“Beni bir tek sen sevdin be İbo. Allah çarpsın bak. Kurbanın olayım yapma”

Üzüntü. Korku. Pişmanlık.

Öfke. Nefret. Yıkım. Bakışıyorduk.

Bir düşürsem süngümü. Bir kapılsam akan gözyaşına.  “Sevdim ya Nergis. Madem biliyordun, niye yaptın bunu bana?” diye sorsam. Söz verse. “Yapmam bir daha,” dese. İnanır mıyım lan? İnanırım… Vay gavat.

“Uzatma!” diyorum. Ayağıma sarılmış vücudunu iteleyerek, “Hadi kalk, elini yüzünü yıka. Makyajını falan yap. Yarım saate randevun var, o zamana kadar gelmiş oluruz. Hazırlan.” Yere yığılışını hatırlıyorum. Saçlarını yoluşunu. “Yapamazsın bana bunu,” diye bağırışını. Bakmadım yüzüne.

“Bundan sonra böyle. Ha-zır-lan.”

Kapıyı çarpıp çıktım.

Geri döndüğümde apartmanın önü mahşer yeri. Ambulans. Polis. Meraklı, dehşet içinde, biraz sonra eve gittiğinde iştahla dedikodu yapacak olan, fısır fısır konuşan bir kalabalık. 

“E tabii ne olacak, su testisi su yolunda.”

Kalabalığın ortasında bir sedye. Sedyenin üzerinde siyah bir poşet. İçinde Nergis. Elimde siyah poşet. İçinde cevizli helva.

Remziye Teyze’yi görüyorum. Kaldırıma çökmüş. Başı ellerinin arasında. Ayağına geçirdiği lastik terliği, yerdeki çekirdek kabuklarının üzerinde gezdiriyor.

Çürük Sezo apartmanın duvarına yaslanmış. Başı yerde. Bir öne, bir arkaya gidip gelirken sırtını duvara vurarak tok bir ses çıkartıyor. Alnında çocukluktan kalma bir yara izi. Depozito almak için elinde boş süt şişeleriyle koştururken şişelerin üzerine düşünce kaşını yarmış, yedi dikiş atmışlardı. O dikiş izi olmasa bir boka benzemez Çürük. ‘Şişelerin üzerine düştüm’ de demez. Her kıza farklı bir kahramanlık hikayesi uydurur iziyle ilgili. Gözüm yüzündeki ize takılmışken kaldırıyor kafasını, başımla hızlı bir devinim yapıyorum. “N’oluyor?”

-Asmış kendini Nergis.

-Asmış mı?

Boğazımda kocaman bir balon şişiyor. Nefessiz kalıyorum. 

 “Nergis? Nergis mi asmış kendini?” 

“Hıı…”

Beni suçlar gibi bakıp başını tekrar önüne eğiyor Çürük. Siyah poşete yaklaşıyorum. “Durun” diyerek karnımın önüne koluyla barikat kuruyor sarı yelekli sağlık görevlisi. “Görmem lazım.” Sesim keskin. Sesim kararlı. Kolunu çekiyor önümden, fermuarı aralıyor. İncecik boynunu sarmış olan mor halkayı görüyorum önce. Yüzü beyaz. Dudakları gri. Kirpikleri sürmeli.

Üzülmek değil hissettiğim. İçim küflendi. 

Çürük’e bakıyorum. Kafasını başka yöne çevirip, yengeç gibi yaklaşarak koluma giriyor. 

-Tamam abi. Gel gidelim. Senlik bir şey yok burada.

-Yok mu benlik bir şey?

-Yok.

-Nergis var ama, Nergis benlik değil mi?

Cevap vermiyor. Gidiyoruz.

-Sabri abi, bize bir büyük aç. Ortaya birkaç meze. Yap işte kendince bir şeyler.

Sessiz sedasız kuruluyor masa. Sessiz sedasız oturuyoruz orada.

Sen tanrı mısın beni öldürdün?” diyor Müslüm baba. İçiyoruz.

Eşime dostuma beni güldürdün,” diyor, susuyoruz.

Cehennem ateşi ahirette olur,” diyor, içiyoruz.

Sen beni dünyada ateşe attın,” diyor, susuyoruz.

Vicdanının sesini dinle bak ne diyor?” diye sorunca, kalkıyoruz.

“Sen Nergis’e bunu etmeyecektin oğlum,” diyor Çürük Sezo. Allah’ın ayyaşı. İçince çenesi açılanlardan. Alnım bulgur bulgur ter. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Bi duble daha içseydim. Sek. Üç buz. Peynir. Peynir susatsa. Rakı içimi baysa. İkisi sevişse ağzımın içinde. Gebersem. Zevkten. Gebersem. Sarhoş.

-Ne ettim lan ben? 

-Ben sana yapma dedim. 

Yalpalarken omuzlarımız birbirine çarpınca sekerek iki farklı yöne ayrılıp sonra bumeranglar gibi tekrar birbirimize dönüyoruz. Baş parmağını yüzüme sallaya sallaya, 

“Beeeen sanaaa yap-ma dedim!” diyor tekrar. “Demedim mi?”

“Dedin. Tamam dedin. Dedin ulan! Senin de Allah belanı versin.” 

“Senin versin lan puşt,”

İtiyor beni Çürük. Sağa doğru savruluyorum. Ayaklarım birbirine karışıyor. Sokak lambasının direğine çarpıp yere düşüyorum. Kafam uyuşuyor. Önce yoğun bir sıcaklık. Sonra hissizlik. Çürük’ün sesini duyuyorum. Kendisini görmüyorum ama sesi kulağımın dibinde. “İbrahim! İbrahim abi! Abi çok kanıyor abi! Dur. Ben yardım bulacağım. Dur! Kalkma sakın. Bekle.” Ses kesiliyor.

Lambanın ışığı gözümü kamaştırırken bir gölge düşüyor önüme. Nergis. Kızıl saçları ışığın altında iyice alev alev. Elinde bir avuç çekirdek, çitleyip çitleyip yüzüme atıyor kabuklarını. “Ölmedin mi Nergis?” diyorum. “Ölmedin değil mi? Ölmedim de be Nergis,”  gülüyor. Kahkahalarla gülüyor. “Ölmedim ayol, ne ölmesi, ölsem burada işim ne? İbo’m, affettin değil mi beni?”, “Ettim. Vallahi ettim. Ölmedim de.” “Ölmedim. Tut elimi de kalk, gidelim.” 

“Pist! Pist İbrahim,” sokak lambasının altına çökmüş kaldırımda otururken Nergis’in sesini duyuyorum. “Pist! İbrahim, sağır mısın be?” Yavaşça kafamı kaldırıp gözlerimi kısarak “Efendim Nergis,” diyorum. Gülümsüyor. Omuzlarını bir sağa bir sola hafifçe oynatarak “Gelsene bu akşam bize,” diyor. 

Kollarını memelerinin altında toplayıp camdan sarkmış. Neredeyse ağzıma düşecekler. 

“Bana mı diyor?” diye etrafa bakınıyorum. 

-Sana diyorum yahu! Kaç yıldır izliyorsun beni o kaldırımdan? Gel işte bu akşam?

-Harbi mi?

-Ay çok alemsin İbrahim. İbo diyeyim mi sana?

-De…

-Gelcen mi?

-Kim?

-Sen

-Ben?

-Yoksa beğenmiyor musun beni İbo? Bak kırılacağım ama…

“Sana yanıyorum be Nergis. Sen benim ilk ergenlik rüyam, sen, sırf adı Nergis diye kokladığım tek çiçeksin be Nergis,” demiyorum tabii.

“Olur mu hiç, beğenilmez mi senin gibi kadın?” diyorum. “E baksana o zaman bana,”

Gözlerimi yukarıya kaldıramıyorum. Memelerine takılıyor gözüm. Kendime ‘dur’ diyemiyorum. Ayıp olacak. Bilir gibi kıkırdıyor. “Baksana bana…” Az değil he.

Nergis bembeyaz tenli, kızıl saçlı. Nergis ela gözlü. İnce belli, yuvarlak kalçalı. Nergis önünüzde bir yürüse, mahalle sallanır. Bir sağa. Bir sola. Nergis bir erkeği kendine kul edecek kadar cilveli. Nergis bütün dünyayı dize getirecek kadar güzel. 

Ama bugün…

Senelerdir onu bu kaldırımdan, o perdenin incecik aralığından izleyen ben değilmişim gibi, kıvranıyorum pencerenin önünde. Okkalı bir tokat indiriyor babam enseme. “Erkek olsana lan biraz,” diye kükreyen sesi kulaklarıma doluyor. “Gelirim yavrum desene! Karı kıpırdanmıyor senin kadar!”

-İbo?

“Hı?” diyerek kaldırıyorum kafamı. Birkaç saniye bakışıyoruz. Gözümü saçlarına dikiyorum. Başka türlü olmayacak. Yüzünü ekşitiyor. Parmaklarını saçlarında gezdiriyor.

-Ne var saçımda? Bir şey mi var?

-Yoo…

-E ne bakıyorsun öyle kafama?

Salak gibi sırıtıyorum. Gülümseyen katır gibi göründüğüme eminim. Engel olamıyorum.

-Yok ben sana bakıyorum,

-Hı iyi. İbo bir şey soracağım.

-Sor.

-Paran var mı be İbo?

-Ne?

-Para diyorum, var mı?

-Yok

Suratından bir gölge geçti. Dudaklarının kenarı belli belirsiz aşağı indi. Pencereden çıkan alev dumana döndü. Toparlamalı.

-Yani var. Yani bulurum. Sen istersen bulurum.

-Bulur musun? Nereden bulacaksın?

-Bulurum ben.

-E iyi madem. Dokuz gibi gelirsin olur mu?

-Tamam. Olur. Ne alayım gelirken?

-Cevizli helva al.

-Tamam

İlk defa o akşam babamın cebinden para çalıyorum. Berberde traş oluyorum. Elimde koca bir paket cevizli helva. Bir demet Nergis. Mahalleden geçerken Çürük Sezo üzerime doğru hedef alıp abanıyor topa, elimdekiler telef olmasın diye sırtımı dönüyorum. Tertemiz gömleğimde patlıyor top.

“Yapmasan lan! Kör müsün? Görmüyor musun elimdekileri?”

“Kız istemeye mi gidiyorsun oğlum, ne bu hal?”

“Kız beni istedi oğluuum…” diyerek yan yan bakıp yokuş aşağı sekiyorum önlerinden. Nergis’in apartman kapısında duruyorum. Gözleri büyüyor. Çenesi aşağı düşüyor. Dairenin ziline basarken sırıtıyorum. Ayağının altında ileri geri ittirdiği sönük topla, “Hadi lan!” diyor Çürük. Kapı otomatına basıyor Nergis. Apartmana girdiğimde yüzümdeki gülümseme yerini kaygıya bırakıyor. Terliyorum. Nergis kapıyı, üzerinde beyaz çiçekli bir elbiseyle açıyor. 

Babasının öldüğü sene bırakmıştı okulu Nergis. On dört yaşına bastığı kış. İlk önce, mahallenin arka tarafındaki markette kasiyer olarak görmüştüm onu. Beni görünce selam vermemiş, kafasını çevirip müşterisinin aldıklarını kasadan geçirmeye devam etmişti. Her gün ısrarla markete gittim. Su, çiklet, cips, o an elime ne geçerse alıp kasaya yöneldim. Hiç bakmadı yüzüme, konuşmadı. Ta ki “bu sefer konuşacağım,” kararlılığı ile gidip, heyecandan ne aldığımı fark etmeden kasaya yanaştığım güne kadar. Gözünün içine bakarak elimdekini kasaya bıraktım. Kutuyu elinde evirip çevirip gülümsemişti. 

-Ne yapacaksın bunu?

-Neyi?

-Bunu,

Kafamı aşağı eğdim. Dikdörtgen, pembe bir kutu. Üzerinde kocaman, ‘Veet Sir Ağda Bantları – Yirmi Sekiz Gün Pürüzsüz Bir Cilt İçin!’ Ağda almışım. Gel de açıkla. “Ne yapacağım bunu?”, “Annemin işleri işte ya…” diyorum kuul görünmeye çalışarak. Akıllı kızdı Nergis. Öyle olmadığının da, ne yapmaya çalıştığımın da farkındaydı. “Gelmeyeceğim okula İbrahim,” demişti. “O defter benim için kapandı artık. Çalışmam lazım. Sen de her gün gelip durma buraya, dikkat çekiyor, işimden olacağım.”

Sonra pek çok iş değiştirdi Nergis. Kuaför, manikürcü, terzi yamağı, bir konfeksiyon atölyesinde fason işçi. Hiçbirinde uzun süre kalamadı. On yedili yaşlarımızın sonuna doğru bir akşam yolda karşılaştık, ağlamasını bastırmaya çalışarak yürüyordu. Göz yaşlarının akmasına engel olamıyor, hırsla elinin tersiyle siliyor, adımları gittikçe hızlanıyordu. Uzun süre karşı kaldırımdan onu izledim. Sonunda karşıya geçip sanki ters yönden geliyormuş gibi yaparak koluna çarptım. Tüm hıncını ona çarpandan çıkarmak için hiddetle dönmüştü ki beni görünce “İbrahim,” diye fısıldadı ve ağlamaya başladı. Şaşırdım. Sarıldım. “Çok zorluyorlar beni. Çok zorluyorlar,” diyordu. “Bir yandan para kazanmaya çalışırken diğer yandan kendini korumak zorunda kalmak ne zormuş meğer. Çok yoruldum İbrahim,” Anlamamıştım ne demek istediğini. Salaktım o zamanlar. “Zordur tabii ya, geçer ama ağlama,” diye bir şeyler gevelediğimi hatırlıyorum. Başı göğsümde, ne güzel kokuyordu Nergis. Kollarımın arasından sıyrılıp yüzüme baktı. Küçümseyen, tiksinen bir ifade mi geçti yüzünden, ben mi öyle hissettim? Bilmiyorum. Göz yaşlarını sildi. Parmaklarını saçlarında gezdirirken derin bir “ooof!” çekti. 

-Neyse İbrahim, sağ ol. Gitmem lazım. Söylediklerimi unut tamam mı? 

-Ben sana yardım edemez miyim Nergis?

-Yok edemezsin. Artık kimse bana yardım edemez. Sen sadece söylediklerimi unut.

-Tamam unuturum ama…

-Hadi iyi akşamlar.

-Sana da.

O günden sonra bir daha işe girmedi Nergis. Kendini eve kapattı. Annesi Remziye Teyze gündüzleri temizliğe gidip, akşam üstünden gecenin körüne kadar tekstil atölyesinde dikişçilik yaparken, o, evden hiç çıkmadı. Gündüzleri camda çekirdek çitleyip mahalleli ile lafladı, akşamları pencereyi, perdeyi sıkıca kapayıp sessizliğe gömüldü. 

Kapıda, beyaz çiçekli elbisesi, kırmızı ruju, kızıl saçlarıyla beni karşıladığında kalbim neredeyse damaklarımın içinde atıyordu. “Gelsene,” dedi gülümseyerek. Elimdekileri aldı, salona geçtim. Camın önüne gidip perdeyi kapatır gibi yaparken Çürük Sezo ile göz göze geldik. Ağzındaki bütün çürükleri görmeme sebep olacak bir avallıkla sırıttı. Gülmemek için sertçe burnumu kaşıdım. Hıyar.

Arkamdan iyice yaklaşmış olan Nergis, fısıltıyla karışık “Ne yapıyorsun?” diye sorunca hızla arkamı döndüm.

-Perdeyi kapatıyorum,

-Perde kapalı zaten.

-Yok şurada incecik bir aralık oluyor. Görmesin şimdi mahallenin veletleri.

“Hımm…” derken dudağının sağ köşesini yukarı kıvırdı. “Sen daha iyi bilirsin tabii…” 

Utanmıştım. Başımı öne eğerek güldüm. Yüzüme doğru iyice yaklaştı, kafamı kaldırdığımda ağzım olasılıkların hayaliyle sersemce gevşemişti. Dudaklarımı öptü. Beceriksizce karşılık verdim. Nefesi dudaklarıma çarparken “Rakı içer misin?” diye sordu. 

-Olur.

-Sek?

-Olur.

-Ben sek severim,

-Sen nasıl seviyorsan ben de öyle severim,

-Akıllı adamsın İbo,

-Öyle derler,

Yan yan baktı. Gülümser gibi. Küçümser gibi. Rahatsız hissettim. 

-Remziye Teyze nerede?

-Gitti

-Nereye gitti?

-Misafirim gelecek dedim, gitti.

-Kim gelecek demedi mi?

-Demedi.

-Niye?

-Demez. Boş ver sen, diyerek kadehimi kadehine vurdu.

“Şerefine,”

“Güzelliğine…” 

Her bitişte tazelediği dubleler bir bir yuvarlanırken önce Nergis’in elbisesinin üzerine attığı şal düştü yere. Sonra üzerimdeki gömlek. Sonra ben düştüm.

İlk defa bir kadının vücudunda, çocukluktan beri yandığım kadının vücudunda, parmaklarımla, dilimle, dudaklarımla bir gezintiye çıktım. Ve bundan sonra kimsenin beni bulamayacağı karanlık, sıcak, dipsiz o kuyuda bile isteye kayboldum.

Bir saat sonra alelacele kalktı Nergis. Karnının üzerinde bitkin ve mutlu yatan beni yana itti. Sehpanın üzerinden aldığı peçeteyle üzerini temizledi. Bir bacağından aşağı sarkmış donunu diğer bacağına geçirip yukarı çekti. Eteğini aşağı indirip, sütyeninden çıkmış memelerini yerine yerleştirdi. Pembeleşmiş yanakları ve emilmekten şişmiş dudaklarıyla bana dönüp gülümsedi. Elini yanağıma koydu. “Hadi kalk artık. Toparlan. Annem gelir birazdan,” dedi. Gözlerimi yarı açıp ona baktım. “Saat olmuş gecenin ikisi, bu saatte nereye gelecek annen?” demedim tabii. Rahatlamış ve mutlu halime biraz hayal kırıklığı eklendi. Kalktım.

“Beraber uyuruz sanmıştım,” dedim gömleğimin düğmelerini iliklerken.

“Günler torbaya mı girdi İbo’m, uyuruz elbet. Ama şey…”

İbo’m… İbo’m…

-Ama ne? Nergis’im

-Ne kadar para var sende?

-Beş yüz. Lazım mı?

-Hıı… Lazım, dedi. Mahcup. Utanmış.

Yere eğdiği başını tutup kaldırdım. “Bundan sonra ne lazımsa ben halledeceğim. Sen canını sıkma. Al şimdi bunu, neye ihtiyacın olursa da bana haber ver tamam mı? Biz artık karı koca sayılırız, utanmak, sıkılmak yok. Duydun mu beni?”

Aydınlandı yüzü. Sarıldı. Kafasını göğsüme yasladı. “Canımsın be İbo’m!”

Bu böyle tam beş sene sürdü.

“Gel İbo’m,” “Git İbo’m,” “Para İbo’m,”“Bu akşam olmaz İbo’m,” “Canımsın İbo’m.”

Bir akşam yokuşun sonuna geldiğimde mahallenin kadınları yolumu kesti. Annemden dolayı hepsini simaen tanıyordum. Eski zaman kadınları işte. Kaşları çatık. Başları çatkılı. Gözlerinde dirhem merhamet yok. Dediler ki; “O kız tekinsiz. Her gece evine başka adam gelir. Sen mahallemizin delikanlısısın, bizim de oğlumuz sayılırsın. Yakışıyor mu hiç sana orospu karıya pezevenklik yapmak?”

Bizi uzaktan gözlerdi bu kadınlar. Ne yaptığımızı merak edip, göremedikleri boşlukları zihinlerinde tamamlarlardı. Onca zaman hiç umursamamıştım bu bakışları. 

Ama şimdi etime saplanıyordu.

Ben, “Ne orospusu lan! Ne orospusu? Kim pezevenk?” diye bağırıp üstlerine doğru bir adım atınca, dördü birden ikişer adım geriye çekildiler. Göz pınarından başlayıp tüm yanağı yanık iziyle kaplı, dişleri olmadığından ağzı içeriye doğru büzülmüş olanı burnumun dibine kadar geldi. Nefesinden gelen soğan kokusu midemi bulandırırken, “Bana bak oğul,” dedi. “Kaç yıldır görürüz seni buralarda. Gelir gidersin şu eve. ‘Alacağım Nergis’i’ demişsin anana. Kadın kahrından hastalanmış. Nergis, senin o bildiğin bal gözlü Nergis değil. Sen yol yakınken vazgeç bu işten. Hiç beraber dışarı çıktınız mı? Salındınız mı hiç şu mahallede? Neden hep evde buluşur seninle? Neden hiç anası olmaz o evde? Sen bunları bir düşün.”

Doğru. Çıkmamıştık. Birkaç kere teklif etmiştim ama “Ben severim evde oturmayı, istemem dışarılarda gezmek,” diyerek gönlümü fethetmişti. Tabii ya. Kadının yeri eviydi. Bütün işi gücü, tüm gün şu yokuşun tepesinde elalemin dedikodusunu yapmak olan bu kadınlara itimat edecek değildim. “Hadi bee…” dedim, “Akşam akşam varın gidin evinize, insanı dinden imandan çıkarmayın.”   

Ama içime kurt düşürdüler bir kere. O akşam ve ondan sonraki tam altı akşam, gözlerime kan inene, oturduğum yerde fır dönene, karşı kaldırıma oturmuş gülüşüp duran yeşil cinler görene kadar Nergis’in evini izledim. Apartmana her giren adamla öldüm. Nergis her cama çıkıp kıkırdadığında dirildim. Çitlediği çekirdeğin kabuklarını, hızla ve neşeyle sokağa fırlatırken bin daha öldüm. İçimdeki alev topu bütün vücudumu sararken bin daha dirildim. 

Yukarı sokaktaki caminin imamı cehennemi böyle anlatmıştı. “Yanacaksın,” demişti. “Hep en baştan yanacaksın. Yanmaya asla alışmayacaksın. Alışmayacaksın ki acın hiç dinmesin.” Cehennemdeydim.

Altıncı gecenin sonunda gizlendiğim merdiven kuytusunda uyuyakalmışım. Gözünden yanağına inen yanık iziyle, o yaşlı kadın ilişti yanıma. Uyandırdı. 

-Hadi artık. Perişan oldun yeter. Gördün ne göreceksen. Git evine. Bu defteri de kapat. Böyleleri ancak insan harcar. İyi insansın sen. Hadi oğlum. 

“Ben,” dedim. Sesim kısık çıktı. Öksürdüm. Boğazımı temizledim. 

-Ben göstereceğim onlara adam nasıl harcanır.

-Sakın ha! Zinhar müsaade etmem. Yok öyle gün göstermek falan. Sen gencecik. O gencecik. Ne o mezarı hak eder, ne sen kodesi. Yürü çabuk. Kalk. Doğru evine!

İnce, pörsümüş, kemikli kolları. Buruş buruş yaşlılık lekesi dolu elleriyle gömleğimi çekiştirip kaldırmaya çalıştı beni. Kaldıramayınca iteledi. 

-Bak polis çağırırım. Kalk dedim sana. Pişman etme beni.

-Kimseyi öldürmeyeceğim ben.

-Ne yapacaksın ya?

-Bilmiyorum ama öldürmeyeceğim.

Yavaş hareketlerle. Kollarımdan güç alarak yerimden kalktım. Eve gittim. Annem karşıladı kapıda. Sarıldı. Sırtımı sıvazladı. Göğsüme oturan ağırlık gözlerime, boğazıma doldu ona sarılınca. Çocukluktan kalma bir şey bu. Yere düşünce annesine koşup sarıldığı an kıyameti koparan bebekler gibi. Bir iki sarsıntı, birkaç hıçkırık, hırıltı. Geri çekildim. Bir şey sormadı. Banyoya soktu, yıkadı. Saçlarımı çitiledi, sırtımı keseledi. O bunları yaparken ben ağladım. Fark etti. Fark ettirmedi. Bol bol su döktü kafamdan. Yüzümü sıvazlarken fısır fısır dualar etti. 

İki gün uyumuşum. Gözümü açtığımda artık ne yapacağımı biliyordum.

-Anne

-Uyandın mı kuzum. Oh çok şükür. Pişi yaptım sana.

-Mavi gömleğim nerede?

-Hurçların içinde İbrahim. Kış geliyor diye kaldırdım ne yapacaksın?

-Tamam çıkarıp ütüler misin? Bir de şu nikah, düğün için sakladığın siyah takımım vardı, onları da hazırlar mısın?.

-Ne oluyor İbrahim sabah sabah? Düğün mü var oğlum? Bak sakın düşündüğüm şey olmasın. Bak iki gözüm önüme aksın analık hakkımı helal etmem sana!

-Sakin ol anne. Yok öyle bir şey. İş görüşmesine gideceğim.

-Ay demeeee… Ah büyük Allah’ım sana bin şükür! Hem o iblisten kurtuldun, hem de…

Göz göze geldik. Gözlerimdeki acı, gözlerindeki sevinci söndürdü.

-Yok demedim öyle. Yok annem. Ama o kız sana göre değildi be İbo’m.

İbo’m…

-Neyse, iş güç sahibi olacak benim oğlum sonunda he mi. Yüzümüz güldü rabbim. Çok şükür. Hemen hazır ederim ben kıyafetlerini. Sen geç, kahvaltıyı kaldırmadım, iki yudum bir şeyler at ağzına.

Annem, ‘Fidayda’ şarkısını söyleye söyleye kıyafetlerimi ütüleyip kapının koluna asarken, ben ağzıma zar zor iki zeytin, bir dilim domates tıkıştırıp, önümdeki soğumuş çayı kafama diktim. Banyoya gidip traş oldum. Duş aldım. Giyindim. Hazırdım.

Bizim mahallenin yokuşunu çıkarken nefes nefese kalmadım bu sefer. Nergis’in evine giden yokuşu inerken seke seke inmedim. Yavaş yavaş, sindire sindire attım bütün adımlarımı. Ne yapacağını bilenlerin ürkütücü sakinliği vardı üzerimde.

Sıkarfeys dörtlüsü yine yokuşun başındaydı. Kafamla selam verip geçtim önlerinden. Nergis’in dairesinin ziline basacaktım ki apartmanın kapıcısı Şuayip abi açtı kapıyı. Bir garip baktı suratıma. “Nassın İbrahim,” “Sağolasın abi,” diyerek geçtim yanından. Merdivenleri çıktım. Beş senedir ilk kez sayarak. Yirmi yedi merdiven. Yaşım kadar. 

Kapısının önüne gelince kendime düşünme fırsatı vermeden zile bastım.

Nergis kapıyı dudakları şişmiş halde açtı. Rimelleri akmış. Gözlerinin altı kararmış. Memelerini yerine yerleştirmiş. Parmaklarıyla saçlarını taramış. Ama evdekini daha postalayamamış.

Beni görünce dili tutuldu. Korktu tabii. Bir arkasında, ceketinin yakalarını düzeltmeye çalışan gergedan kılıklı adama baktı. Bir bana. “İbrahim,” diye fısıldadı. “Çekil şuradan,” diyerek göğsünü kolumun kenarıyla ittirip içeri girdim. Yüzüne bakmadan gergedana yöneldim. Koca göbeği et parçası halini alıp aşağı sarkmış. Şakaklarından süzülen terlerin boynundan gömlek yakasına aktığı, altmışlarında olan bu gergedanın sorun çıkarmayacağını biliyordum, zira o da yüzüme korkuyla bakıyordu. Bir adım kenara çekilip yanımdan geçmeye çalıştı.  “Ödeme yaptın mı koçum?” diye sordum.

Nergis’in gırtlağından son nefesini almışçasına bir “hii!” sesi çıktı.

“Haftaya yapacaktım. Öyle anlaştık,” dedi gergedan. “Yok öyle haftaya falan. Bu işin veresiyesi mi olur? Hem kiminle anlaştın? Bakkal mı burası? Ver parayı.”

Gergedan “ya sabır,” çekti. Bela almak istemiyordu. Elini cebine attı, parayı uzattı. İkisinin gözü önünde saydım. Yüz-iki yüz-üç yüz-dört yüz-beş yüz-altı yüz-yedi yüz. Nergis’e döndüm.

“Zam yapmışsın. Afferin.”

Nergis sendeleyerek yanındaki sandalyeye tutundu. Gergedan öfkeyle soluyarak çıktı kapıdan. Paranın iki yüz lirasını Nergis’in yüzüne attım, kalanı cebime. 

“Yeni müşteri buldum sana,” dedim, ”Yarım saate burada olur. Hazırlan.”

Duygu Değirmenci

Shares:
2 Comments
  • Derya
    Derya
    10 Nisan 2021 at 19:11

    Bir filmin icinde gibiydim, oyle akti hikaye 👏👏👏

    Reply
  • Gökçe
    Gökçe
    24 Nisan 2021 at 22:00

    Soluksuz okudum. Ah ibo..

    Reply

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir