Elim ayağım birbirine dolaşmıştı bu sabah. İşe yetişme çabasındaydım. Elimi yüzümü yıkayıp, açık kumral uzun ince telli saçlarımı birkaç tel tokayla tutturup; yüz kremimi yüzüme boca ettim. Bir yandan da ufak bir parça beyaz peynir ekmeği kemiriyordum. Kurşuni kumaş pantolonumu geçirdim bacaklarıma. Hardal sarısı kaşe kabanımı üstüme alıp topuksuz kahverengi botlarımı giydim. Evraklarımın olduğu çantayı elime aldım. Kapıyı kilitleyip yedi otobüsünü kaçırmamak üzere hızla evden çıktım.

Kaç otobüs, hızla geçip gitmişti önümden? Uzun bir bekleyişin ardından atabilmiştim kendimi havasız taşıtın içine. Biletimi göstergeye okutup onlarca insanla birlikte tutunmak zorunda olduğumuz soğuk metal tutacağın en alttaki kısmını tek elimle kavrayabildim. Oturacak yer yoktu. Şoförün yaptığı her bir ani frenle sıska bedenim yalpalayıp duruyordu. Çevremdeki insanların üzerlerine düşmemek için kendimle mücadele ediyordum. Türlü türlü deodorant ve ter kokusu midemi bulandırdı. İneceğim durağa yaklaşınca kalabalığı yararak kapıya güç bela ulaştım.

Otobüsten kendimi dışarı attığımda kuru soğuk yüzüme çarptı. Devetüyü atkımı boynumun her yanını saracak şekilde doladım. Ofisin girişinde asansör sırası bekleyen kalabalığı pas geçip merdivenleri tırmanmaya karar verdim. Altıncı kata ulaştığımda nefes nefese kalmıştım. İnsanlarla selamlaşıp toplantı salonundaki yerime geçip oturdum.  Soluklandım. Bilgisayarımı açtım. Gerekli dosyaları önüme koydum. Toplantı salonu oldukça sıcaktı.  Soğuktan acıyan yanaklarıma tatlı bir yanma hissi hâkim olmuştu. Önüme konan ince belli bardaktaki ılık çaydan bir yudum aldım. Bana yöneltilen birkaç soruyu cevapladım. Toplantının ortasında çantamın içinde titreşen telefonumun çıkardığı garip ses rahatsız ediyordu beni. Kayıtlı olmayan bir numaradan dört kez aranmıştım. İzin isteyip çıksa mıydım? En olmaz zamanda kimdi ısrarla arayıp duran münasebetsiz!

Toplantıya ara verilmesine karar verildiğinde acele edip yerimden kalktım. Salonun ağır kapısını iteledim. Koridora fırlayıp arayan numaraya döndüm. Gürültülü bir ortamdan gelen telaşlı bir erkek sesiydi arayan. Adımı soyadımı söyleyip; görüştüğü kişinin ben olup olmadığımdan emin olmak istedi. Peşinden evimde yangın çıktığını; derhal oraya gelmem gerektiğini söyledi. Soluk almadan konuşuyordu. Bu adam neden bu kadar hızlı konuşuyordu ki? Kim olduğunu sordum. Köşedeki bakkalın çırağı olduğunu söyledi. Tıknaz, çilli çocuk muydu arayan? Yanlış mı duymuştum? Nasıl olurdu? Üç saat evvel evimdeydim ben! Arayan her kimse güvenmeli miydim ona? Telefonu kapadım. Patronuma ve beraber çalıştığım birkaç arkadaşa dilimin döndüğünce durumun vahametini anlatmaya çalıştım. Dehşet içinde bakakaldılar yüzüme. Fırlayıp çıktım. Üçer üçer indim merdivenleri. Binadan nasıl çıktım; bulduğum ilk taksiye atlayıp nasıl geldim bilmiyorum! Sokağın girişini polis araçları kapamıştı. Tek görebildiğim evimin olduğu yerden yükselen korkunç kara bir dumandı. Taksiciye elimdeki buruşuk parayı uzatıp üstünü beklemeden telaşla attım kendimi arabadan.

Burnuma keskin bir koku çarptı. Genzim yandı. Koştum. Haykırdım. Boğazımı yırtarcasına çıkan bu tiz ses bana mı aitti? Kalabalığın arasında gördüğüm tek tanıdık yüzdü Nezahat’in yüzü. Nezahat bilir! Olan bitenden ilk onun haberi olmaz mı? Aman yarabbim! Gürültüyü duyunca koşup geldim. Nasıl oldu bu iş böyle? Nezahat‘in sivilceli yuvarlak suratını görüyor, ağzından çıkan kelimeleri duyuyor; ama söylediği şeyleri anlayamıyordum. Nezahat beni kolumdan çekiştirip duruyor, büyümüş gözleriyle donuk bakan gözlerimin içine bakınıyor; beni sarsarak uyandırmaya çalışıyordu. Telaşla evin içine girmeye yeltendim. İçeri sokmadılar. İri kıyım bir adam engelledi beni. Yere kapaklandım. Saçlarımı tutturduğum tel tokalardan kurtulan saçlarım sağa sola uçuşmaya başladı. Saç tellerim ılık gözyaşlarıma yapışıyordu. Nasıl olurdu? Evden çıkalı kaç saat olmuştu ki? Ocağı mı açık unutmuştum? Yoksa ütünün fişini çekmeyi mi? En kötü kabuslarım ete kemiğe bürünüp karşıma geçmiş; sinsi, korkunç kahkahalar atıyordu sanki. Ne yapacaktım şimdi ben? Kapaklandığım yerden güç bela doğrulabildim. Nezahat koluma girip beni karşı kaldırıma kadar yürüttü. Etrafta toplanmış kalabalık yüzüme dehşet içerisinde bakıyor; meraklı komşular birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlardı. İnsanların yüzlerindeki çaresizliği gördüm.

İtfaiye ekipleri işlerini bitirince gitmek üzere malzemelerini toplamaya başladılar. İçeriden çıkanların yorgun yüzleri katran karasıydı. Benimle konuşan itfaiyecinin suratındaki siyahlardan göz aklarını zar zor seçebildim. Gerekli bilgileri, talimatları verip eve girmemem için sıkı sıkı tembihledi beni. Bir polis memuru yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. Teşekkür etmekle yetindim. Dilim varmadı beni koruyup kollayacak bir akrabam olmadığını söylemeye. Yalnızca Nezahat vardı. Çocukluk arkadaşım, sırdaşım. Takatim yoktu uzun uzun anlatmaya. Susmak istedim. Susmak ve düşünmek! Cansız bir nesne gibi ortalıkta kimseler kalmayana dek evimin karşı kaldırımında boş gözlerle oturmayı sürdürdüm. Nezahat hiç yalnız bırakmadı beni. Bir küçük çocukmuşum gibi koruyup kolladı. Bir an olsun yanı başımdan ayrılmadı.

Akşam oluyordu. Hava soğumuştu. Meraklı kalabalık gitgide azalıyordu. İnsanlar teker teker evlerine çekiliyorlardı. Kimi teselli etmeye çalıştı, kimi geceyi kendi evinde geçirmem için usulen davet etti. Hepsine bir bahane bulup kibarca reddettim. Onca yıllık emeğim, hayallerim, hatıralarım yok muydu küçücük evimin içinde? Nasıl bırakır giderdim? Gençsin dediler; yine yaparsın dediler. Demesi kolay! Son birkaç saattir nefes dahi alamıyorum ki ben!

Evimin az ilerisinde durup duran mavi ladin umarsızca salınıyordu. Ağacın üzerine birikmiş simsiyah kül parçaları uçuşarak yere süzüldüler. Saatlerdir oturduğum soğuk kaldırımdan kalktım. Başım dönüyor, bedenim ağırlığımı zar zor taşıyordu. Nezahat’i dinlemeyip yıkık duvarların arasında gezinmeye karar verdim. Bana bu kez engel olmadı. Birkaç adım gerimde durup seyretti beni. Açabileceğim bir kapım yoktu artık! Etraf kül ve toz içindeydi. Un ufak olmuş yığının üzerindeki kalın kara örtü yakıp kavurdu içimi. İçim mi dışım mıydı oluk oluk kanayan?  Cevabı bulamadım.  Esen rüzgarla cesur bir bayrak gibi dalgalanıp duran yırtık pırtık bir paçavraya dönmüş zifiri siyah tül perdeme takılı kalan yorgun gözlerim derin bir boşluğa bakıyormuşçasına tepkisizdi. Kulaklarım sağır, gözlerim kör mü olmuştu? Ağzımın içinde çevirebileceğim bir dilim var mıydı sahi? Gerçekten yaşanmış mıydı tüm bu olanlar? Korkudan mı; yenilgiye duyduğum öfkeden mi ibaretti içimi dağlayan yangın? Yerde yarısı yanmış bir çerçevede gülümseyip duran kavruk suratımı gördüm. İğrendim ondan! Temkinli yaklaşarak birkaç adım atıp duraksadım. Yere uzandım. Dokunmak istedim. Sıcaktı. Elimi yaktı, bıraktım! Yerdeki bazı sert nesneler ayaklarımın altını acıttı. Umursamadım. En çok acıyan yerim ayaklarım değildi! Kapanacak mıydı bir gün içimde sürekli genişleyip duran zehir zemberek devasa yara? Kabuk bağlayıp arada bir kanasa da; bir gün tamamen iyileşecek miydi? İzi kalacak derin yaralar büyütür müydü insanı?

 Evimden geriye kalanları ardımda bıraktım. Gökyüzüne kaldırdım başımı. Omzuma doluşmuş tüyü andıran ak tanecikleri silkeledim. Rüzgarın serin nefesi yanağımı yalarken açık unuttuğum kabanımın fermuarını hızla yukarı çektim. Uyuşuk ellerim kızarmış nar tanelerini andırıyordu. Onları ceplerime gömdüm. Nezahat üstüme polar bir şal; elime bir bardak sıcak çay tutuşturdu. İçmem için emir verdi. İçtim. İçim ısındı. Birlikte cadde boyunca yürüdük. Hiç konuşmadık. Gecenin soğuk karanlığına karıştık…

Aslı Arıkan

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir