“Çekiiil. Çekiliiiiiin. İmdaaaat!”

“Dur teyzecim. Dur sakin ol. Bayıldın, bir şey yok. Sakin.”

“Niye? Ne oldu bana? Sen kimsin be? Ay çekiiil.”

“Teyze dursana, kanıyor hay Allah.”

“Kim kanıyor? Ne kanıyor?”

“Teyze kaşın kanıyor bir sakin olsan halledeceğim. Mehmet, tentürdiyot, pamuk falan var mı?”

Elif, siyah kıvırcık saçları, belli ki yeni yeni uzatmaya başladığı sakalları ve muzip, ışıl ışıl bakan gözleriyle, daha ilk görüşte içinin ısındığı bu delikanlının kendisine pansuman yapmasına müsaade etti. Merak ve korkuyla karşısındaki kalabalığı izledi. Kendine kızdı. “Hepsi gencecik çocuklar. Ah Elif ne işin var senin burada? Koskoca kadınsın.”

“Dur evladım, dur kalkayım.”

“Bir dakika teyzecim. Tamam bitti. Hemen kalkma, şu suyu iç önce.”

Titreyen elleriyle uzandığı su şişesini bir dikişte bitirdi Elif. Kafasının içindeki sisli hal yavaş yavaş düzeliyordu. İlk ayıldığında oldukça paniklemiş olsa da etrafında yardım etmek için çırpınan insanları görünce sakinleşti.

O gün her zamanki gibi evde, fırından çıkardığı börekleri borcama koymuş ılımasını beklerken izlediği haber kanalı, iki kilometre ötesinde yaşananları gösterince dayanamamış, sıcak börekleri alüminyum folyoya sarmaya başlamıştı. Çocuklara götürecekti. “Yiyecek sıkıntısı çekiyoruz.” diyordu pembe saçlı bir kız.

Börekleri sardığı sırada bir an vazgeçmeyi düşündü fakat televizyon, Beşiktaş Akaretler’de, polis çemberinde kalan gençleri kurtarmak isteyen insanların balkonlardan aşağıya sandalyelerini attığını, apartmanların alt kapılarını açıp çocukları içeri alarak korumaya çalıştıklarını gösterince yüreği çırpındı. Bir şey yapmak istedi. Bu sefer çorbada tuzu olacaktı. Yetmişli yılların sonuna doğru, sağ-sol çatışmaları sokağa dökülünce, etliye, sütlüye karışmaması için Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kazandığı halde babasının onu okula göndermediği, eve kapattığı günler geldi aklına. Hırslandı. Arkadaşlarının yanında olamadığı için ağladığı zamanları hatırladı. Hızlıca paketledi börekleri. Başına eşarbını bağladı. Çantasını koluna takıp evden çıktı. Polisin olduğu caddeden ve kapattığı yollardan gitmedi. Ara sokaklardan dolaştı. Kabataş metro istasyonundan, Taksim meydanına bağlanıp Gezi Parkına ulaştı. Parkın merdivenlerini tırmandığı sırada tedirginliği arttı. Durdu. Etrafına bakındı. Kalbinin atışını dinledi. Kalabalık. Çok kalabalık bir genç ordusu. Herkes bir köşe başında. Kimisi sandviç, kimisi simit dağıtıyor, kimisi kitap okuyor, kimisi fazla maskeleri elden ele dolaştırıyordu. Her yerde afişler, ihtiyaç listeleri asılıydı. Bir protestoya değilde, karnavala gelmiş gibi hissetti. Çimlere yayılmış, gülen, sohbet eden, sırt sırta vermiş çekirdek çitleyen gençler. Ağaçlara bağlanmış rengarenk kurdeleler. Şarkı söyleyenler, onlara alkış tutanlar. Bacaklarının ağrıdığını hissederek eğilmişti ki biri koluna girdi. Korkuyla kafasını çevirdiğinde gözlüklü, kestane rengi saçlarını tepeden toplamış bir kız ile karşılaştı. Kız gülümsüyordu. “Yoruldun mu teyzecim?”

“Yoruldum ya çocuğum. Börek getirmiştim size ama daha fazla merdiven çıkacak gücüm kalmadı.”

Gülümsemişti kız. “Biz hemen şurada, sinema perdesinin orada oturuyoruz. Tutun koluma beraber gidelim istersen,” demişti. Elif, elindeki boş su şişesini karşısındaki delikanlıya uzatırken gözü koluna giren kızı aradı ama bulamadı. Hissettiği kaygı hali ve kalp çarpıntısı, etrafını saran bu endişeli gözlerden sonra yerini rahatlamaya bırakmıştı. Gülümsemeye çalıştı. Sol elmacık kemiği ağrıyordu.

“Sağol evladım.” dedi, “Adın ne senin?”

“İsmail teyzecim. Öğrenciyiz biz Yıldız Teknik’te. Bu da arkadaşım Mehmet,”

“Sağ olun çocuklar, çok sağ olun. Ne oldu bana böyle? Ayy başım, boğazım ne fena. Kalkamıyorum da görüyor musun?”

Kalabalığın arasından kalın bir kadın sesi yükseldi,

“Gaz attılar abla. Biz apandisitimize kadar biber dolduğumuz için işlemiyor herhalde. İyi misin? Kalkabilecek misin?” 

“İyiyim iyiyim, amaaan, kaçamadım demek. Nasıl oldu?” 

“Açık hava sinemasını kurdukları yerde oturuyorduk abla hatırlıyor musun?”

“Oraları hatırlıyorum” 

“Tepemizde bir helikopter uçmaya başladı. Hepimiz panikle kaçıştık. Sen galiba o kargaşada düştün. İsim neydi?”

“Elif.”

“Elif abla, üstüne basmışlar senin.”

“Üstüme mi basmışlar?”

“Evet. Yanağındaki ayakkabı izine bakılırsa baya üstünden geçmişler.”

Etraftaki gençlerden kıkırdama sesleri geliyordu. Açıklamayı yapan kadın aradan sıyrıldı. Çantasından çıkardığı aynayı Elif’e doğru uzattı. Elif elini zonklayan yanağına bastırdı. Açılmış kaşını, yüzündeki ayak izini, dağılıp tel tel olmuş saçlarını görünce çığlığı basıverdi.

“Aaaaa! Ay vallahi üzerime basmışlar. Ay hale bak, her yerim ayakkabı izi. Ne biçim insan ayol bunlar, düşenin üzerinden geçilir mi?”

Kıkırdamalar gülüşmeye döndü. “Ne gülüyorsunuz yahu?” dedi Elif, “Koskoca kadınım ben, televizyonda sizi izlerken yüreğim razı olmadı. Böreklerimi kaptığım gibi geldim. Düştüğüm hale bak.” 

“Yok ablacığım sana gülmedik biz ya,” dedi Mehmet. Omuzuna şefkatle dokunan Mehmet’e küskün küskün baktı Elif. O sıra kalabalığı arasından orta yaşlı bir adam çıkageldi. Mehmet ve İsmail’e yaklaştı. Tüm yüzünü kaplayan gaz maskesinin arkasından boğuk bir sesle İsmail’e dönüp “Ne oluyor?” diye sordu. 

“Elif Teyze bize börek yapıp getirmişti,” dedi İsmail. “Ama yine gaz attıkları için o kargaşada biraz hırpalandı Zülfü abi.” “Anladım,” der gibi kafasını salladı Zülfü Bey.  “Sizi kaldıralım hanımefendi,” dedi. “Çok açık bu alan, her an yeniden bir kargaşa olabilir.”

Üzerindeki ayak izlerini silmeye çalışırken. “Ben kalkarım beyefendi. Teşekkürler,” dedi Elif. “Kaç yaşında insanlarız şu düştüğümüz hale bakın. İnsanın devleti, kendi vatandaşına bunu reva görüyorsa demek.”

“Öyle. Öyle. Haklısınız. Çok yazık. Biraz acele edin çocuklar hadi. Siz iyi misiniz hanımefendi? Yürüyebilecek misiniz?”

“İyiyim, teşekkürler. Yardım istersem söylerim. Sağolun.”

Elif, dirseğiyle İsmail’i dürtükledi. “Bana mı asılıyor bu?”

“Yok be Elif Teyze, yardım etmek istedi adamcağız.”

“Dul kadınız diye, hayret bir şey.”

“Nereden bilsin adam senin dul olduğunu teyzecim ya.”

“Aman, tamam.”

“Elif Teyze,”

“Söyle evladım,”

“En çok neye üzüldüm biliyor musun?”

“Neye?”

“Senin börekler elden ele dolaşırken tam bana gelmişti. Neli yapmıştın?”

“Üzüldüm bak şimdi. Yarın yapar yine getiririm ben sana.”

“Ama neli yapmıştın?”

“Ispanaklı yapmıştım.”

“Deme.”

“Valla.”

“Gitti güzelim börekler.”

Güldü Elif. İsmail’in koluna dokundu. Saçını topladı. Üstünü düzeltti. Gözü biraz önce ona ayna veren kadına takılmıştı. Uzun boylu, geniş omuzlu, futbolcuyu andıran kaslı bacakları, abartı makyajı ve kalçasına kadar inen takma sarı saçları ile bu kadın, kadın da değildi galiba. Merakına yenik düştü,

“İsmail, evladım, bu kadın mı?”

“Yok Elif Teyze, Jale trans birey.”

“Kim birey? Amaaann…”

“Ooo Zülfü Bey, buralarda mısın sen hala? Sonunda buldun mu yaşına yakın birini?” Abartı bir neşeyle yanına yaklaşan Jale’yi, “Ayıp ediyorsun ama Jaleciğim. Hadi artık uzaklaşalım şuradan. Yardım etmek istedim sadece,” diyerek kibarca savuşturdu Zülfü Bey.

“Takılıyorum be Zülfü Beyciğim, şu maskeyi de ara sıra çıkart, yara olacak bak suratın.”

“Çıkartırız. Çıkartırız. Şu açık alandan çıkalım önce.”

Jale, sarı saçlarının arasında pembeye boyanmış tutamla oynarken muzipçe Elif’e doğru bakıyordu. Ağır, pis kokulu bir sis bulutu sardı her yanı. Göz gözü görmez oldu. Dört bir yandan gelen çığlık ve hırıltılar yerini öğürtülere bırakıyordu. Kalabalığın yeniden bastıran bir gaz bombardımanına daha dayanacak hali kalmamıştı. Elif, İsmail’in kolunu sıktı. Nefes almaya çalıştı. İsmail de ondan farksız değildi. Boğulmak üzereydiler. Mehmet kusmaya başlamıştı. Jale “Ne oluyor lan yineee” diye bağırırken tıkanıp dizlerinin üzerine çöktü.

Zülfü bey, bir koluna Elif’i, diğer koluna Mehmet’i aldı. İsmail ve Jale’nin tişörtlerinin yakasından tuttu. Hepsini hızla yolun karşısındaki otelin lobisine soktu. Vücutları, karşıya geçtikleri sırada tomanın üzerlerine sıktığı tazyikli su yüzünden cayır cayır yanıyordu. Otelin içinde bulunan iki genç kız ellerinde su dolu şişeler ve ilk yardım çantalarıyla yanlarına koştular. Biri, yanma hissinden kurtulmaları için şişeleri çalkalayıp vücutlarının açıkta kalan bölgelerine sıkmaya başladı. Diğeri, nefes alabilmeleri için oksijen desteği verdi. Bir süre sonra herkesin gözü açılmıştı. Güçlükle de olsa konuşmaya, ayaklanmaya başladılar. 

Elif, duvara yaslanmış, yere çökmüş nefes almaya çalışan gençleri, ter içindeki korku dolu suratlarını, ağızlarına burunlarına dolan gaz yüzünden su içtikleri an çektikleri acıyı ve yardım etmek için çırpınan insanları izledi. O güne dek tek bir televizyon kanalının dakika dakika yayınladığı bu ayaklanmayı sanki dizi izlermiş gibi takip ettiğini farketti. İzlediği vahşetin gerçekliğiyle yüzleşmek onu sarsmıştı. Bir film sahnesi olamayacak kadar zulüm ve acı doluydu. “Olacak iş değil,” diye söylendi kendi kendine. “İnsan insana bunu nasıl yapar? Bu nasıl bir kalp kararması?” Tansiyonunu ölçen genç kız, “Efendim teyzecim,” diyerek kafasını kaldırdı. Göz göze geldiler. Elif, ağlamamak için yutkundu.

“Allah razı olsun, diyorum kızım,” dedi.  “Allah hepinizden razı olsun…”

“Buradasın ya, senden de razı olsun teyzeciğim. İyi misin? Hepiniz iyi misiniz?”

“İyiyiz, iyiyiz. O neydi öyle ya?” diye söze karıştı İsmail. “Bugüne kadar attıklarından kaçabiliyorduk en azından ama bu başka bir şeydi, öleceğimi sandım.”

“Bu sefer attıkları portakal gazıydı. Böcek ilacı olarak da kullanılır, o yüzden fenalaştınız, etkileri biraz sürebilir.”

Mehmet, çocuksu bir gücenmişlikle, “Demek böcekten farkımız yok bunların gözünde öyle mi? Vay be,” diye mırıldandı. 

İsmail öfkeliydi. Yanındaki su şişesini kafasına dikerken söylenmeye devam etti, “On beş gündür yürüyen Çernobil’e döndük. Tam “alıştık” diyoruz, başka bir şey çıkartıyorlar. Bunca insan, bu muameleyi hakedecek ne yapmış olabilir?” 

“Bak işte onu ben de çözemedim evladım,” dedi Elif. “Ama tarih bugünleri yazacak. Sizi, hepinizi, nasıl dik durduğunuzu yazacak. Sen hiç merak etme.” 

İsmail, o güne kadar vücudunda gezinen adrenalinden değil ağlamaya, korkmaya bile fırsat bulamamıştı. Göğsünden boğazına doğru hızla yükselen his, gözlerinin dolmasına sebep oldu. Kolunu Elif’in omuzuna attı.  “Öyle mi diyorsun Elif Teyze? Yazacaklar mı bizi?” 

“Öyle diyorum ya, “Türkiye tarihinin en onurlu ayaklanmalarından birini bu gençler yaptı.” yazacak. Sayenizde ben de bunun bir parçasıyım bak.”  Göz göze geldiler. Elif, İsmail’in tertemiz bakan yüzünü sevdi. Düşen bir damla göz yaşını sildi. Ağlamamak için kafasını çevirdi ve kendi kendine mırıldandı. 

“Allahım sen bu çocukları koru yarabbim.”

Gazdan kaskatı olup birbirine dolanmış saçlarını düzelten Jale, “Valla Zülfü Beyciğim olmasa oracıkta ölmüştük ha! Süpermen mübarek.” diyerek sırıtınca, İsmail gülümsedi. Jale, gamsız ve komik tavırlarıyla etrafı saran ağır havayı dağıtmasa Elif’le sarılıp ağlaşacaklardı. “Doğru bir laf ettin sonunda. Adama teşekkür bile edemedik,” dedi Elif. Jale gülerek omuzlarını silkip, saçlarıyla oynamaya devam etti. Zülfü Bey telefon konuşmasını bitirmişti. Lobideki topluluğa döndü. Askerlerine seslenen bir komutan edasıyla, parktan geçip Taksim meydanına gideceklerini, herkesin maskesini takmasını, kimsenin kimseyi bırakmaması gerektiğini anlatan bir konuşma yaptı. Birlikte hareket etmeli ve asla ayrılmamalıydılar. Çıkan kaostan sonra arkadaş gruplarını kaybetmiş olan onca insan, birbirinden güç bulabilmek için hızlıca toparlandı, kol kola girdi ve Zülfü Bey’in önderliğinde otelden ayrıldı. 

İsmail’in soğuk kanlılığı, Jale’nin vurdumduymazlığı ve Mehmet’in temkinli duruşu, bir yandan birbirlerini kollarken bir yandan şakalaşmaları Elif’i rahatlatmıştı. Elif ile Zülfü Bey, bugüne kadar apolitiklikleri yüzünden küçümsedikleri yeni nesil ile içten içe gurur duyuyordu.

Aynı dakikalarda arka saflardan bir uğultu yükselmeye başladı. Uğultu slogana dönüştü. Slogan, Taksim meydanına ulaşmaya çalışan binlerce kişiye dalga dalga yayıldı… Yayıldı… Büyüdü ve tüm şehri kapladı. Elif artık kendinden geçmiş, coşkuyla, avazı çıktığı kadar haykırıyordu. 

“Sık bakalım! Sık bakalım! Biber gazı sık bakalım!

Kaskını çıkar, copunu bırak, delikanlı kim bakalım!”

İsmail, Mehmet ve Jale, gülerek Elif’i izliyor, sloganı alkışlar ve ıslıklarla destekliyorlardı.

Taksim Meydanı’na vardıklarında herkesi şaşkınlığa uğratan bir organizasyon ile karşılaştılar. Meydanın ortasına küçük çapta bir konser sahnesi kurulmuş. Işıklandırmalar hazırlanmış. Piyanist Davide Mortello resitale başlamıştı. Zülfü Bey’in önderlik ettiği grup piyaniste yaklaşınca Davide Mortello ayağa kalkarak yanlarına geldi. Zülfü Bey ile tokalaştı. Elindeki mikrofonu ona uzatarak tekrar yerine geçti.

İsmail ve Mehmet şaşkınlıkla birbirlerine baktı. Jale’nin ağzından istemsizce ve uzun bir “Hadddi cannıııııım” çıktı. Elif, yüzünü ellerinin arasına alıp “Ay inanmıyoruuuum” diye kafasını sallarken, İsmail, arkadan birinin iteklediğini hissedip kafasını çevirdi. Küçük bir çocuk öne doğru ilerlemeye çalışıyor, piyanisti görmek istediğini söyleyerek müsaade istiyordu. İsmail, çocuğun ısrarına kayıtsız kalamadı. Koltuk altlarından tuttuğu gibi havaya kaldırıp omuzlarına oturttu. 

“Görüyor musun şimdi?”

“Görüyorum abi sağol,”

“Biraz tehlikeli değil mi burası senin için ufaklık?” 

“Ama yanınızda olmak istiyorum.”

“Adın ne senin?”

“Berkin abi,”

“Ne yapacaksın yanımızda olup Berkin?”

“Büyüyünce çocuklarıma anlatacağım. Onlarlaydım diyeceğim.”

“Peki abisi,” dedi İsmail. “Fazla uzaklaşma o zaman…”

İsmail Berkin’i düşmesin diye bacaklarından sıkı sıkı tuttu. Zülfü Livaneli maskesini çıkardı. Yavaş adımlarla sahnenin ortasına yürüdü. Etrafında çember oluşturmuş kalabalığı başıyla selamladı. Binlerce kişiyle, bir ağızdan, tek yürek “Karlı Kayın Ormanında” şarkısını söylemeye başladı.

Karlı kayın ormanında, yürüyorum geceleyin,
Efkârlıyım, Efkârlıyım, 

Elini ver, nerede elin…


Biz düzenin adaletsizliğine baş kaldırırken yalnız değildik. Azınlık hiç değildik.

Bolca biber gazı, cop ve şiddete karşılık olarak kullandığımız orantısız mizahla çok güçlüydük. Bir olunca çok güçlüydük. 

Gezi günlerinin bize kattığı her şeye şükran,

Mehmet Ayvalıtaş, Ali İsmail Korkmaz, Elif Çermik, Berkin Elvan ve kaybettiğimiz tüm dostlarımızın anısına, sevgi, saygı ve minnetle…

Duygu Değirmenci

Shares:
1 Comment
  • Derya Ulutaş
    Derya Ulutaş
    29 Mayıs 2021 at 06:17

    Gulerek baslayip aglayarak bitirdigim bir oyku, dibine kadar gercek anilar. Evet yalniz degiliz, evet bir aradayken gucluyuz dedirten, kocaman bir umut yeserttigimiz gunleri bu kadar net anmak cok guzeldi. Eline, kalemine, yuregine saglik.

    Reply

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir