“Yetenek tek başına yetersizdir. Onu sivriltmeniz, keskin ve parıltılı hale getirmeniz gerekir. Aksi takdirde, kör baltayla ağaç kesmeye çalışırsınız…”
Güray merhaba, hoş geldin. Misafirimiz olmayı kabul ettiğin için teşekkür ederiz. Adını geçtiğimiz aylarda sıkça duyduk. Aynı yıl içinde hem Seyhan Livaneli Öykü Yarışması’nda hem de Dedektif Dergi‘nin düzenlediği Zehirli Kalem Öykü Yarışması’nda birincilik kazandın. Biraz seni tanıyarak başlayalım. Güray Işık kimdir? Ne yapar?
Merhaba Duygu, hoş buldum. Edebiyatla alakasını saymazsak -ki bu da bir fevkaladelik sayılmaz bence- herkes gibi ve herkes kadar sıradan meşguliyetler içinde biridir. ‘Kimdir, ne yapar?’ sorusuna daha spesifik, daha ayırt edici yanıtlar vermeme mâni olacak denli ortalama bir hayatın içindeyim.
Güray Işık için Yazma yolculuğu ne zaman ve nasıl başladı?
Aslında yolculuğa çıkmak gibi bir düşüncesi yoktu. Hele ki edebiyat gibi zorlu bir yolun, üstelik amatör heveslerle çıkılacak bir yolculuğun muhtemel zorluklarını az çok tahmin ettiğinden olsa gerek, edebi bir maceraya atılacak kuvvet ve kararlılıktan yoksundu. Onun gibi insanlar, hayatı boyunca karma veya talihin bir noktada dönmesi gibi kendi dışında gelişecek olaylara gereksinim duyarlar. Aksi takdirde bir yetenekleri varsa bile -burada bazı şüphelerim var- o yetenek uykuya geçer ve inanın bana, uyanmak için makul ve geçerli bir sebebi yoksa, sonsuza dek uyuyabilir. Bu bağlamda bilinçli ve planlı bir yolculuktan söz edemeyiz. Bir kapı aralandı ve o, kapıdan içeri girdi.
Arka arkaya iki öykü ödülü kazandın. Dev Masalı ve Tavşan Avı öyküleriyle Seyhan Livaneli Öykü Yarışmasında ve Dedektif Dergi‘nin düzenlediği polisiye öykü yarışmasında Elanor’un Kırmızı Beresi adlı öykünle birincilik… Nasıl ilerledi bu süreçler?
Az evvel değindiğim gibi tüm bunlar plansız, doğaçlama ilerleyen süreçlerdi. Bir sonuç veya başarı hedefi güdülmeden, hayatınız boyunca size eşlik eden ve varlığından pek de emin olamadığınız o yazma arzusu, gitgide acıkan arsız bir çocuk gibi ruhunuzu sıkıştırdıkça, bu açlığı dindirmek için, somut bir netice bile elde edeceğiniz kesin görünmeyen işlere şuursuzca dalabiliyorsunuz. Yarışmalara katılma kararı biraz da böyle bir hareket noktasından ilham aldı. Sonrasında elde edilen başarılar ise şüphesiz çok kıymetli ve özel. ‘Güzel ve unutulmaz birer hatıra yarattı,’ diyecek kadar melankolik değilim. Ama bir evvelki soruda bahsettiğiniz o yolculuk şu an sürmekteyse şayet, bu iki önemli yarışma da o yolculuk için birer bilet, hatta omuzlarımda gururla taşıyacağım birer apolet sayılır.
Polisiye kendi dinamikleri olan zor bir tür ve bu tür içerisinde başarılı örnekler vermek pek kolay olmuyor. Sence öykünle birincilik almanı sağlayan neydi? Jüri ve okurları ne etkiledi?
O öyküyü jürinin nazarında özel ve nitelikli kılan tılsım neydi, inanın ben de pek kestiremiyorum. Bu soru daha evvel çeşitli yazılı mülakatlar vesilesiyle soruldu. Ben de çok çeşitli yanıtlar verdim. Fakat bu yanıtların hiçbiri beni yeter ölçüde tatmin etmedi. Sanırım en doğru ve isabetli yanıtını size veriyorum: Bilmiyorum.
Yakın zamanlarda iki ayrı yarışmadan da ödülle çıkmak, yazar olmak isteyen veya bu yolda ilerleyen pek çok kişinin hayali. Kitap sürecinde bu durum sende bir stres ya da baskıya sebep oldu mu? Bu ödüller seni nasıl etkiledi?
Yazmayı kendi yarattığım uyduruk karakterle -rutin dışı- bir nevi grup terapisi gibi gördüğümden, yazarken strese girdiğim çok nadirdir. Aksine, ekseri muğlak bir rahatlama hissederim. Şayet ısmarlama bir eser yazmak durumundaysam, işte o zaman strese girerim; ancak ısmarlama eseri dahi anlamlı ve eğlenceli kılacak bir şeyler bulmaya çalışırım. Sevmediğim işlerle meşgul olmak beni daha çok strese sokar. Ödüller, asla tam manasıyla emin olamadığım bir yeteneğin başkaca (ve tabii ki ehil) gözlerce fark edilip, istikamet almasını sağladı. O kazanımlardan sonra, ‘o kadar da belirsiz değilmiş,’ dediğimi anımsıyorum.
Polisiyenin yapısını biraz daha esnetmek ve zenginleştirmek mümkün mü? Bol kanlı bir cinayet ve usta bir dedektif sarmalından, artık klişe olmaya başlayan bu çerçeveden nasıl çıkmalı?
Tam da bu itkiyle (daha doğrusu soruyla) mutlak doğru addedilen bazı Polisiye kalıplarının dışında bir öykü yazmayı tercih ettim. Aşina olduğumuz Polisiye edebiyat tufanı, son derece eğlenceli ve kolay tüketilebilir bir şey olsa da, günümüzde bu hızlı atıştırmalıkların sayısındaki inanılmaz artış, nitelikli işlerin ortaya çıkmasını, çıksa dahi bu kalabalık içinde hızla gözden kaybolmasını sağlıyor. Dolaysıyla kalite anlayışı ve çıtası hızla bilinç üstü düzeye, yani edebiyatın en sığ kısmına doğru kayıyor. Derinlik algısındaki azalma, yazıda yüzeysellik, öngörülebilir hikayeler, klişe hadiseler; bir manada slasher diye tabir edilen -ortalama seyirciye hitap eden- korku filmlerindeki o bayağı jumpscare sahneleri gibi sırtını bolca kana, cinayete, dedektiflere veya bunlara benzer -belki binlerce kez kullanılmış- sıradan temalara dayıyor. Bu çok ciddi bir sorun olmakla birlikte, okuyucu alışkanlıkları bu yöne kaydırıldığı için yenilikçi ve nitelikli işlerin kabul görmesi, günümüz popüler koşullarında pek olası değil. Dolasıyla bir çıkış yolu varsa bile, kimse buna yanaşmak istemeyecektir. Zira bu alanda eser verenler de kendi işlerini zora sokmak istemezler şüphesiz. Alelade ve satış garantisi olan bir eser vermek dururken, neden zihnini zorlayarak bu dar alandan kaçış yolu arasın?
2021’in Eylül ayında, Edebiyatist Yayınevi’nden çıkan Kaygınların Küçük Meydanı adlı kitabın, her öykünün içinde diğer öykülerden kahramanların dolaştığı keyifli bir çalışma olmuş. Bir öyküde figüran olan karakter, diğer öyküde karşımıza başrol olarak, kendi hikayesiyle çıkıyor. Okur, başka bir öyküye geçtim zannederken tanıdık biriyle karşılaşmış gibi hissediyor. Bu da okurla kitap arasında başka bir bağın kurulmasına sebep oluyor. Bu projeyi oluştururken nasıl bir yol izledin? Kimlerle çalıştın?
Özel bir yol, bir metoda bağlı kalmadım. Elimde önceden prova edilmiş bir şablon, doğruluğu ispatlanmış formüller, uyulması gereken bir plan yahut adım adım kurgulanmış bir şema yoktu. Yalnızca anlatmak istediklerim vardı. Bunları hikâye kalıplarına uygun biçimde, genel edebiyat kaidelerine bağlı kalarak yazdım.
Kitabın editörü (kıymetli büyüğüm, yazar ve eleştirmen) Zafer Köse’ydi. Onun dışında kimseyle çalışmadım. Zafer Hoca bakan değil, gören gözlerden biri. Bu itibarla, bir esere (editör dokunuşları, gözlemi, tavsiyeleri) hariç birden fazla gözün müdahil olmasını pek sağlıklı bulmam. Her bakış beraberinde kendi edebiyat anlayışını ve yaklaşımlarını getirdiği için, ham bir taslağın çok fazla mıncıklanması, yazarın tahayyül ettiği evreni ve o evrenin dinamiklerini bozabilir. Bu yüzden işinin ehli bir editöre güvenmek dışında, bu eser kıymetli bir yalnızlığın ürünüdür.
Okumayanlar için Kaygıların Küçük Meydanı hakkında için bize kısaca bilgi verir misin?
Kendi kitabım hakkında bilgi vermek, tanıtmak bana pek doğru gelmiyor. Şimdi kalkıp ‘bu kitabı okuyan herkes kendisinden bir şeyler bulacak,’ desem, emin olun bu klişe tavsiyeye uyarak alıp okuyacak 5-10 kişiden -belki de yalnızca bir ya da ikisi- “Evet, kendimden bir şeyler buldum,” diyebilir. Zira Kaygıların Küçük Meydanı özünde, herkesin baktığı tarafın tersi istikametine bakan -bakmaya çalışan- küçürek bir öykü kitabı. En fazla şunu söyleyebilirim: Edebiyat anlayışları benimkiyle kesişiyorsa, yani meselesi ‘insan’ olanlar, göz atsınlar.
Pandemi süreci hepimizi maddi, manevi çok zor zamanlardan geçiriyor olsa da sanat ve edebiyatla ilgilenen, gündelik koşturmalar yüzünden üretmeye zaman bulamayan insanlar için krizin fırsata dönüştüğü bir süreç oldu diyebilir miyiz? Bu süreçte edebiyat alanında bir farkındalık yaşandı mı sence?
Pandeminin hayatın hiçbir alanında farkındalık yarattığını sanmıyorum. Yıllardır bahsedilen ‘aydınlanma çağı, Kova çağı, farkındalık çağı, kolektif bilinç düzeyinde artış, kimi okült öğretilere atfedilen büyük değişimler, dönüşümler…’ yani salgın dönemi bu gösterişli değişimlerin hiçbirine önayak olmadı. Cehalet hız kesmeden, son sürat ve istikrarlı bir şekilde yoluna devam ediyor. Bu Veba döneminden de böyleydi, şimdi de böyle.
Bu krizi fırsata çevirenler olsa olsa ticari işletmelerdir. Onun dışında, dijitalde kitap satışlarının artması, mağaza satışlarının önemli ölçüde azalması ve bu ‘durma ve eylemsizlik’ döneminde, yazmaya heves eden insanların sayısındaki öngörülemeyen artışa bağlı olarak, parayla kitap basan yayınevlerinin piyasaya bir yığın (parayla basılmış) yeni kitap pompalaması…
Sonuç: yalnızca yüzde 0,1’lik kitap okuma oranına sahip bir ülkenin edebiyatına yüzlerce yeni yazar ve kitabın katılması. Olan bu.
Bir hikâyeyi anlatmaya başlarken, öncesinde onunla ilgili bir hazırlık aşamasına giriyor musun? Plan, proje yaparak mı masanın başına oturuyorsun, yoksa öykü kafanda hazır hale geldikten sonra inisiyatifi kaleme mi bırakıyorsun?
Belirli bir plan yapmıyorum; ancak öykünün geçtiği mekanlar, dönem ve koşulları iyice anlamak maksadıyla (çoğunlukla yoğunlaştırılmış okumaya dayalı) bir ön çalışma yaparak, ‘bilmediğim bir konu hakkında ahkam kesmek,’ hatasına düşmemeye çalışıyorum. Sizin de dediğiniz gibi, ön çalışmanın tamamlanmasını takiben, gerisini kaleme bırakıyorum.
Yazı yazmak, yazarlık bir yetenek midir yoksa öğrenilebilir mi?
Yazmak öğrenilebilir bi eylemdir, ancak yeteneğin ışıldamadığı bir eser soğuk, yavan ve tatsız görünecektir. Bu ‘yetenek’ mefhumu ‘Herkes şarkı söyleyebilir mi?’ sorusuyla kardeş gibidir. Evet, söyleyebilir; ama sesi yalnızca duştayken (akustiğe bağlı belirli bir ahenk kazancı olması hasebiyle) dinlenesi olan birinin, bu amatör cesaretle eline mikrofon alması lüzumsuz bir özgüvenden başka bir şey değildir. Gelgelelim yetenek de tek başına yetersizdir. Onu sivriltmeniz, keskin ve parıltılı hale getirmeniz gerekir. Aksi takdirde, kör baltayla ağaç kesmeye çalışırsınız. Yeteneğin ölçütü, fark edilirliği ise, apayrı ve çok uzun bir konu bence.
Yaratıcı Yazarlık Eğitmenliği ve Yazarlık alanlarında kariyer yapmak isteyenlere nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersin?
Öncelikle bilmedikleri konunun alimliğine soyunmasınlar derim. Bir kişinin, herhangi bir konuda eğitmen olması ve amatörlere ilham verip rehberlik etmesi için, o alanda çok ciddi ve başarılı bir kariyere sahip olması (yerine göre bu konunun akademik tarafında kabul görmüş eserlere imza atması) icap eder kanaatindeyim. Misal Zafer Köse’nin veya Hakan Akdoğan’nın yahut Jale Sancak’ın, Barış İnce’nin, Murat Gülsoy’un (örnekler çoğaltılabilir) … yazarlık eğitimi vermeleri son derece doğal ve isabetlidir. Ama ben veya benim gibi, henüz ilk kitabının mürekkebi kurumamış kişiler bu işe soyunmak yerine, evvela edebiyat alanında okuyucunun ve eleştirmenlerin takdiri kazanmış eserler vermelidir. Yani kişi önce yetkinliğini ispat etmekle mükelleftir. Bizim gibiler ancak tavsiye verebiliriz. Ama eğitim veremeyiz. En azından şimdilik veremeyiz.
Bunun aksini yapanlar yok mu? Elbette var. Adını kimsenin işitmediği, parayla kitabını bastırmış, ortada tek bir akademik veya somut başarısı bulunmayan kimi yazarların (!) ‘yazarlık eğitimi’ verdiklerine şahit oluyoruz. Açık konuşmak gerekirse, bu örnekten hareketle, memleketteki edebiyat anlayışının geldiği hazin sonucu görebilirsiniz.
Konuyu örneklendirmek gerekirse, Zafer Hocayla birlikte yürüttüğümüz Büyüteç adında bir atölyemiz var. Benim atölyedeki misyonum moderasyonla sınırlı; yani işin teknik kısımlarıyla ilgileniyorum: Web sitesi, tasarım, sosyal medya yönetimi, online organizasyon, yazışmalar ve toplantı koordinasyonu vs. Bu atölyede edindiğim deneyimlerden hareketle şunu söyleyebilirim ki, yetenek vücudumuzda dağınık ve biçimsiz şekilde duran yağ kütleleri gibi. Nasıl ki bu kütleleri kas haline getirmek için spor salonlarına gidip eğitmenlerin tavsiyeleri ışığında disiplinli bir çalışma sürecine giriyorsak, yazarlık eğitimi de yeteneğe bir istikamet ataması ve o dağınık kütleleri çalışan, düzgün yapılar haline çevirip biçim vermesi açısından önemli.
Sence bir yazarın eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?
Her şeye…
Öncelikle elinde güvendiği ve inandığı bir taslak olduğunu varsayarsak (zaten inanmadığı ve emin olmadığı bir taslak yoksa yola çıkmasın), bunu hangi yayınevine teslim etmesi gerektiğine karar vermeli. Yanlış ellere teslim edilen bir eser -ne ölçüde başarılı ve nitelikli olursa olsun- yok olup gider. Sözgelimi yüzyıla damgasını vuracak -çok abartılı bir tanım oldu, farkındayım- bir taslağı götürüp edebi değil ticari kaygıları ön planda olan, merdiven altı, teknik ve idari kısmı yetersiz, dijitalde (sosyal mecralardaki organizasyon kabiliyeti) zayıf… nasıl tanımlarsanız tanımlayın, sonuç itibariyle ‘vasat’ bir yayıncıya teslim edersiniz, o eser, az evvel saydığım alanlarda nispeten daha başarılı yayıncıların (belki de daha niteliksiz) eserlerine yenik düşüp kaybolacaktır. Bu yüzden işini ciddiye alan, yazarlarına eşit mesafede kalabilen, yayıncılık alanından belirli bir isim yapmış yayıncıların kapısını çalsınlar.
İkincisi, taslağı yayıncıya sunmadan önce (ehil biri tarafından) editoryal çalışmadan geçtiğine emin olsunlar. Redaksiyon önemsiz bir konu gözükse de yayınevleri özelinde en hızlı eleme ve dikkate alma ya da almama kriteridir. Editöryal çalışmanın kurgu açısından değerlendirme, anlam bütünlüğü, hikâyenin meselesi, çatışma, derinlik vb. gibi konuları içermesi gerektiğini söylememe lüzum yok sanırım.
Ve son olarak gerçek ve hissedilir manada, yani her yönüyle buram buram edebiyat tüten bir taslağa sahip olup olmadıklarını kendilerine bir kez daha sorsunlar. Aksi durumda bunca çaba, zamanın böylesine hoyratça savrulması, kısaca verilen bunca emek, bunca değer ikinci hamur kâğıttan yığınlar arasına katılıp, bir israf yığını arasında kaybolacaktır.
Unutmadan, Kırmızı Kalem’e uzun soluklu ve başarılı bir yolculuk dilerim. Umarım edebiyat alanında ‘nitelikli ve kaliteli’ işler yapmaktan hiç vazgeçmezler.
Sevgili Güray Işık’a, değerli bilgi, fikir ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle, nice ödüllere…
Röportaj: Duygu Değirmenci