Çok soğuktu hava. Bu izbe binanın çatısında olsalar Haliç’in üzerinden doğan güneşi görür, yüreklerinde bir umut yeşertebilirlerdi. Ama her an üstlerine yıkılacak kadar köhnemiş binanın bodrumundaydılar. Ayaklarından tavana asılıydılar. Çıplaktılar.
“Ulan it oğlu itler, şeref yoksunu piçler. Garibin fukaranın şifasına çöktü Apo dedirtir miyim lan kendime? Namımı iki paralık mı edeceksiniz siz benim puştlar?”
İki saattir dinlenmeden dövüyordu ama hâlâ hırsını alamamıştı Apo. Jilet gibi ütülenmiş lacivert takımı, Hermes Terre kokulu bembeyaz gömleği içinde mekâna inerken görseler film çekimi var diye peşine takılırlardı bu sarışın, iri yapılı adamın. Kırklarının sonlarında olmasına rağmen taş gibi tutmayı başardığı kalçalarına bir peştamal sarsak al sana Bernini’nin Apollo’su.Şimdiyse yer yer kan sıçramış, kolları dirseğine kadar katlı gömleği, ütüsü bozulmuş pantolonu, ter içinde kalmış güzel başı ile olsa olsa Rus mafyasından bir baba gibi görünüyordu.
“İndirin lan şunları, mal gibi bakmayın siz de.”
Siyah takım elbiseli, gür sakallı, birbirinin tıpkısı dört kara yağız adam söyleneni yapmak için hareketlendiler. İki haini indirdiler. Dikkatle basmamaya çalıştıkları dışkılarının üzerine yere bıraktılar. Yerlerde, duvarlarda eski dayaklardan sıçramış kan lekeleri, Apo ve adamları yokken bu mezbeleye sığınan evsizlerin pislikleri, üzerinde yarı çıplak kadın fotoğraflı gazete kağıtları. Uyanık olsalar bulundukları zemine kusarlardı. Ama yedikleri dayakla kendilerinden geçmişlerdi.
Apo, mekandaki tek mobilyaya, yer yer yırtılmış, sökülmüş, eskiden şık olduğu belli olan siyah deri koltuğa, bıraktı kendini. Sanki duyacaklar da cevap verebilecekler gibi bağırdı yerdeki peltelere; “Ulan aşı çalmak neyin nesi pezevenkler?” Kendilerinde olsalar “Abim, kulun köpeğin olayım abim,” diye yalvarırlardı. Ama üzerlerinde yürüyen sıçanların bile farkında değillerdi. Apo, makam koltuğunu çevirdi, bir tur attırdı koltuğa. Tüm heybetiyle ayağa kalktı. Gömleğini düzeltip pantolonunun içine düzgünce yerleştirdi. Koltuğun arkasında ütüsü bozulmadan duran ceketini geçirdi sırtına. Şoförünün uzattığı mendil ile elini sildi. İkincisiyle de hem elini hem yüzünü. Ela gözleri yorgunluktan kan çanağına dönmüştü. İki elinin parmaklarını sarı buklelerine daldırdı, düzeltti saçlarını.
“Sokağa çıkma yasağı da bitti Memo. Getir şuradan temiz bir maske de eve gidelim.”
“Bunları n’apalım Abi?”
“Hamza, sen kal başlarında. Aloş, sen de kapıda. Kalanınız eve gidin, dinlenin. Sokağa çıkma yasağı başlamadan evvel burada olun. Aynasızlarla papaz etmeyin beni. “
“Uyanırlarsa Abi?”
“Uyut Hamza, onu da mı ben söyleyeyim? Sakın öldürme. Cezalarını ben keseceğim.”
Yıkık dökük merdivenlerden çıkarken yavaştan ünlü iş adamı Abdullah Tanrıverdi kimliğine bürünmüştü. Memo’nun açtığı kapıdan girdi, arabasının krem rengi deri koltuklarına kuruldu. Önündeki ekrandan televizyonu açtı. Tüm kanallar Çin’den getirilen birinci parti korona aşılarının çalındığı haberini veriyordu.
“Şeytan diyor at şunların leşlerini çaldıkları aşılarla birlikte Sağlık Bakanlığının önüne.”
Geniş araba, daracık sokaklardan sessizce inmeye başladı Karagümrük’ten Cibali’ye. Memo, sabah mahmurluğu, akşamdan kalmanın yorgunluğu, daracık sokakları karıştırdıkça karıştırdı. Türlü camiiler, türbeler, hamamları ziyaret ede ede indiler Üsküplü Caddesi’nin köşesine. Denize doğru ilerlerken kendinden geçiverdi Apo. Kısa bir süre sonra önündeki ekrandan gelen sunucunun sesiyle araladı gözlerini. Televizyonun sesini açtı:
Kendilerine aşı sözü verilen bir grup insan aşının geleceğini duyuran hastanenin önünde toplanmaya başladılar sayın izleyiciler. Giyimlerinden ve hastaneye geldikleri özel araçlarından oldukça varlıklı oldukları belli olan grup, hastanenin aşı vaadiyle kendilerinden aldıkları paraların iadesini talep ediyor.
“Ne diyor lan bu haberler? Ensesi kalınlara mıymış aşılar?”
Memo utana sıkıla, “Abi kızmazsan,” deyip sustu. Dikiz aynasından bir göz hareketiyle verilen onay üzerine sözüne devam etti.
“Mecnun’un karısını biliyorsun. Doktorlar pek iyi konuşmuyorlardı durumu için. Hele bu salgından çok iyi korunmalı diyorlardı. Doktorları aşı gelir gelmez vurulmalı demişler. Bu hastalık şekil değiştiriyormuş. Daha tehlikeli olurmuş sonra. Daha da bulaşıcı olurmuş. Koruyamazlarmış sonra kadını.”
Bir nefes aldı, birazdan söyleyecekleriyle patronunun öfkesini üzerine çekmekten çekinerek daha alçak bir sesle ve daha yavaş bir tonda devam etti.
“Bu zenginlerin şoförlerinden duymuş Mecnun geçen hafta. Gelecek olan aşıları halka vurmayacaklarmış diye. Halka aşı diye etkisiz bir iğne yapılacakmış. Bu aşılar fahiş fiyatlara bu zenginlere satılmış.”
Apo’nun çatılan kaşları, ileri çıkan âdem elması, önündeki ekrana tiksintiyle bakan gözlerinden aldığı cesaret ile bitirdi sözlerini Memo.
“Çok kızdın, öldüresiye dövdük çocukları ama başka çaresi kalmamıştı ki Mecnun’un. İsmail de onu yalnız bırakamadı.”
Üsküplü Caddesi’nde araç kalabalığı ilerlemelerine engel oluyordu. Solunda Haraççı Karamehmet Camii, sağında Nalıncı Dede Türbesi, Apo derin düşüncelere daldı. Fakir fukara hep ölmeye mi mahkûmdu? Kim çevirecekti bu düzeni tersine, trafiğin bile üstesinden gelemeyenler mi? Kaza olmalıydı bir yerlerde, böyle tıkanıklık görmemişti. Kimse ölmemiştir inşallah diye içinden geçirdiği anda sokak ortasında sahipsiz bir ceset geliverdi gözünün önüne. Bir camiye bir türbeye bakıp, “Bak şu Allah’ın işine,” deyip gülümsedi gökyüzüne; görmediği ama oralarda olduğuna inandığı yaradanına hatırlattığı o sahne için şükreder gibi. Yarım saat önceki parlayan gürleyen, asan kesen adam gitmiş yerine yüzüne nur düşmüş Allah’ın Kulu gelmişti. Yumuşak bir sesle şoförüne seslendi.
“Geri dön Memo.”
Dikiz aynasından şaşkınlıkla kendisine bakan ela gözlere sordu;
“Mehmet Mimi’nin hikâyesini bilir misin Memo?”
Suskunluğu ‘hayır’ olarak kabul edip anlatmaya başladı.
“Sultan Murad Han, Murat’ların üçüncüsü, Kanuni’nin torunu. Hani yeni çıktı film, 50 metrekare. Ondaki adam oynuyordu bunun babasını Muhteşem Yüzyıl’da.”
“Tamam Abi anladım, Sarı Selim’in oğlu.”
“Gece bir rüya görmüş bu Murad. Uyandığında da hâlâ rüyanın etkisindeymiş. Veziri de Siyavuş Paşa. Çıkmış huzura, bakmış sultan fena, sormuş: Sultanım, canınız sıkkındır. Sebebi n’ola? Padişah telaşlıymış: Yolda anlatırım, demiş. Tebdil-i kıyafet, iki derviş gibi çıkmışlar saraydan. Yolu çok iyi bilen Padişah önde, veziri peşinde, önce Beyazıt’a çıkmışlar, Vefa’ya dönüp Zeyrek’ten inmişler Unkapanı civarına.”
“Buralarda yani, öyle mi Abi? Vay be. İstanbul sultanların şehriymiş.”
“Tam da buralarda Memo, Padişah geldiği noktada durup etrafını incelemeye başlamış ki bir ceset görmüş sokağın ortasında. Kim olduğunu sormuş ahaliye cesedi gösterip. Ayyaşın, sarhoşun tekidir Hocam, hiç bulaşma, demişler. Padişah güvenmemiş, nereden bildiklerini sormuş. Hep bir ağızdan cevaplamış ahali. Kırk yıllık komşumuzu bilmez miyiz? Anlatmaya başlamışlar sonra da birbiri ardına; Aslında iyi sanatkârdır da, Azaplar Çarşısı’nda çalışır da, nalının hasını yapar da… Amma ve lakin demişler, kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Şişe şişe şarap götürür evine. Nerede var yollu bir kadın, bulur takar peşine. Üstüne üstlük, demiş yaşlı biri, gören de yoktur camide.”
“Gömmüşler adamı be abi.”
“Sözle gömmüşler de icraatta gömmemişler, bırakıp gitmişler cenazeyi sokağın ortasında. Vezir de yola koyulmak üzereymiş ki Padişah sormuş: Hayr’ola Paşam, sen nereye? Ahali çekip gider de biz gidemeyiz. Tebaamızdandır adam. Kimse kalmasa da biz defnetmeliyiz. Vezir saraydan hoca yollayıp defnettirmeyi önermiş. Padişah o zaman rüyasını anlatmış. Dervişliğe devam edip cenazeyi kendilerinin kaldıracağını söylemiş. Vezir şaşırıp kalmış. Tabii bir de halktan uzak bunlar. İş güç nedir bilmez. Yıkanması paklanması var, tekfini, telkini var, diye söylenmeye başlamış. Duymazdan gelmiş Padişah, bir de bu üçüncünün dinî bilgileri filan bayağı sağlammış. Dinine de çok bağlıymış. Önce bir gasil hane bulmalıyız, demiş. Siyavuş mahalle mescidini göstermiş. Vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin Paşam? Üç kağıtçıya bak, bilmem ki Sultanım, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden…”
“Vay be, has adammış Padişah.”
“Ayasofya ile Süleymaniye’de bizi tanırlar, demiş. Fatih Camii’ne götürmüşler nalıncıyı. Kefen, tabut bulmuşlar, bakır kazanları ocağa vurmuşlar. Bir güzel yıkamışlar adamı, güzelleşmiş, nur yağmış yüzüne, bir tebessüm düşmüş dudaklarına.”
“Ne görmüş ki rüyasında sultan? Eren evliya mı bu nalıncı yoksa?”
“Kesme sözümü Memo, dinle. Yatırmışlar tabutunu musalla taşına. İçleri ısınmış nalıncıya. Vezir bu kez akıllıca konuşmuş. Bir ailesi var mıdır diye soruşturmadan getirdik adamı buraya. Padişah, fırlamış yola, nalıncıyı buldukları sokağa varmış. Sorup soruşturup nalıncının evinin kapısına ulaşmış. Kapıyı açan yaşlı kadına anlatmış olanı biteni. Hakkını helal et evladım, demiş karşısındaki dervişi sakince dinleyen kadın. Mehmet Efendi âlem bir adamdı, diye anlatmaya başlamış. Bütün gün nalın yapar, birinin elinde şarap şişesi görmesin; neyi var neyi yok verip satın alırdı.”
“Niye?”
“Padişah da sormuş. İçip günaha girmesinler diye helaya dökermiş. Dahası o kadersiz kadınları eve getirip sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım, öyleyse şimdi dinleyin bakalım, der, çeker gidermiş. Karısı menkıbeler anlatırmış onlara. Hep uzak mescitlere gidermiş. Öyle bir imamın arkasında namaza durmalı ki, tekbir alırken Kâbe’yi görmeli, dermiş. İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofulara uzanırmış. Beyim, demiş kadın bir gün, ahali seni kötü belleyecek. Cenazen ortada kalacak.”
“Bak bak, kadın da evliya, içine doğmuş.”
“Ahalinin ne sandığı umurunda değilmiş. Kazarım mezarımı ben kendi başıma, deyip kazmış mezarını bahçeye. Mezar açmakla bitiyor mu? Seni kim yıkasın, kim kaldırsın? demiş kadın. Padişah heyecanla ne cevap verdiğini sormuş. Önce uzun uzun gülmüş, sonra; Allah büyüktür hanım, demiş. Padişahın işi ne?”
Memo’nun gözleri doldu, burun kanatları açılıp kapandı birkaç kere.
Apo’nun aklındakini tahmin ediyordu sanki ama emin olamıyordu. Boş boş baktı patronuna dikiz aynasından. Gelmek üzereydiler üç çeyrek saat önce çıktıkları binaya. Ceketinin iç cebinden telefonunu çıkardı Apo. Aradığı ismi buldu rehberde. Bastı arama tuşuna.
“Mahmut, bana güvenilir bir doktor bul.”
…
“Ne demek nasıl bir doktor olsun lan? İnsan olsun, ağzı da sıkı.”
…
“Nereye olacak oğlum, Karagümrük’teki binaya getir, hemen.”
Memo arabayı park etti, kapısını açtı patronunun. Aloş biraz önce giden adamların neden geri geldiğini anlamak için bir işaret görmeye çalıştı, bulamadı. Hızla binaya daldı Apo, peşinden de Memo.
“Kaldırın şunları yerden, yıkayıp paklayın, yaralarına baktırın.”
Hamza talimatı yerine getirmek için hareketlenirken gözleri ile Memo’ya “Hayrolsun?” diye durumu sordu. Memo, gözleriyle “Sen ne biliyorsan ben de onu biliyorum,” diye cevapladı tıpkısını.
Apo’nun heyecandan içi içine sığmıyordu. Telefonunu bir daha çıkardı, bir daha bastı arama tuşuna.
“Mahmut.”
…
“Efendiler götürsün Mahmut. Beş yüz bin tane de hasta, yaşlı fakir fukara bul.”
…
“Çok soru soruyorsun Mahmut. Doktor aşı yapacak işte. Kimse duymasın ha.”
Arkadaşlarının taşımaya çalıştığı pislik içindeki iki adam duysa, şükür duaları okurlardı. Ama Apo, “Varsın ahali de bizi hırsız bilsin,” derken hâlâ baygındılar.
Zeynep Ebla Ceylan