Caddenin gürültüsü azalmış gibiydi.

Pencerenin önünde, iki koltuğun arasındaki sehpanın üzerinde duruyordu fincan. Tabağın kenarına işlenmiş kabartmalı kırmızı güller, yarım bırakılmış çayın ağırlığını unutturacak kadar neşeliydiler. Fincanın iç kenarında da aynı güllerden vardı.

Birazdan kapıyı çalacaktı Seher Hanım. Yatılı kalması kızların ısrarına rağmen kabul edilmemişti. Ponponlu terliklerin, çelik kapıya doğru yavaş, zarif ve ahenkli ilerleyişinin sesi duyulacaktı önce. Sonra anahtar kilidin içerisinde üç kere dönecekti. Salondan, tok sesli bir erkeğin söylediği şarkılar duyulacaktı. Yüzünü buruşturamayacaktı Seher. Türk Sanat Musikisinin ne kadar önemli olduğu defalarca anlatılmıştı ona. Salondaki sehpanın üzerinden fincanı alacaktı. Makinaya koymayacak, elinde dikkatle yıkayacaktı.

Evde çok eşya ve çok iş vardı. Sadece duvardaki girintilere yerleştirilmiş bibloların temizlenmesi bile iki üç saat sürüyordu. Seher en çok bir masanın iki yanına oturmuş kabarık elbiseli kadın ile tuhaf şapkalı adamı seviyordu. Adamın beyaz lüleli saçlarının peruk olduğunu söylemişti anne. Seher ‘anne’ diyordu ama Nahide Hanım’ın bu hitaptan hoşlandığı söylenemezdi. Yardımcı kadın kısmının varlığı da yokluğu da zordu bu evde.  Bir keresinde Teşvikiye’deki evlerinde kadınsız kalmıştı Nahide Hanım. Üstelik neredeyse her akşam konuk ağırlıyorlardı o zamanlar Hamit Bey’le birlikte. Temizlik için gelen Hatice’ye dert yanınca, utana sıkıla yeğenini önermişti. “Elinden her iş gelir, benden güzel yemek yapar,” demişti.  Yeğenin yetişkin bir delikanlı olduğunu işitince “Beyime sorayım,” demişti tabii NahideHanım. İyi ki sormuştu ve iyi ki kabul etmişti Hamit Bey. Ne Teşvikiye’deki yıllarda ne de caddedeki bu eve taşındıktan sonra, o delikanlı kadar söylediği sözü anlayan, nerede ne yapacağını bilen birine rastlamıştı doğrusu. Tertemiz giyinir, şarap servis ederken peçeteyi mükemmel kullanırdı.  

Az uyuyordu bu şehir. Daha hava aydınlanmadan araçların gürültüsü tekrar yükselmeye başladı. Günün ilk ışıkları cadde tarafından düşmez, yan pencereden ortadaki Bünyan halının üzerine vururdu. Yağcıbedir’i pencerenin önünde seviyordu evin hanımı. Çoğu el oyması olan antika eşyaların ağırlığı hissedilmiyordu bu salonda.  Sehpanın üzerinde duran fincanın gülleri gibi ihtiyar bir neşe sızıyordu yaşanmışlığın seçkin renklerinin arasından.  Yağcıbedir’inkırmızısı bu yüzden salondaydı belki. Ya da Nahide Hanım’ın ışığında sadece ihtiyarlık yoktu. Güllerin genç olduğu zamanlar da olmuştu. Keyifli çay partilerinden, nitelikli dedikodulardan, hatta Fransızca sohbetlerden habersiz değildiler. Bavaria porselen fincanlarda çay içmek önemli bir ayrıcalıktı o zamanlar. On iki kişilik takım hakkıyla kullanılmıştı doğrusu. Şimdilerde ise ceviz büfenin camlı bölmesine özenle yerleştirilmişler, Nahide Hanım’ın akşamları içeceği bir bardak çayı bekler olmuşlardı. Seher çıkmadan demlerdi. Çok açık içmesine rağmen hakkıyla demlenmiş harmanını arardı hanımı. Mutlaka pencerenin önüne oturur, ilk yudumu aldıktan sonra da “Çıkabilirsin kızım,” derdi. Evin hanımı olmak en sevdiği rolüydü belki de.

Artık gün aydınlanmış, caddenin gürültüsü en kötü halini almıştı. Fincan her zamanki yerinde duruyordu. İçindeki çayın siyah kirli bir iz haline gelmesi ve güllerin zar zor görüneceği kadar dolu olması tuhaftı.

Önce asansörün sesi duyuldu. Dördüncü kata kadar çıktı. Tok bir sesle durdu. Kapı açıldı. Bir iki kısa adımın ardından zil çaldı.

Tekrar çaldı.    

Tekrar ve uzun.

Ponponlu terliklerin, çelik kapıya doğru yavaş, zarif ve ahenkli ilerleyişinin sesi duyulmadı.

“Bu öykü, Kırmızı Kalem Edebiyat & Hakan Akdoğan ile Kurgu Üretme ve Çözümleme Atölyesi’nin öğrencisi olan Birgül Asena Güven tarafından, Betimleme konusuna örnek olarak yazılmıştır.”

 

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir