Ölüm korkusu içinde, yarı özgür ev hapsinde, birbirinin aynı geçen yüzlerce günün sonunda bir gece, uykudan hemen önce… 

Gevşetir, iyi gelir diye tüm duyduklarını uygulayıp da uyuyamadığı o gece, içinde dev bir sıkıntı peyda oldu bizimkinin. Duygularında bir sancı sıkışıklığı, akıllara ziyan… Binlerce mıhtan olma bir top, midesinin orta yerinde. Ağlamaya başladı istemsiz, bağır çağır. Başka türlü kurtulamazdı bu giyotinden. Çekmecesinden minyatür şişesini çıkardı. Başucundan aldığı bir küp şekere zerk ettiği o damlaya bıraktı kendini. Nirvana beklentisiyle.

Oluk oluk inen yaşlarla içinden bir anda kopan o kocaman parça birleşip bir bedene büründü, süzüle süzüle oturdu tam karşısına. 

Saçları özenle çizilmiş bir güneşin en kızıl hâli, örgü yapıp sarkıtsa, onu bu kuyudan kurtaracak kadar uzun. O güneşten süzülen damlalar rastgele yerleşmiş sedefli beyaz, iğne oyası yüzüne. Saçı güneş olanın gözü elbet denize çalar, boncuk mavisini soluk bırakacak kadar hem de. İncecik askılı bahar desenli eğreti elbisesi dalga dalga vals ediyor şeffaf teninde.

  Ayık olmakla kendini bırakmak arasında ateş hattında,

 -Bu da ne? Sen nesin? Neler oluyor?

 -Şşşt, sakın korkma, sakın. 

 Korkmak? Ödüm patladı be!

-Konuşuyorsun hem de! Allah’ım, bu bir kabussa uyandır beni hemen, ne olur?

-Ben senin astral seyahatinim, öyle düşün, ama bizimki biraz değişik; yerleri, yurtları, zamanları değil, seni gezeceğiz… İkimiz…

-Beni gezmek mi? 

-Ah, kırk kişinin kırık kulpunu tamir edip de kendi kırıklarını yok sayan Nilüfer…

 Ciğerine dokunurken bu tasvir, kendini birden çok yakın hissettirdi ona.

-Adın ne senin?

-Ben senim… İçindenim… Adımı da sen koyacaksın, saçımı da kaşımı da gözümü de…

-Benim içimdensen, adın ya Nil olsun ya da Fer!

-Bak, kendini sıkmayınca doğru nasıl da akıyor doğalında. 

 -Peki öyleyse Fer Hanım, ne yapacağız şimdi?

 Sarhoşluk muydu yoksa şok mu? Neyse ne, garip bir güven hissiyle bıraktı kendini akışa. Yani Fer’e…

 -Ben anlatacağım sen dinleyeceksin, ben söyleyeceğim, sen yapacaksın.

 -Neyi? Bana neyi anlatıp neler yaptırmak istiyor olabilirsin ki?

-Şu hayatta belki de otuz yıldır yapmayı istediğin tek şeyi! 

-Dillere pelesenk olacak şarkı sözleri yazmayı yani? Çok değiştim ben. Şiire döndüm zaten. 

-Hayalin şair olmak değil ki, eksik yaşıyorsun! 

 -Müzik mi yani? Ben? İmkânsız resmen, ilkokulda flütle la, sol, la, fa… O kadar anca…

 -Ukulelen nerde senin? Hayat sana defalarca sinyal gönderdi, artık kıçını kaldırma vakti!

 Lise hayatı boyunca gitar istemişti ailesinden Nilüfer. Son umudu, mezuniyet hediyesi olarak aldırmaktı, o da olmadı. O kadar üzülmüştü ki, mezuniyetten sonra ilk doğum gününde Firdevs, ahretliği, babasının yurtdışından getirdiği ukuleleyi paketleyip, Nilüfer’e hediye etmişti. “Sana gitar alamam ama bu minyatür benden çok senin hakkın. Sen ileride ünlü bir müzisyen olacaksın.” notuyla…

  -Bin yıldır elime almamışımdır. Kim bilir hangi göçük altında?

  -O halde ilk ödevin; onu buluyor, kendince ufak tıngırdatmalara hemen başlıyorsun.

  Muhabirlikten medya patronluğuna uçuş gibi bir hikâye çıkarmaya çalışıyor sanırım benden. Peh!

   Öğretmenlikten, yeni nesil Sezen Aksu olmaya! Güldürdün beni Fer, ilahi!

 -Sen… Ne zamana kadar buradasın? Ne kadar vaktim var bu hazırlığa?

    “Vakit çok geç, Nilüfer” derken Fer, camın içinden geçer gibi kayboldu hayâl meyal karıştığı bulutların arasında. Yeni ağarmış gün ile Fer’in silueti birbirine karıştığında anladı Nilüfer, gittiğini. Tekrar gelecek miydi ki?

 Dört, bilemedin beş saat uyudu, uymadı; günlerdir uyur gibi zinde, her sabah ilk manzarası olan o bulutlar kadar hafif hissetti ilk defa. “Yeniden doğmak” acaba böyle bir şey miydi?

  Bir fincan Türk kahvesi, bir dal sigara… Acelesi çoktu, ev iyi ki ufaktı. Kısa süren debelenme sonunda buldu. İşte Firdevs’in ukulelesi! Eline gitarı ilk kez geçiren ergen gibi, “Live is Life” döküldü dudaklarından, “Lall laa laa la la”

 Kahkahalarla, güle eğlene, harika zamanlar geçirmeye başladı Nilüfer, üstelik artık üretiyordu da.

 İçindeki bu yüksek heyecana ve attığı adımlara inanamıyordu en derininde bir yerde. Artık ne zaman bir ufak sıkışsa, şekere damlatılan bir damla ve ardından ver elini Fer ile astral saatler… Muazzam hediyesiydi pandeminin Nilüfer’ e; şeker, astral ve Fer… 

 Seyrettiği videolar, indirdiği eğitimler sayesinde, minnoş gitarıyla, umduğundan çok daha fazlasını becerebiliyordu artık. Şiirlerine dans ettirmeye başlamıştı, hem de hiçbiri birbirine değmeyen ezgilerle… Sezen Aksu’nun bile yıllarca, o devasa bestelerini; nota bilmeden, alet edevat çalmadan yaptığını, nice sonra gitar çalmayı öğrendiğini duyduğunda çoktan yeşermişti umutları aslında. 

Bir üretim bolluğu ki… En serisinden… Sanayi tipi… Boyundan büyük işler çıkarmaya başladı. Ellilerine az kala, ilk defa bu kadar özgür, ilk defa gerçekten yaşıyor hissediyordu, kendi namına. Tasviri çok güç bir mutluluk içindeydi. Aslında tasvir etmeye değer kimse de bırakmamıştı hayatında. Salgın başlarında yaptığı her telefon görüşmesinde en az bir kötü haber alan Nilüfer bir anda tüm iletişimini kesti etrafında kim varsa. Zaten insanlarla sürekli muhabbette olamayacak kadar yüksekti artık kafası. Annesi, babası hayatta olsa böyle mi olurdu? Fonda sevdiklerini kaybetme, hastalık, ölüm korkusuyla geçen bu iki yılda kendini ancak saklanarak koruyabileceğine inanmıştı. Önce virüsten, sonra herkesten, her şeyden…

Ama o? Ah Özgür… Onun payı çok büyüktü bu masalsı mutlulukta. Kırk yıldır içini taşım taşım kaynatan, tüm şiirlerini uğruna yazdığı, aşkını içinde bir evlat gibi büyüttüğü, müziğin dahi çocuğu, Özgür. Bir ömür peşinden koştuğu hayalinin gerçek sebebi… Telefonda sık sık ona çalıyor, söylüyor, resmen bila bedel ders alıyordu ondan. Devam eden salgın süresince, hayalini gerçekleştirme yolunda, onun sayesinde seviye atladı Nilüfer hem müzikte hem camdan fanusta büyüttüğü büyük aşkında.

Çok parıltılı o dünyaya adım atmak için bir ışık bekliyordu artık, önünü aydınlatacak.

O ışık bir gecenin köründe mesaj olarak yanıp söndü telefon ekranında, karanlık odasını flaşlarla patlatırcasına:

Özgür: “Nilüş, sabahı bekleyemedim; Ajda’nın aranjörüne senin parçayı dinlettim, “Meftun” a bayıldı! Detay için yarın konuşalım. Artık oldu bu iş! Heyecandan ölmem inşallah! Vay be…”

 Ah o gece! Sabahlar olmadı. Başı dönüyordu heyecandan, mutluluktan midesi bulanıyordu; çocukken lunaparktaki o salıncakta nasıl hissediyorsa tastamam öyle işte!

 Nilüfer durumuna inanamamakla, şımarmak arasında tenis topu gibi gidip geliyor, duygularıyla başa çıkmakta çok zorlanıyordu. Ama mutlular mutlusu… 

 Sonrası prosedür koşturmacası. Telefon konuşmaları, görüntülü aramalar, yazılı mesajlar, kargo ile gelip giden evraklar, imzalar, tanışmalar, tanışmalar…

 O telefonun ekranı, artık hep olağanüstü haberler, müjdeler ile aydınlanıyordu;

  Aranjörden e-davetiye:

Sn. Nilüfer Serin;

Sözü, bestesi şahsınıza ait olan “Meftun” adlı eserin lansman davetine katılımınız bizleri onurlandıracaktır. Not: Davetiye 2 kişiliktir. Sevgilerimle, Ajda Pekkan…

 Yıllar süren hamileliğin doğum anı gibi; acı, sancı, rahatlama, tarifsiz sevinç… 

 Off! Ne yapmalıyım şimdi? İlk inananım Firdevs’ti. Hem ukulele de onun hediyesiE, Özgür? Aranjör çok yakın arkadaşı, mutlaka onu davet edecektir? Ya etmezse? Onsuz olmaz ki! O olmayacaksa ben bu işi bunca zaman neden kovaladım? Aşk karın doyurmaz derler bi’ de. Bir şeker daha mı atsam?

 Davetiyeyi Firdevs’e iletti bir minik notla; “Hediyen bir mucize yarattı, hadi hazırlan!”

 Saniyesinde aradı Firdevs! Tuhaf seslerle deli deli sevindiler telefonda. Saç, baş, kıyafet planları yapıldı…

Sayılı gün çabuk geçer aşamasına gelinmişti. 

Vakit yaklaştıkça Nilüfer’in sıkıntıları artıyordu. Büyümek bu muydu?

Onunla birlikte bir tümör büyümüştü içinde pandemi döneminde. Alabildiğine sinsice… İstisnasız tüm sağlık kuruluşlarının pandemi hastanesine dönüştüğü, tüm ameliyatların, kronik hasta rutinlerinin süresiz ertelendiği, cerrahların ateş ölçer hâle geldiği bir dönemde, iki yıl süresince tabi ki gidemedi muayeneye. Sağlık çalışanlarının kendi ailelerine bile yaklaşamadığı bu süreçte, içinde hastane barındıran caddenin kıyısından geçmek bir yana, evinin camından kafasını uzatamıyordu. Öyle bir korku…

Dönüşümünün verdiği haz öyle yüksekti ki; halsizliklerini, baş dönmelerini, sıkışmalarını hep Meftun’un gebelik sürecine yordu. 

Büyük gün!

Minik ama müthiş bir sahne, kameralar…  

 Nefes nefese son anda yetiştiler Firdevs’le. İte kaka kalabalığı aşıp oturdular Özgür’ün yanına, adına ayrılan en öndeki iki koltuğa. Özgür, Nilüfer’i ilk kez böyle gördüğünden, şaşkın; Nilüfer hâlâ Özgür’e meftun… Bir an için unuttu orada olma sebebini. Çalıların arasında, bir yerleri çizilmesin diye ürkek ve özenle yürür gibi geziniyordu gözleri Özgür’ün diken saçlarında. Gözlerine baksa yakalanırdı. Kısa bir film bile döndürmeye başladı zihninde; Özgür, Nilüş el ele sahnede, şarkı biterken iki ağız arası neredeyse sıfır mesafe. Sert bir şalter sesiyle salona bir anda basan karanlık izin vermedi son hamleye.

Ve Perde! 

Meftun ile hızlı bir giriş yaptı Ajda. Müthiş! Dans ediyor herkes!

Hepsi ayakta! Firdevs dürtüklüyor Nilüfer’i gözlerinde gurur yaşlarıyla: “hadi kalksana, bu alkış sana!” Dürtülmesiyle düşüyor Nilüfer, alkışlar keskin birer çığlığa dönüşürken, dehşetbir hızla. Koşarak geliyor davetliler arasından bir doktor, bilekten, boyundan iki kez kontrol ediyor: “nabız yok!” diyor… Gözündeki o fer de…  

“Hocam nabız alamıyoruz!” diyen telaşlı hemşire sesi ile ekip doluştu hastane odasına.  

Pandeminin tüm dünya genelinde resmi olarak sonlandığı bilgisinden tam altı ay sonra sıra gelmişti Nilüfer’in beyin tümörü ameliyatına. İçine ukulelesini bile sığdırdığı hastane bavulu elinde, hissettiklerini her zerresine kadar döktüğü günlüğü masanın üzerinde, hiç dönmeyecekmiş gibi bıraktığı evin kapısını usulca kilitledi. Ahretliği Firdevs’e ve tek aşkı Özgür’e minik bir kısa mesaj ile bilgi verdi taksinin arka koltuğunda varmak üzereyken hastaneye.  

Cebinde hiç haykıramadığı o büyük aşkı, “tamamlarsam hayatım değişecek” diye totem yaptığı yarım kalan “Meftun”u, koridoru avaz avaz inleten ahretliği… “Hadi kalksana!” 

Dilvin Gerçek ARICI

Bu öykü, Erbulak Yazarlık Evi işbirliği ile Dağhan Külegeç Yayınları’ndan çıkan,

“Uykudan Önce-Pandemiden Sonra” kolektif kitabında yayınlanmıştır.

Shares:
2 Yorum
  • Şehnaz
    Şehnaz
    28 Ağustos 2021 at 18:34

    Çok beğendim
    Emeğinize sağlık

    Reply
  • Nalan
    Nalan
    28 Ağustos 2021 at 18:56

    Basarilar cok begendim.

    Reply

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir