Dünyanın bir ucuna, dostu düşmanı kıskandırmak için yapılan havalimanı yapılmamıştı henüz. O zamanlar gayet lüks sandığımız, tostuna, kahvesine dünya para verdiğimizi düşündüğümüz Atatürk Havalimanı’ndaydık. Şubat’ın onsekizi, İstanbul’un zemherisiydi. Üç büyük bavulunu teslim etmiştik az önce. Öyle büyüklerdi ki, içlerine en güzel yıllarımızı sığdırmışlardı sanki. Atlas Pasajı’ndan aldığımız çiçekli şapkasını, bir doğum gününde hırs yapıp ördüğüm hırkasını, indirimini bekleyip ikimizin birden aldığı çok sevdiğimiz markanın paltosunu, sabahları gözü kapalı düğmesine bastığı, final haftalarımıza katkıları yadsınamaz kahve makinesini… Bir gençlik üç bavula nasıl da sığmıştı. İnanamıyordum.

Birbirimizle gitme hakkında konuşmuyor, sanki her zamanki muhabbetlerimizden birini yapar gibi, havadan sudan bahsediyor kahvemizi bekliyorduk. Böyle yaparsak, daha az dramatik olacaktı sanki her şey. Garson masaya kahvelerimizle birlikte doğal görünümlü kraft paketlerin içinde rafine şekerleri bırakmak istediğinde, hemen müdahale etti.

“Alabilirsiniz, şeker kullanmıyor.”

Gülen gözleriyle garsona bakarken, ben de ona bakıyordum.

Bireyselliğin, kimseyi iyi tanıyacak kadar dinlememenin, kimseyle çok fazla derinleşmemenin çağıydı yaşadığımız. Beni bu kadar tanıyabilen, bu kadar dinlemiş, anlamış birinin olması bu hayatta ne muhteşem bir şeymiş meğerse. Hep benimleyken, hiç gitmeyecek sandığım bu cennetimsi his de geçiciymiş.

Gideceğini söylediğinde önce inanamamış, sonra çok üzülmüş, ardından onun adına sevinmiş, bi yandan da kızmıştım. Nasıl giderdin dünyanın sabahı bile başka saatlerde yaşayan denizaşırı kıtasına. Az mı sövmüştük üniversite yıllarımızda, mavisine, kırmızısına, yıldızına. Her geri kalan ülkeyi çomakla dürtmesine, insanlarını sokaklara dökmesine.

Sonra da kendime öfkelenmiştim. Ardından kabule geçtim. Zaten başka ne gelirdi ki elden. İyiliğini dilemekten başka.

“Kaçta inecek uçak?”

Önüme baktım. Kahvenin üstüne yapılmış yaprak desenini çay kaşığıyla dürterek. Gidişle ilgili soru sorma tabusunu bozan kişi olmak zordu.

“Sekiz saat koy işte.”

Her zaman yaptığı gibi konuyu sevecen bir pozitifliğe bulayıp katlanılmasını kolay hale getiriyordu. Arkadaşlığımız boyunca kolaylaştıran olmuştu. Formaliteleri, dualiteyi, duyguları, ihanetleri, acıları, zorlayıcı anları pamuklara sarıp yumuşatmıştı.

“Neden gidiyorsun neden?” demiştim ilk söylediğinde.

“Nasıl gitmeyeyim?” dedi. “Nasıl gitmeyeyim, gazetecilik mi var ki yapayım? Daha ne kadar iş arayacağım? Artık annemlere gidince paran mı bitti diyorlar. Ne acı. Özledim desem inanmayacaklar sanki.”

Kurduğumuz masmavi hayalleri düşündüm. Alınacak ödülleri, kovalanacak özel haberleri, yazacağımız adını bile koyduğumuz kitapları… Bu ülkenin çocukları kendilerini artık hayalleriyle gerçeklik arasında sıkışmış hissediyordu. Gitmek istemeden gitmekti bu. Oysa gitmek özlenmeliydi, yola çıkarken kalp pusulasıyla hareket etmeliydi. Çaresizlikten değil, Küçük Kara Balık gibi yeni suları keşfetmek için gitmeliydi.  Özgür olur muydu insan, yüreğindeki hapishaneyle uçtuğunda…

Hayalkırıklıklarının yoramadığı gözlerine baktım.  Hep aynı boy kestirdiği kısacık saçlarına, Akdenizli kanına, cıvıl cıvıl sesine… O dünyanın her yerinde yapardı. Ama biz onunla Cumhuriyet Meyhanesi’nde içemeyecek, köprüaltında balık yiyemeyecek, Sekiz Mart’ta yürüyüşe katılamayacak, yüksek egoları ti’ye alamayacak, sohbetlerimizle geceleri eskitemeyecek, şarap yetmeyince açık bakkal arayamayacaktık. Ağlamak için omzu olmayacaktı. Telefonda saatleri uydurmaya çalışacaktık. Belki açacak, belki açamayacaktı. Beyin göçü diyorlardı buna da bana kalsa kalp göçü denmeli. Bu insanı kaybettin ey ülke. Böyle güzel bir insanı nasıl kaybedersin, hadi dur de, kal seni seviyoruz de.

Kahveleri bitirdik. Onda artık Türk parası kalmamıştı nerdeyse. Metal kovanın içine dürüp koydum parayı. Arasındaki bozuklukların sesi yankılandı. Birbirimize baktık, gülümsemeye çalıştık. Fonda Sezen çalmaz mı bi de… Eşzamanlılıkları yakalamayı çok severdik. Duyunca gözlerimiz buluştu, parmağını kaldırdı, sanki müzik yukarıdan bi yerden geliyor gibi.

“Gülümse hadi gülümse, bulutlar gitsin. Yoksa ben nasıl yenilenirim, hadi gülümse…”

Gitti. El salladım, son geçiş noktasına kadar bekledim. Müzik fonda devam ediyordu. Fısıldadım içime içime…

“Belki şehre bir film gelir. Bir güzel orman olur yazılarda. İklim değişir Akdeniz olur gülümse…”

Deniz Köker

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir