Sağ omuzuna vurduğu eğri sopasının ucunda kocaman kareli mendiline sardığı çıkını, ayağında kenarları yırtık kara lastiği, sırtında yaz kış çıkarmadığı abası ile dağ bayır dolaşıyordu yaşlı adam. Göğsüne kadar inen apak sakallarına mavi boncuklar diziliydi. Hayal satıyordu, en çok çocuklara. Ununu elemiş, eleğini asmışlara da sattığı olurdu, ancak onların, umudunu yitirmemiş, hayal kurmaktan vazgeçmeyenlerine. Yaban hayvanlarının açtığı patikalardan geçer, dağların arasındaki koyaklardan yeşil vadilere iner, terkedilmiş köylerde hüzünlenir, bacası tüten kerpiç ev kümelerini görünce şenlenirdi. En çok o, bir lokma bir hırka inançlı yerlerde kendine ihtiyaç olduğunu bilirdi. Şehirlere uğramazdı, oralardaki insanların yorgun beyinlerinde hayali sığıştıracak ufacık bir köşe bile kalmadığını çoktan öğrenmişti. Hayal satıyor dediysek para pulla işi olmazdı Hayalcinin. Yalnızca kocaman bir gülümseme ister çürümüş dökülmüş dişlerle ister kırış kırış gözlerle ister gül dudaklarla olsun, yeterdi ona. Hassan’ı gördüğünde sümükleri yol yol akmış, aktığı yerde öylece kurumuş suratını ışıldatan gülüşüne vurulmuştu. Soğuktan, rüzgardan patır patır patlamış dudaklarının arasından çarpık çurpuk bembeyaz dişleri, pamuk şekerler kadar pembecik ağzı ile öyle bir gülmüştü ki çocuk.
Çok uzun çok zor yolları aşmıştı Hassan. Günlerce güneşin tüm acımasızlığı altında başlarına bezler sararak yürümüş, gecelerce birbirlerinin sıcağına sığınıp kaya diplerinde nefeslenmeye çalışmıştı kafile. Sonunda sınır denen şeyi aşmışlardı. Bambaşka bir şey düşünüyordu Hassan, üzerlerinden nasıl atlayacağını çok merak ettiği, biraz da korktuğu yüksek yüksek duvarlar, burçlarında tepeden tırnağa silahlı askerlerin kendilerini gözlediği kaleler geliyordu aklına, kitaplarda öyleydi. Belki de beyaz bir bayrak sallayacaktı kafile başkanı, açılan koskoca demir kapıdan başlarını kaldırmadan, nöbetçilerle göz göze gelmemeye çalışarak sessizce geçeceklerdi ve bambaşka bir dünyada bulacaklardı kendilerini,yemyeşil bir dünyada. Öyle olamadı ama, gördüklerine inanamamıştı Hassan, aynı kupkuru topraktaydılar, ne bir çiçek ne bir yeşillik vardı etraflarında. Yuvarlak yuvarlak tellerdi sınır dedikleri, dikenlerine renksiz, şekilsiz, lime lime kumaş parçaları takılıydı, bir de kararmış kuş tüyleri.
Küçücük yaşında ona reva görülen acılara, ardında bıraktığı evine, köyüne değil de telde çırpınan kuşa ağlamıştı uzun uzun. Zamanı yoktu onu kurtarmaya, duramazlardı, asla durmamalıydı kafile. Ölülerini bile gömemeden, başlarına bir taş koyamadan öylece bırakmışlardı kızgın toprağa, alıcı kuşlara, yabani hayvanlara. Yürürken yas tutmayı, yürürken ağlamayı öğrenmişti hepsi. Sonunda varmışlardı, balçık toprağa serilmiş bir çadır kentteydiler artık. Kış gelmiş, hayatlarını daha da zorlaştıran yağmurlar başlamıştı. Hep ıslaktılar, hep üşüyorlardı, hep çamurda yaşıyorlardı. Hayalciyle orada tanıştı Hassan. Yaşlı adamın merhabasını öyle gönülden gülerek cevaplamıştı ki küçük çocuk, hemen yanına, çamura çömeliverdi Hayalci. Önce gökyüzüne, bulutlara, yıldızlara bakmayı öğretti ona, sonra hayalini sordu.
Hassan bilmiyordu ne hayal kurmayı ne kendi hayalini. Tek istediği unutmamaktı. Cebine tıkıştırdığı kirli yırtık fotoğrafı çıkarıp gösterdi, kırış kırış olmuş siyah beyaz fotoğrafta bir kadın bir adam duruyordu yan yana, yüzleri kahverengi lekelerden seçilemiyordu. Buğulanmış kara gözlerini fotoğraftan ayıramadan ”Ah,” dedi Hayalci’ye “Ah keşke bir fotoğraf makinem olaydı, anamı bubamı tavuklarımı ille de beneklimi çekeydim, hele Karabaşımı.” Nasıl bakmıştı kocaman gözleriyle, anlamıştı onu bırakacağımı. “Yemin ederim amca,” diye ağlamıştı arkamdan, hiç öyle sesler çıkardığını duymamıştım daha önce, “Bubamı çok az hatırlıyorum, bir gece götürdü yüzü gözü sarılı adamlar, anamsa zaten yolda… Hiç değilse her gece suretlerine bakardım yatağımda, ısıtırlardı beni. Şimdi unutup gidicam hepsini.’’ Ağlıyordu artık. Hayalci keçeleşmiş saçlarını okşadı Hassan’ın “Bak gördün mü? İşte senin hayalin bu güzel çocuğum,” dedi “Daima peşinden git, yakalayınca sımsıkı kucakla onu, asla bırakma.”
Yüzü ışıdı Hassan’ın, o gece ilk defa hayal kurdu, kabussuz uyudu. Sabah arkadaşlarını topladı etrafına Hayalci Dede’nin söylediklerini anlattı dili döndüğünce. Kara kara gözler şaşkınca anlamazca baktılar önce. Küçücük çocukların ne hayali olabilirdi ki, gönüllerince oynamak, bir de tok karnına uyumak o kadar. Ona da bir tas çorba, bir somun ekmek yetiyordu. Ama çabuk öğrendiler. Gündüzleri çamur oynayıp gece yıldızlara bakıyor, birlikte hayaller kuruyor, birbirlerine anlatıyor, hayallere sığınıyorlardı.
Zaman aktı, çamur çocuklar için yine yollar göründü ama bu sefer otobüslerle gemilerle. Yine tıklım tıkış, yine uzun, yine zor yollar. Her biri daha önce hiç bilmedikleri ülkelerde buldular kendilerini. Kimi hayallerinin peşinden gitti, kimi başkalarının hayallerini gerçekleştirdi, kimi hayallerini kaybetti. Hassan şanslılardandı, ne o hayalini terk etti ne de hayali onu. İlk fırsatta aldığı elden düşme fotoğraf makinesiyle sevindirdi hayalini. Sonra daha büyüklerini daha gelişmişlerini koydu sırt çantasına. Ayağında tabanının delik olmasına aldırmadığı botları, üzerinde güneşten tozdan solmuş bol cepli parkasıyla, uzun saçlarına dizdiği mavi boncukları şıkırdatarak dolanmaya başladı dağlarda bayırlarda, yoksul köylerde, illa göçmen kamplarında. Gökyüzüne bakıp hayal kurmayı öğretti çamur çocuklara, sonra fotoğraflarını çekti. Plastik terliğini eline geçirip selfi yapan maskaraları, kocaman adamları karşısına oturtup karton kutuyla ciddi ciddi film çekenleri, tahta parçasından gözlük yapanları, çamurdan yollar inşa eden minicikleri çekti. O çekti dünya gördü, o çekti insanlık gördü. Hayaller hayalleri kovaladı, kimi gerçek oldu, kimi çamurda kaldı. Ama ölmediler, hayaller ölmezdi.
Nilüfer Türk