“Neden buradayım, neden?”

O gece de her gece olduğu gibi karanlık hücresinde tek başına otururken kendine sorduğu soruyu yineledi, “Neden?”

Kısık sandığı sesi duyulmuş olacak, “Uyusana kardeşim!” diye bağırdı diğer taraftan biri, “Bıktık senin nedenlerinden!” 

Belli, asabiydi HA; kızdırmaya gelmezdi. İç sesinin susmasını umarak kıstı dış sesini. Ama ne mümkün? Ne zaman umduğunu bulmuştu da bu sefer olacaktı? İçinden taşan sorularla sandalyesine oturdu. 

“Bir şeyin nedenini anlamak için, önce onu iyice öğrenmen gerek.”

DS’nin kelimeleri hücreler arasında savrulurken sevindi. Onun da henüz uyumaya niyeti yoktu demek. Hatta sesinin tokluğuna da güvenmiş olmalı ki, HA’nın olası hışmını umursamadan filozofluğunu konuşturmuştu. Sorgulayıcı olduğu kadar, cesur olan DS’yi seviyordu. HA’nın, “Yeter artık, susun!” bağrışları arasında, dediğini duyurmayı başarmıştı. Hatta bu onun masasının üzerinde duran dizüstü bilgisayarında her sorunun karşılığını veren arama motoruna girip koca bir ‘neden’ yazmasına sebep olmuştu.

Normal şartlarda aradığı soruların cevabını şarkı sözlerinde bulmayı uman bir hayalperest olmasına karşın, akşamın en karanlık zamanında, içinde bir yerlerde hala mucizelere inanan ve büyümeyen çocukla uğraşmaya niyeti yoktu. O yüzden, ilk birkaç sonuçta karşısına çıkan, dinlemediği müzik tarzındaki şarkı sözlerini pas geçip gerçekliğe yöneldi. Herkesin düşüncesini özgürce belirttiği serbest platform ne kadar gerçekse, o da o kadar gerçeğin peşinden gidecekti. 

“Neden: Cevap bulamadığımız soruları sorduğumuzda kullanırız. ‘Neden ben?’ sorusu kabul edememeyi ifade eder. İnsan kendini haksızlığa uğramış hissettiğinde kullanır. Neden aranmalıdır. ‘Olacağı varmış’ demek kolay kabullenmeyi sağlar.”

Böyle gerçekliğin ta içine bir küfür savurdu. Dış sesi yine açık kalmış olacak, karşılığını fazlasıyla birkaç farklı hücreden almakta gecikmedi. Bu sefer aldırmadı. Bir lütufmuşçasına verilen dizüstü bilgisayar, bir yatak, bir masa ve sandalyeden ibaret olan bu hücreye tıkılmasını, ‘olacağı varmış’a bağlamak ona göre değildi. Bir tane daha savurdu. Bu sefer sesler kesildi. Bu süreçte kendisiyle alakalı öğrendiklerine bir yenisini daha eklemek, saniyelik de olsa gülümsemesine sebep oldu. Demek edilen küfürle bile, inandığın konularda ısrarcı olursan eğer, diğerlerini püskürtmek işten bile değildi. 

Artan özgüveniyle, “Bütün bu başımıza gelenler kader mi!” diye bağırdı. “Size soruyorum size. Buraya düşmek, bu hale gelmek, hatta bu hale getirilmek kaderimizde mi vardı?” 

Anlaşılmayan birkaç mırıltı dışında cevap veren olmadı. Araştırmasına devam etmek üzere bilgisayarına dönmüştü ki, uzaktaki bir hücreden gelen sesi duydu. 

“İyi akşamlar kuzucuklarım. İyi misiniz bakalım?” 

BA akşam ritüeline başlamıştı demek. Önündeki ekranda, sağ alt köşede duran saate baktı. Masal zamanıydı. Bilgisayarının kapağını kapatıp çocukluğundan seslenen kişiyi daha iyi duymak için,üzerinde oturduğu tekerlekli sandalyesiyle hücrenin demir parmaklıklarına yaklaştı. “Ben de iyiyim,” diyordu ses, “Hep aynı soruyu soruyorum değil mi? Siz iyi olacaksınız ki ben de iyi olayım.” 

BA’nın her akşam aynı saatte gösterdiği, düzen karşıtı bu beyhude çabaya saygı duyuyordu. Sanatçıydı ne de olsa. Kafası bir başka çalışıyordu. Attığı sessiz çığlıkları, dolaylı da olsa, karşısındakilerin kulaklarında patlatabilen tanıdığı yegâne kişiydi BA. Az sonra megafondan herkese dayatılacak masalları, her akşam özenle, geçmişte anlatılan masum masallarla alt etmeye çalışan bir Don Kişot. Hücresinden çıktığında, ilk iş gidip onu bulacak, içinde biriktirdiği onlarca düşünceyi aynı onun yaptığı gibi korkmadan ve karşısındakinin gözüne sokmadan aktarabilmek için yardım isteyecekti. 

Geçmişten gelen ses, kötü alışkanlıklarını devam ettirebilmek için birbirlerine uydurma hikâyeler anlatan ‘tavşan ile maymun’ masalına başlamıştı ki megafonun o uğursuz cızırtısı duyuldu. Ardından da o mekanik ses, “Sevgili halkım,” diyerek masalına başladı. 

Yeni nesil anlatıcının insanlıktan uzak sesi, her geçen gün daha da yükseltiliyor olsa gerek, anlattığı masalları duymamak artık imkânsız bir hale gelmişti. Yine de sandalyesinden kalkıp koştu ve dizüstü bilgisayarının şarj kablosunu prizden çıkardı. Diğer hücrelerden gelen hareketlilikten anlaşıldığı kadarıyla onlar da aynı şeyi yapıyor olmalıydı. Neden tıkıldıklarını hiçbir zaman bilemeyecekleri hücrelerinde, kendilerine bahşedilen eşyalardan, sadece fişin iki metal parçası ile demir parmaklıklara vurduklarında ses çıkarabiliyorlardı. Mahkûmların başkaldırı niyetine bütün yapabildikleri, bu küçük çınlamalardan büyük bir gürültü çıkarabilmekti.

“Bugün, Allah’ın izniyle yağan yağmur barajlarımızı doldurmaya başladı.” Hırsla önündeki demire bir tane patlattı. Çın.

“Bir varmış, bir yokmuş. Ormanın birinde bir tavşanla, bir maymun yaşarmış.” Geçmişten gelen ses daha bir net duyulmaya başladığına göre BA masalın sesini yükseltmiş olmalıydı. 

“Su kullanmayarak verdiğiniz destek çok yakın zamanda sonuçlarını gösterecek.” Demire daha güçlü vururken diğer hücrelerden de tınlamalar başladı. 

“Yine bugün, virüse karşı aldığımız önlemler sayesinde vaka oranımız neredeyse sıfırlandı.” Tın, çın, tın, çın…

“Maymunun en kötü alışkanlığı ne olursa olsun ‘görmedim, duymadım, bilmiyorum’ demekmiş.” Geçmişin neşeli sesi kendisine satır aralarında yer buldukça, onlar da vurmaya birkaç saniyeliğine ara verip dinlendiler. Ama ne yazık ki mekanik sesin susmaya niyeti yoktu. 

“Güzel günler çok yakın.” Tın, çın, tın, çın. HA’nın bu en son cümleye layıkıyla savurduğu küfürle birlikte, metal seslerinin yanı sıra, artık kendi sesleri de çıkmaya başlamıştı. 

“Tavşanın en kötü huyu ise merakmış.” Geçmişten gelen ses konuştukça sustular. Duygudan yoksun ses başladı mı, “Olumlu ekonomik göstergeler,” diye… Avazları çıktığı kadar bağırdılar. 

En çok küfür ve bağrış ise kadın cinayetleri anonsunda yaşandı. Mekanik ses gururla, “Bugün sadece iki kadın öldürüldü. Onlar da kıskançlık sonucu,” dediğinde hapishane küfür kıyametten yıkılıyordu. 

Derken anons sona erdi. Her zaman olduğu gibi sessiz ama derinden ‘oh’ lar çekildi. Kablolar fişe takılıp bilgisayarlar açılırken, geçmişin sesi de masalının sonuna gelmişti. 

Artık maymun, görüp duyup bilecek, tavşan da çok merak etmeyecekti. “Haydi bakalım kuzucuklarım,” dedi masalcı teyze, “Şimdi uyku zamanı.”

“Defne. Bizi duyuyor musun? Orada mısın?”

Hocanın kendisine hitap eden sorusuyla derste açmış olduğu gazete, youtube, başka ne kadar sayfa varsa hepsini kapattı. “Buradayım hocam,” dedi çekinerek, “Sesim kapalı kalmış.”

“Ödevi tekrar eder misin?”

Ödevi tekrar eder misin? Gıcık karı! Görüntüsünün kapalı olmasına rağmen, gözlüklerinden taşan pörtlek gözleriyle yine onu bulmuştu işte. Neydi ki acaba ödev? Ders boyunca izledikleri ‘Deney’ adlı filmin sonuna doğru başka diyarlara yolculuk ettiğinden, belli ki en önemli kısmı kaçırmıştı. 

“Hocam acaba siz tekrar eder misiniz? Benim internet sıkıntılı da biraz, tam olarak anlayamadım.”

Ekranda PK yazan siyah kutucuk, yerini gözlüklü, beyaz saçlı cadıya bırakınca, ister istemez arkasına yaslanıp aralarına mesafe koydu. 

“Ah, Defne, ne yapacağız biz seninle!” dedi hocası. “Yaz bakalım. Anlamayanlar iyi dinlesin. Bir daha tekrar etmeyeceğim.”

Eline bir kalem aldı ama yazmadı, her sıkıldığında yaptığı gibi tırnaklarını koparmaya başladı.

“Az önce izlediğimiz filmde sosyal bir deneye tâbi tutulan yirmi altı kişilik bir grubu gördük. Sizden istediğim en az üç, en fazla beş kişiden oluşan kendi grubunuzu kurup, bunları bir deneye maruz bırakmanız. Ve en azından içlerinden birinin psikolojik gelişimini anlayabileceğimiz bir kurgu yazmanız. İlerleyen derslerde bu kurguyu senaryolaştıracağız. Anlaşılmayan bir şey var mı?”

Yoktu. Kurgusu hazırdı. Neşeyle herkese iyi akşamlar dileyip Zoom’u kapattı. Masal saati de bittiğine göre artık uyku zamanıydı.

Benül Merve Kubanç

Bu öykü, Erbulak Yazarlık Evi işbirliği ile Dağhan Külegeç Yayınları’ndan çıkan,

“Uykudan Önce-Pandemiden Sonra” kolektif kitabında yayınlanmıştır.

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir