Başını kaldırıp uykulu gözlerle gökyüzüne baktı. Nereye gideceğine karar veremeyen beyaza boyalı pamuk şekerlerinin, telaşla birbirini kovaladıklarını gördü. Gökyüzü, bu neşeli koşturmaya gülümseyerek tanıklık ediyor, oyuna ara veren haylaz öbeklerin etrafa saçılmalarıyla ortaya çıkan mavi mücevherini cömertçe sergiliyordu.
Sakin adımlarla bahçe kapısına doğru yürüdü. Her sabah güne başlarken yaptığı ilk iş bu kapıyı açmaktı. Bronzdan yapılmış minyatür hayvan biçimli, döküm asma kilidin anahtarını çevirerek kilidi kapıdan çıkardı. Minik dağ keçisini avucunun içine alıp besmeleyle kapıyı açtı. Kilidin üzerindeki bereket duasını alışkanlıkla okuyup, kilidi cebine yerleştirdi.
Bahçeye şöyle bir göz gezdirdi. Az ilerde topraktan fışkıran kemikli eller, dua eder gibi gökyüzüne doğru uzanıyordu.Durmaksızın ibadet edildiğinin kanıtı… Ortalık sessizdi.Kuşların sabah senfonisi dışında bir şey duyulmuyordu.Bahçede gezinmeye devam etti. Duvarın dibindeki elma ağacının yanında durdu. Bu sabah onunla söyleşmeye karar vermişti. İzin alıp, bağdaş kurarak dibine oturdu.
Bu kadim topraklara isim dahi verilmediği zamanlar geldi aklına. Kim bilir ne çok can’ın yolu buralardan geçmişti. Ne çoğu nasibini burada aramış, sevdalanmış, savaşmış, etini kemiğini toprağa karıştırmakla kalmamış, ruhunu da eşlikçi olarak emanet bırakmıştı. Anadolu denilen bu bilge coğrafya da – bir bildiği vardı elbet – hepsini memnuniyetle kabul etmişti. O yüzden isteseniz de yalnız kalamazdınız bu topraklarda…
İşte burası, Anadolu’nun orta yerinde kimsesiz ama çok kalabalık, sükûnetin hâkim olduğu çok sesli bir dergâhtı.Kendisi gibi kendini arayanları, kimsesizleri, aşk ile yanıp tutuşanları sanki kollarını açmış kucaklamaya hazır bekleyen bir anneydi. Anadolu gibiydi ya burası, her daim kabule hazır…
Kendini düşündü. Ne ışığa koşan bir pervane olabilmişti ne de gök kubbe yarılsa bile dünyayı terk etme isteğine sahipti.Oldum olası emin olamamıştı kendisinden. Uzun zaman önce kendini bulma amacıyla yolu düşmüştü buralara. Onca vakittir aradığını bulabilmiş miydi, bilmiyordu.
O esnada yüreğini soğutan hırçın bir rüzgâr esti. Ağaca dayalı sırtını daha da dikleştirerek oturduğu yerde kımıldandı. Elini kalbinin üstüne koyarak “Eyvallah” dedi. “ Kabulümdür.”Esen rüzgâr, içinde aralık duran kapıları tek tek örttü. İkiyüzlü geleneklerin, dayatma kuralların, uydurma öğretilerin hepsi bir bir kapanmış oldu böylece. Kapanan kapıların ardından yüreği şahrem şahrem ayrıldı. Tek başına kalmış hissetti kendisiniama bugüne dek olmadığı kadar da hafiflemişti. Terazinin kefesindeki tüy gibi… İçinde açılan yarıklardan sızan beyaz ışıkla yükseldiğini zannetti. Gözlerini açmasına izin vermeyen parlaklığın içine hapsolmuş gibiydi. Göz kapakları kapalıydı ama ağaç boyunca yükseldiğini görebildi. Hoş bir rehavet halinde, içinden yayılan ışıkla ne kadar olduğunu bilmediği bir süre öylece kaldı. Yere düşmekten korkmuyordu da, havada asılı duruyor olmaktan dolayı düşünceliydi.
“ Hazırlan. Aynaya bakmanın vaktidir.” Cümlesini duydu mu, duyduğunu mu zannetti, ayırt edemedi. Bu defa korkmuştu. Işığın içinden çıkmak istedi, başaramadı. Karanlıkta görmeye alışkın gözleri şu anda hiçbir şeyi göremiyordu. Kaygısı arttı.Hareket etmek istedi, kol ve bacakları direnç gösterdiler.Onları kullanmaksızın kıvranarak, kıvrılıp bükülerek gömleğini çıkardı. Ne yorucu bir işti bu böyle, kan ter içinde kaldı. “ Haydi “ dedi, aynı ses, “ Yol seni bekler. Buradaki görevin tamamdır.” Gözlerinin hâlâ kapalı olduğundan emin, gömleğinden ayrı duran kendini gördü. Nedenini anlamaya uğraşmadı. “ Vardır bir sebebi “ dedi.
Gözlerini açtığında güneşin kızgın elleri üzerindeydi.Yükselmekte olan güneş, dervişin gözlerini gözüne kestirmiş,gözbebeklerine iyice yerleşmişti. Elini siper ederek korunmaya çalıştı. Fayda etmedi. Az önce yaşadıklarını hatırlayınca bütün vücudu ürperdi. Ne ara uyumuştu da düş görmüştü? Yoksa zihni mi böyle oyunlar ediyordu kendisine, bilemedi. Davranıp ayağa kalktı. Üstünü silkeleyip dergâha doğru yürümeye başladı. Yürürken olanları yeniden düşündü. Gözleri kapalıydı, evet, zaten ışıktan dolayı açamamıştı. Ama zihni uyanıktı. Uyumamıştı, bundan emindi. Peki ya ruhu,ruhu ne zamandan beri ondan habersiz hareket eder olmuştu? Bildiği tek şey buradan ayrılma vaktinin geldiğiydi. İçinde davullar çalmaya başlamıştı bile.
Bu konudaki kararlılığı yeniden tüy gibi hissetmesine neden oldu. “Sonunda “ dedi. “Pervanenin bıraktığı iz olsam, yeter.” Zihni, üzerindeki mahmurluğu atmış, adımları kanatlanmış, yüzünde çiçekler açmıştı.
İçeriye girerken boynunu kırıp, elini göğsünün üzerine koyarak selam verdi. O an bütün vücudu kalp atışından ibaretti. Sofada oturanların selamını aldı. Sonra hepsine birden seslenerek “ Canlar” dedi. “ Vakit gelmiştir. Yol beni bekler.” “Uğurlar olsun” dediler hep bir ağızdan.
Ardından dağ keçisi formunda bronzdan yapılmış, döküm asma kilidi girişteki masanın üzerine usulca bıraktı.
Bala Açık
Ellerinize sağlık çok güzel olmuş.👏👏
Son zamanlarda yazın dünyasının kalitesi o kadar düştü ki senin bu yazın umut oldu bana. Harika cümleler, değme edebiyatçılara taş çıkaran betimlemeler gerçekten çok başarılı. Rüştünü ispatlamış bir yazarın kalemindendi bu yazı.
Senin kadar başarılı ve çalışkan biri olmasam da, senin gibi başarılı ve azimli bir arkadaşım var. Başarılarının devamını dilerim. Çok teşekkürler!
Senin kadar başarılı ve çalışkan biri olmasam da, senin gibi başarılı ve azimli bir arkadaşım var. Başarılarının devamını dilerim. Çok teşekkürler!