Merhaba Birce, hoş geldin. Taze Kitap & Yeni Yazar Söyleşileri’nde konuğumuz olmayı kabul ettiğin için çok teşekkür ederiz. Öncelikle seni tanımak isteyen okurlarımız için biraz kendinden bahseder misin? Birce Abacı kimdir? Gündelik hayatında neler yapar?
Merhaba, hoş bulduk. Ben de nazik teklifiniz için teşekkür ederim. Kırmızı Kalem’de yer almak benim için çok kıymetli.
42 yaşında bir mühendisim. Mesleğime bilgi teknolojileri alanında proje yöneticisi olarak devam ediyorum. Evliyim, bir kız çocuğu annesiyim. Gündelik hayatım pandeminin hayatımıza katmış olduğu evden çalışma düzenli ile evde yaşama düzeni arasında gidip geliyor. Sabah mutfağı toparlayıp toplantıya giriyorum ya da bazen soğan kavururken telefonda birilerine yapılması gereken işleri anlatmaya çalışıyorum. Yorucu da olsa, bazen şikayet de etsem bu düzeni değişmem. Sanırım benim en büyük motivasyonum istediğim kadar evde olabilmekmiş, bu dönemde bunu anladım. Hayatımın her alanı, ki buna yazmak da dahil, benim bu motivasyonumdan besleniyor. Kitap da işte bu şekilde geldi.
İnsanın yayınlanmış bir romanının olması nasıl bir his? Nasıl başladı bu yolculuğun ve nasıl geçti?
Lisede kompozisyonlarım hep çok başarılı bulunurdu ancak yazmak üzerine hiç kafa yormazdım o zamanlar. Üniversiteyi bitirdiğim dönemdeki iş arama sürecimde başladı aslında her şey. Annemin bana bulduğu yazı fikirleri ve verdiği motivasyonla İzmit’te yerel bir gazetede haftalık köşe yazıları yazmaya başladım. Gündelik olaylarla, o dönemki duygularımla ilgiliydi. Kısa bir zaman içerisinde kendi mesleğimle ile ilgili işe başladım ama köşemi bırakmadım. Bu şekilde sekiz sene devam etti ama bir noktada yazmaya küstüm birden. Gazeteyi bıraktım. Seneler sonra aldığım yaşam koçluğu danışmanlığı sırasında beni ben yapan, herkesten her şeyden bağımsız kalarak yaptığım şeyin yazmak olduğunu keşfettim. Bunun üzerine ne yapsam diye düşünürken yolum Erbulak Yaratıcı Yazarlık Eğitimi’yle kesişti.
Bu eğitime başlarken bile asla olmaz dediğim bir şeydi kitap benim için. Bir fikirle başlayıp o fikir üzerinden birbirleriyle bağlantılı binlerce cümle üretmek imkansız gelirdi. Yazmayı çok seviyordum ama kitap korkutucuydu. Zamanla kırıldı bu korkum. Nasıl kırıldı derseniz, yazdıkça, yazdıklarımı insanlar sevdikçe, daha çok okudukça aştım bunu.
Şimdi ise büyük bir gurur kaynağı benim için. Nasıl yazarım dediğimi elimde tutabilmek, kızıma örnek olabilmek, beni hiç tanımayan insanlara satırlarımı okutabilmek maddi karşılığı olmayan muhteşem bir his.
Yazarken önceden planlar mısın, çalakalem mi yazarsın?
Fikirler hep olur aklımda. Genel bir plan yaparım ama çok detaya girmem. Çalakalem yazarım demek daha doğru benim için bu noktada.
Hangisini yazmak daha keyifli? Kısa öykü mü roman mı?
Her ikisinin de kendine has zor ve kolay tarafları var. Kısa öyküler az kelimeyle çok şey aktarmak açısından heyecan verici ama bu dar alan yazar açısından bir o kadar zorlayıcı.
Romanda ise alan uçsuz bucaksız. Bu sınırsızlık ve böylesi geniş alanda tutarlılığı nasıl sağlayacağım hissi tedirginliğe sürüklüyor. Yine de çatıyı bir kere doğru kurdunuz mu akıp gidiyor.
İlla birini seç derseniz de sanırım roman derim, sınır sevmediğimden olsa gerek.
Bugünkü bakış açınla ilk yazılarını nasıl değerlendiriyorsun?
Gazete yazılarımı çok acemi buluyorum ama bunda konuların çok gündelik olmasının da etkisi var elbette. Yaratıcı yazarlıkla beraber hem yazdığım konular çeşitlendi, karakter üretmeyi, farklı yazma tekniklerini öğrendim. Bu da zenginleşmemi sağladı. Yine de hala alınacak çok yol, yazılacak çok kelime, okunacak çok kitap var.
Biraz da romanınla ilgili merak ettiklerimi sormak istiyorum. Eşlerinden şiddet gören kadınların maddi imkanları olsa da ayrılamadıklarını, kaçıp gidemediklerini görüyoruz romanda. Ülkemizde yaşanan kadın cinayetlerinde katillere hak ettikleri cezanın verilmiyor olması ve cinayetlerin giderek artması, sanki kadınların göz dağı vermek için yapılıyor gibi. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?
Bir kız annesi olarak bu durum içimi kavuruyor. Her yeni olayda sürekli kanayan bir yara var içimde. Bir türlü iyileşmiyor.
Kadınlar öğrenilmiş çaresizliklerinden kurtulamıyorlar bir türlü. Dediğiniz gibi maddi imkanlara rağmen hala bu şartlar altında yaşayanlar var. Toplumuzun kültürel yapısının da kadınların bu karanlık yoluna çok ışık tuttuğu söylenemez.
Yeni nesli yetiştiren ebeveynlere çok iş düştüğü kanaatindeyim. Sınırsız sevgi ve şefkatle büyüyen, insana, hayvana, doğaya zarar vermenin kötü olduğunu çocuk yaşında öğrenen hiç kimsenin büyüdüğünde etrafına zarar verebileceğini, kendini sevmeyi öğrenen, en iyisini hak ettiğini bilerek yetişmiş kimsenin de zarar gördüğü ortamda barınabileceğini düşünmüyorum ben.
Son olarak keşke anne baba olmanın da bir ehliyeti olsa. Bugünün canileri dünün çocukları çünkü.
Spoiler vermek istemiyorum ama evlenip gurbete giden kızların memleket hasretlerini bir nebze olsun dindirmek amaçlı yapılan bir şeyden bahsediyorsun romanında. Ben de evlenip İstanbul’a geldiğim ilk yıllarda çok özlerdim doğduğum büyüdüğüm şehri. O nedenle bu bölümden çok etkilendim. Bu senin hayal ettiğin bir şey miydi? Yoksa daha önce yapıldığını duyduğun gördüğün bir şey mi?
Ben bunu Muğla / Milas’ta restore edilmiş eski bir konakta gördüm. Yatak odasının duvarları böyle resimlerle donatılmıştı. Neden diye sorduğumda rehber anlatmıştı. Çok etkilenmiştim ve bunu bir gün mutlaka yazmalıyım diye aklımın bir köşesine not etmiştim. Kısmet ilk romanıma oldu.
Romanda iki çocuğun arasındaki masum arkadaşlığın, sınıf farkı nedeniyle yetişkinlikte nasıl bir değişime uğradığını görüyoruz. Aşağılanan tarafın yaşadığı hayal kırıklığı ve incinme birebir okuyucuya geçiyor. Kendi kendisiyle konuştuğu bölümleri yazarken Suna’nın yaşadığı duygulara empati yapıp sanki sen oymuşsun gibi yazmışsın. Bunu nasıl yapabildiğini merak ediyorum.
Suna benim roman boyunca çok üzüldüğüm bir karakter. Her yaşadığı olayda onu bağrıma basmak istedim. Yazarken Suna’ya sarılmak istedikçe kendimi Suna karakterinin kafasının içine yerleştirdim. Sanki ayna karşısında kendine bakan, koltukta oturan, yerde yatan benmişim gibi hissettim. Bu şekilde okuyucu en çok onun çığlıklarını duyar diye düşündüm sanırım.
Romanda Cemile geçmişi aydınlatarak bugününü şifalandırıyor. Mektup, fotoğraf, tren bileti, bir tutam saç. Sen böyle şeyler biriktirir misin? Geçmiş ve gelecek. Hangisi daha çok meşgul eder seni?
Evet biriktiririm ama bugünlere ait biriktirdiğim şeyler bana yeterince nostaljik gelmiyor. Gelecekle çok bir işim yok. Benim biriktirdiklerimden artık kızım faydalanacak.
Beni eskiden ailemin biriktirdikleri daha çok heyecanlandırıyor. Romanın girişindeki bavul hikayesini ben birebir yaşadım. O yazdığım bir tutam saçı elimde tuttum, kendi saçımın yanına koydum. Doğum belgelerim, neyi ne zaman ilk yaptığıma ilgili annemin notları, askerdeki babama yazılmış mektuplar. Benim için gerçek bir hazineydi. Romanım kurgu karakterlerden oluşturmuş da olsam ilk ilhamım o kahverengi bavulla oldu. Galiba ben de Cemile gibi kendimi şifalandırmanın peşindeyim, kim bilir.
Şu anda yazdığın yeni bir kitap var mı?
Kafamda uçuşan fikirler var ama henüz çok şekillenmedi, bakalım kısmet.
Yazar olmak isteyenlere neler tavsiye edersin? Yazarlık atölyeleri hakkında ne düşünüyorsun?
Atölyeleri çok faydalı buluyorum. Çevrimiçi çalışmaların yaygınlaşması da bu atölyeleri daha erişilebilir kıldı. Yazabiliyor olmak güzel ancak işin tekniğini öğrenmeden olmaz bana göre. Bu atölyeler de işte burada devreye giriyor. Kıymetli hocaların bilgilerinden, deneyimlerinden faydalanmanın yanı sıra nitelikli okur olmak açısından çok besleyici. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; bu şekilde çok fazla atölye var. Seçici olmakta fayda var.
Türk yazarlar içinde bu kişinin eserleri beni yazar olmak için çok motive etti diyebileceğin bir yazar var mı?
Ayfer Tunç ve Nermin Yıldırım. İkisini de büyük hayranlıkla okuyorum.
En son, hangi kitapları okudun?
Martin Eden ( Jack London) ve Yarının İşini Yarına Bırakma ( Ufuk Tarhan) kitaplarını okudum. Farklı içerikler de olsa ikisinden ayrı ayrı keyif aldım.
Kırmızı Kalem’in notu; Sevgili Birce Abacı’ya yazı yolunda değerli bilgi tecrübelerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederiz. Kaleminin hiç susmaması dileğiyle…
Röportaj: Aynur Dervişoğlu