Cemal aradı.
Alışverişte kasanın önündeki iki kadının kocalarını yarıştırdıkları kuyrukta sıranın bana gelmesini yaşımı on yaş daha büyüten ellerime bakarak sabırla beklemiş, kasiyere gülümsemiş karşılığında fişi istiyor musunuz sorusundan başka bir cümle duyamamış, okul çıkışında servise en son binen kızımın şikayetini dinlemiş, servis ablasına içimden en gün görmemiş küfürleri sıralamış, yüzüne ‘‘Haklısınız, en kısa zamanda ben kendisiyle konuşacağım,’’ sözünü vermiş, apartmanda peşi sıra ardından bağırmama rağmen sözümü dinletememiştim. Kural bozulmamıştı. Bizim ailenin sözü dinlenmeyeni bendim. Annem bir babamı dinlerdi. Babam öldükten sonra ise sadece abim Cemal’i.
Titreyen telefonun ekranına baktım. Birazdan derzleri silinmekten ağarmış fayanslara bakarak Cemal’i dinleyecek, sözlerini onaylayacak, ‘‘Ama haksız mıyım Betül?’’ beklentisi belli sorularını cevapsız bırakmayacak, haklı olsam bile bol bol haksız duruma düşecek,’’ Anlıyorum Cemal. Doğrudur, sen daha iyi bilirsin. Sen ne zaman istersen Cemal,’’ ezberleriyle konuşmayı sonlandıracak, yüzümdeki fener balığı mutsuzluğuyla çorbayı karıştıracaktım. Cemal ile konuşulmazdı sadece dinlenirdi. Çünkü Cemal çok uzaktaydı ve her zaman haklıydı.
Ekranın ışığı yanıp sönerken yeşil oka bastım, kabul ettim. Çünkü ailenin kabul edeni benim, direnemem. Boşanma dilekçesini de çabucak imzalamıştım, nafakasız. ‘‘Salaksın kızım sen,’’ demişti Cemal. Kazandığı her kuruşunu teslim ettiği, lüks düşkünü, porselen delisi karısıyla henüz daha evli değildi.
Annemlerin evinde, fayansların önünde bir elinde kürdan diğer elinde annemin sadece o geldiği günler yaptığı sütlü nuriyeyi ağzında çevirirken söylemişti bunları. Sakallarına şerbet bulaşmış, tezgaha dökülen fındıkları yaladığı parmaklarıyla toplarken yüzüme bakmadan devamını getirmişti. ‘‘Evi bari alsaydın üzerine. Şimdi bu çatlak kızınla annemin evine mi döneceksin, utanmıyor musun?’’ Anneme bakmıştım. Elinde bez lavabonun içine bakıyordu. ‘‘Saçmalama Cemal. Bizi düşünmeyen bir adamın çöpünü bile almam. Hem annem ve babamın evi burası, el değilim ya ben, öyle değil mi anne?’’ demiştim artık onayını geleceğinden emin bir ifadeyle. Annem ise fayansların derzlerine yerleşmiş kalınlaşmış yağ lekelerini kazımaya geçmişti elindeki her şeye sürdüğü bez ile. Çünkü ailenin sözü dinlenenlerinden değildim ve derzlerin eski beyazlığına kavuşması daha önemliydi. Annem ağzının ucuyla ‘‘Misafir odası boş,’’ demişti o gün. Ben duymuştum Cemal değil. Boşanıp taşındıktan sonra Cemal hep annemi aradı. Annemin mutfağa saklanıp derzleri kazırken yaptığı telefon konuşmalarından bana selam yolladı.
Bu kez benim telefonumdan beni arıyordu. İş yerindeki Selma’nın telefon ekranında abim yazıyordu, abisi aradığında. Benimkinde sadece Cemal. Yıllar sonra ilk kez beni kendi telefonumdan arıyordu. Telefonu açtım. Cemal susuyordu. Arayan kendisiydi ama susuyordu.
‘‘Alo abi, alo. Orada mısın?’’ diye heyecanımı gizlemeden sordum.
‘‘Efendim,’’ dedi.
‘‘Yahu abi,’’ dedim. ‘’Arayan sensin. Neden efendim diyorsun,’’ derken kıkırdıyordum bir de. Bir zamandır firarda olan keyfim yerine bile gelmişti. Onun da bu söylediklerime gülümsediğini düşündüm.
‘‘Betül,’’ dedi. ‘‘Müsait misin, annem yakınında mı?’’
Mutfaktan başımı uzattım. Günün bu saatlerinde odasındaki yeşil kadife koltuğunu itekleyerek camın önüne çekip oturur, dizlerinin üzerine babamın son günlerde yanından ayırmadığı uzun kuyruklu dul kuşu işlemeli kırlentini alır, mırıldanarak dışarı izlerdi. Yerine yerleşmiş, mırıldanıyordu.
‘‘Abi,’’ dedim. ‘‘Hayırdır, korkutma beni,’’
‘‘Yahu ne felaket çağırıcısın. Neden korkacaksın? İnsanın abisi arayınca korkar mı?’’ gergin gülümsemesi hattın hışırtıları arasında kaldı. Soru cümlesini cevaplamadım. Cevaplamaya kalksam dinlemeyecekti.
‘‘Cevabını bildiğin soruları sormamayı öğrenmen lazım,’’ demişti bana babamın bizi ölmeden önce mal dağıtımı yapmak için tapuya getirdiği gün arabada. Babam Kurtuluşta kendi oturdukları daireyi ve Selimiye’deki yazlığı ikimize eşit şekilde pay edeceğini böylelikle kimsenin kimsede hakkı kalmayacağını, kendisinin de gözü arkada gitmeyeceğini söylemişti. Annem yüzünü sallamış. Cemal ‘‘Sen bilirsin baba,’’ diye kesip atmıştı. Ben ise, benim için hiçbir önemi olmayan bu mal mülk işlerinin nasıl olup da hayatlarımızda bu kadar geniş bir yer kapladığını anlamlandırmaya çalışmıştım. Babam ölüyordu biz birtakım kağıtlara imzalar atıyorduk. Babam ölürken, annem hayatta ve sağlıklıyken, beni kimse dinlemezken biz bölüyor, bölüştürülüyorduk.
Babamı toprağa verdiğimizde mal paylaşımı bitmişti. Birkaç ay sonra Cemal Avusturalya’ya taşındı. Ben boşandım. Annem sessizleşti. Kız ile annemin yanına yerleştik. Annem daha da sessizleşti.
‘‘Abi seni dinliyorum, annem odasında, merak etme,’’ dedim mutfakta fayansların önündeki dağınık tezgaha dayanmış, masanın altında itilmiş beyaz plastik tabureyi ayağımla bir ileri bir geri oynatırken.
Telefon konuşmamız bittiğinde annem odasından çıkıyordu. Yemek hazırlama saatim gelmişti demek. Odasından akşam altı gibi çıkar, salondaki divanda biriktirdiği bulmacaları çözdükten sonra işten geldikten sonra hiç çıkmadığım mutfağa seslenirdi. ‘‘Betül tarhanayı ıslayıp masaya koymuştum. Çevirmeyi unutma.’’
Çorbayı ateşe koydum. Tarhana taneleri birbirine yapışmasın diye tahta kaşıkla çorbayı aynı yöne hızlı hızlı döndürdüm. Borcu çokmuş. Para yatırdığı işletmeci ortağı bunu dolandırmış. Ödeyemezse ev barkı dağılır, ülkeden de atılırmış. Ne yani bu yaştan, bunca hayattan sonra ana evinde mi yaşayacakmış. Yanlış anlamamalıymışım, öyle demek istememiş. Yazlığa da gitmiyormuşuz zaten artık. Bir imzama bakarmış. İki güne satılırmış. Evin parası onu bu bataktan çıkarırmış. Bir daha böyle işlere girişmezmiş zaten. Porselen delisi karısının aklına uymuşmuş. Borcu kapadıktan sonra artan bir para olursa da benim hesabıma yatırırmış. Elbette bu konuda ona destek olacağımdan hiç şüphesi yokmuş ama sormadan da olmazmış, onun biricik kardeşiymişim. Tarhana bir türlü açılmadı. Döndükçe topakları arttı. Dibine yapıştı. Ocağın altını kapadım, tarhanayı o halde bıraktım. Annem içerden seslendi, cevap vermedim. Cemal’in telefonu ilk açtığındaki kaygan sahte samimi sesinin kapatırken, ‘’ Senin biraz aklın olsaydı kocan bırakıp gitmezdi be,’’ deyişindeki öfkeyle nasıl yer değiştirdiğini düşündüm. Gülümsedim.
Yıllar sonra ilk kez kendi telefonumdan abim Cemal beni aradı. Akşama yemek yok. Cemal’e ‘‘Yok,’’ dedim. ‘’İmza mimza vermem. Babam ölürken son sözü söyledi. Hem o zaman da zaten beni kimse dinlemedi.’’ Telefonun ucundaki sinyal sesiyle bir süre bekledim.
Beyaz fayansların önündeki tezgahta soğumuş kahvemden bir yudum aldım. Derzlerin üzerindeki yağları dün kazımıştım, parlıyorlardı. Sigaramdan derin bir nefes çektim, dumanını üzerlerine üfledim. Gülümsedim.
Aysim Demiröz Göral