor. Benim için temel fikir ailemizin kaderimiz olduğuydu. Orada olup biten her şeyin izlerini taşıyoruz ömür boyu. Hep ailenin görünmez duvarlarına tosluyoruz. Çocuklukta yaşadığımız bir travma bir daha peşimizi bırakmaz, romanın ilk adımında bu cümle yer alıyordu kafamda. Kabuk’ta bir kere yaralanmış o tüm kadın karakterler ömürleri boyunca her saldırıya açık, açık bir yara gibi yaşamaya devam ediyorlar. Kurgu da bu ilişki biçimlerinin bir anlatım aracıydı.
Oyun yazarlığı ile roman yazarlığı arasında ne gibi farklar var?
Oyun yazarlığı dar bir alanda yapılan, matematik bir iş. Tek bir konu, çok iyi bir kurgu ve diyaloglardan ibaret. Romanın alanı ise çok geniş. Bir uçtan diğerine dağılma endişesi olmadan savrulabiliyorsunuz, iç dünyayı anlatmak konusunda çok daha geniş olanakları var. İstediğiniz gibi, istediğiniz süre boyunca, sonsuz bir açıklıkla tarif edebilirsiniz her şeyi. Çok daha özgür hissediyorum roman yazarken.
Kabuk oldukça grift yazılmış bir roman. Yazar olarak okuru bir bulmacanın içine atıyor ve sürüklüyor. Bu oyunu kasıtlı mı oynadınız yoksa yazdıktan sonra mı farkına vardınız?
Tabii ki yazmadan kafamda şekillenmiş bir kurguydu. Her anlamda kafamda tamdı Kabuk. Yazarken yolda yapabileceğimi sanmıyorum öyle karmaşık bir kurguyu. Seviyorum bulmacalı işleri.
Bu ülkede yaşayan kadınlar olarak hepimizin isyanının, sıkıntısının temelde aynı olduğunu düşünüyorum. Her konuda adaletsizlik… Kabuk’ta aslında kasıtlı olmasa bile feminist tarafıyla da insanı buran bir roman. Kadınlar olarak uğradığımız bunca haksızlığın kaynağında ne yatıyor sizce?
Ataerkil sistem elbette. Biz bir de Ortadoğulu olarak katmerlisini yaşıyoruz tüm erk şiddetinin.
‘Yalnız’ adlı romanınız şaşırtan bir konu ve anlatım diliyle başlıyor. Tüm roman boyunca Feray’ın aldığı kararları, tercih ettiklerini ve bunların bedellerini ödediğini görüyoruz. Fakat romanda annelikten, kan bağlarından daha çok dikkat çeken kız kardeşlik duygusu. Kız kardeşlik aynı zaman da kadın dayanışmasını da çok güçlendiren bir kavram. “Kadın kadının kurdudur.” sözleriyle donatılmış bir toplum olduğumuzdan, özellikle son yıllarda bu yanlış algıyı yıkabilmek için büyük bir çaba veriliyor. Sizin ‘Kız Kardeşlik’ kavramına bakışınız nedir?
Ataerkil sistemin en büyük hilelerinden biri bence kadını kadına düşman etmek. Kadının kadını yola getirme çabası. Oysa ancak kızkardeşlikle, yanyana durarak, birbirine dayanarak ayakta kalınır bu dünyada. Önce dilde başlayan, sürekli kendine hatırlatarak, sürekli kendini düzelterek ilerlediğin bir yol.
Feray’ın rock şarkıcısından tarikat şeyhinin karısına dönüşmesini okurken, aynı zamanda Yalnız’ın fantastik bir yapıya doğru kaymaya başladığını, quantum mekaniği hakkında bilgi sahibi olanların dikkatini çekecek bir çerçeveye büründüğü hissine kapıldım. Kurgunun bu dönüşümü planlı mıydı yoksa kendiliğinden mi gelişti?
Hiçbir kurgumu yolda oluşturmadım. Oyun yazmaktan gelen bir alışkanlık belki. Kurgu oyun yazarlığında çok önemlidir. O yoksa ortada bir oyun da yoktur. Bu alışkanlıkla roman yazarken de tüm kurguyu önceden kafamda tasarlamış oluyorum. Romana başlamadan önce aylarca kuantum mekaniği okudum yeniden. Romanın özü de fizik prensiplerine dayanıyor.
Romanda kadın karakterlerin bazılarının isimleri ellerinden alınıyor, değiştiriliyor. Fakat sonunda Feray kendi ismini geri almayı başarıyor. Burası Yalnız’da en çok dikkatimi çeken yerlerden biriydi. Bu bölüm kimliksizleştirilen kadınlara ve hatta “Kadının Adı Yok” romanıyla Duygu Asena’ya bir selam duruşu muydu?
Öyle bir selam aklıma gelmedi. Ama öyle gibiyse ne mutlu bana. Adlar biz insanlar için önemli. Bir sürü psikolojik araştırma var bu konuda. Masallar var. Bir insanın adını elinden almak çok yıkıcı geliyor bana. Değişen dünyayla birlikte adlar da değişiyor. Sonra Feray adını ancak savaşarak geri alabiliyor.
Kitaplarınızı okuyup, oyunlarınızı yazdığınız birkaç kitabı da inceleyince farkettim ki kıstırılmış hayatların hikayeleri var temelde. Bir durumun içine hapsolmuş ve nasıl çıkacağını bilemeyen karakterler, aynı zamanda bu durumların içine kendi tercihleriyle düşüyorlar. Neden özellikle bu temanın üzerinde duruyorsunuz? Zeynep Kaçar ve karakterleri bize ne anlatmak istiyor?
Ben de bunu düşünüyordum bu aralar. Oyunlarım nasılsa zaman içinde hep aynı yere varmış. Romanlara baktığımda da aynı kıstırılmışlık hikayesinin etrafında dolandığımı fark ettim. Hayat bu kadar sonsuzken, kendimizi bir yere yerleştiriyoruz, oradan çıkamayacağımıza emin olunca da buna hayat diyoruz. Öyle veya böyle aynı şeyi yapıyoruz hepimiz. Sanki başka bir seçeneğimiz yokmuş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Oysa hayat bizimle başlamadı, bizimle bitmeyecek. Biraz kendimizden bağımsız dünyaya, hayata, insana baktığımızda kendimize yaptığımız haksızlığı görebiliriz belki.
Pandemi süreci hepimizi maddi, manevi çok zor zamanlardan geçiriyor olsa da, sanat ve edebiyatla ilgilenen, gündelik koşturmalar yüzünden üretmeye zaman bulamayan insanlar için krizin fırsata dönüştüğü bir süreç oldu diyebilir miyiz? Bu süreçte edebiyat alanında bir farkındalık yaşandı mı sizce?
Genelde ne yaşandı bilemiyorum. Özelde, benim için pandemi hiçbir işime yaramadı açıkçası. Yazmak için zaman yaratma çabası, o iç mücadele hoşuma gidiyordu. Pandemide kilitlenip kaldım.
Yazı yazmak, yazarlık bir yetenek midir yoksa öğrenilebilir mi?
Bu sorunun cavabını da bilemiyorum. Yetenek tuhaf bir tanım. Hatta yanlış anlaşılan bir tanım. Bir konuya ilginiz vardır. Çocukluktan bu yana. Bakışınızı, çabanızı, zamanınızı o alana çevirirsiniz ve biraz da destek alabiliyorsanız uzmanlaşırsınız. Yazarlık da böyle. Bir zaman, çaba, ilgi yatırımı. Her meslekte olduğu gibi iyisi de olabilirsiniz, vasatı da. Bir konuyla hiç ilgilenmediğiniz halde bir gün birdenbire o konuyla ilgili ne kadar da yetenekli olduğunuzu keşfetmezsiniz. Ama bildiğim kesin bir şey var, iyi bir okur olmak yazmanın baş koşulu.
Yaratıcı Yazarlık Eğitmenliği ve Yazarlık alanlarında kariyer yapmak isteyenlere nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz?
Yaratıcı Yazarlık Eğitmenliği kısmını yine bilemeyeceğim. Yazarlık kısmıyla ilgili bir iki deneyimimi paylaşabilirim. Öncelikle tabii ki iyi bir okuyucu olmak. Sadece kurgu değil, her şeyi okumak, psikoloji, fizik, antropoloji vs. İnsana, hayata, evrene meraklı olmak diyebilirim özetle. Sonra öz disiplin. Kimse sizi zorlamıyor, para vermiyor, kışkırtmıyor. O masaya oturmak kendi sorumluluğunuzda. Ben yazdığım dönemlerde, bunu her gün aynı saat aralığında yapmaya çalışıyorum, erteleme hastalığına iyi geliyor. Yazmaktan çok işlevsiz olanı çöpe atabilmek de önemli. Bazı bölümler, cümleler o metnin bütününde işe yaramayabilir ya da yazdığımız metin tümüyle işe yaramaz olabilir. Gerektiğinde kendi emeğinize acımasız davranmayı becermek gerek. Bir de şu soruyu soruyorum hep. Yapacak daha iyi bir şeyim var mı? Bu oyunu, bu romanı yazmaktan daha iyi bir seçeneğim var mı hayatta? Genelde benim cevabım “yok”. Varsa diğerini yapmak sanırım daha mantıklı ve insani. Bir de yazdıklarıma şu gözle bakıyorum, ben bu romanı okumaktan mutlu olur muyum? Okumayı isteyeceğim bir roman mı yazdım? Bu soru önemli. Okuyucu ne ister, ne sever diye düşünmek ticari bir çaba ama ben ne okumayı isterim iyi bir soru.
Size göre, bir yazarın eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?
Yayınevini araştırmanızı kesinlikle tavsiye ederim. Telifler konusunda karanlık bir geçmişi var mı, sizin yazdığınız o yayınevinin yayın politikalarına uygun mu, yayınevinin politik tavrı sizin dünya görüşünüze uygun mu bilmeniz gerek.
Metninizi bitirdiğinizde iyi okuyucu olduğunu düşündüğünüz birkaç kişiye gönderip tepkilerini dikkate alın. Gözünüzden kaçmış bir şeyler çıkıyor genellikle. Bitmiş bir metin teslim edin. Yarım yamalak işlerle kimse ilgilenmez. Ayrıca yayınevinin kaç ayda size cevap vereceğini bilmeniz hakkınız. Bunu sorun. Bazı yayınevlerine gönderdiğiniz metinler sonsuzlukta kayboluyor. Üç ay süre verdiyse ve bir cevap alamadıysanız hemen başka bir yayınevine gönderin dosyanızı. Uzun bir süreç, yine de başkalarının insafına bırakılmayacak bir emek harcıyor insan bir roman dosyası oluştururken.
Sevgili Zeynep Kaçar’a değerli bilgi, fikir ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…
Röportaj: Duygu Değirmenci
Çok zevkle okudum