“Bu ne ya! Bu ne diyorum, hanımefendi! Ne yazıyor burada? ‘Cihan Karaca’nın, Selin Karaca’nın biyolojik babası olmadığı tespit edilmiştir.’ Ne bu?”

Bas bas bağırıyordum danışmanın önünde, “Manyak mısınız lan siz? Nasıl olur lan böyle bir şey?” sırasını bekleyen herkesin kafası bana dönmüştü.

Bankodaki kız elini, kolunu nereye koyacağını bilemeyerek panik içinde telefona sarıldı. Gözünü benden ayırmadan, “Beyefendi, lütfen sakin olun. Bir yanlışlık varsa mutlaka düzeltilir,” dedi. “Ben yetkililere haber veriyorum şimdi.” Tam ağzımı açıp bir şeyler söylemeye yeltenmiştim ki, güvenlik görevlilerinin yaklaştığını görünce hızla ayrıldım oradan. Arabaya bindim. Torpidoda duran bıçağı ceketimin cebine koyup, bugün için sözleştiğimiz otele geldim. 

Ah kahpe! Ah aptal kafam! Ya şüphelenmesem? Tut sen, hiç aklımda yokken. Şeytan işte. Kimler kimler başkasının çocuğunu kocasına kakalarmış, ne hayatlar varmış da haberim yokmuş. 

Artık var. 

Niye söylemişti bunu? Bilmemi mi istemişti?

Normalde bu tarz konuları sohbet havasında, hafif gerginlikle ve “saçmalama Gönül yaa…” ile biten cümlelerle geçiştirirdim. Evet, “Yok artık!” diyebileceğimiz pek çok hayat yaşanıyordu. Ama bu bizim için geçerli değildi. Biz o hayatları izlerken dilimizi damağımıza vurarak “cıkcıkcık” eden kesimdik. Ya da ben öyle sanıyordum.

Gönül, konuşmasını nasıl bir tavırla yaptığının, gözlerimin içine bakarken içten içe nasıl dalga geçtiğini gördüğümün farkında değildi. İçime kurt düşürmüştü. O hafta Selin’e uzun uzun baktım. Her hareketini izledim. O da bana uzun uzun baktı. “Ne oldu babacığım? Neden öyle bakıyorsun bana?” diye defalarca sordu. “Çok sevdiğimden,” dedim. Gülümseyip kurduğu oyuna geri döndü. Gülümsediğinde bana benziyordu. (Bence)

Fakat ben, Gönül’ün kurduğu oyunu bozmak üzereydim. Mızıkçılık ruhumda vardı. Sinsiydim de aynı zamanda, ona bir şey belli etmemek için sonuç çıkana kadar her akşam işten gelir gelmez bir duş alıp “hasta hissediyorum,” diyerek erken yattım. Sanki gözünün içine bakarsam anlayacakmış gibi geliyordu. Anlamamalıydı.

Test sonucuyla hastaneden çıktığım gün, arabanın içinde, aslında baştan beri kendi kendime kızmayı planladığımı fark ettim. “Salak Cihan,” diyecektim. “Aptalsın oğlum sen,” diye çıkışacak, “Onca yıllık karından nasıl şüphelendin lan. Yazıklar olsun sana.” diyip alnıma bir şaplak yapıştırdıktan sonra Gönül’ü bugüne kadar hiç yapmadığım kadar büyük bir sürprizle mutlu edecektim. Olmadı. Elimdeki kağıt parçası bir kaç saniyede bütün hayatımı, tüm inandıklarımı yerin yedi kat dibine gömmeye yetti.

On sene! Koskoca on sene! Başkasının çocuğunu… 

Başkasının çocuğu…

Dilim varmıyor.

Benim kızım.

Her gece uyumadan önce eve yetişebilmek için koşturmalarımı düşündüm. Kapıyı büyük bir coşkuyla açıp kucağıma atlayışı, ışıldayan yüzü geldi gözümün önüne. Nefesinin kokusuna ömrümü verecek kadar sevdiğim bir çocuğun benden olmamasının bir önemi var mıydı? Ne yapacaktım şimdi?

Bilmezden gelsem, her şey olduğu gibi devam etse? Olmaz. Bu yükü tek başıma taşıyamam.

Boşansam? Ne diyeceğim etrafa? 

“Aldatmış beni. Kızım, benim kızım değilmiş.” Hem boynuzlu, hem bunu on sene fark edemeyecek kadar aptal. Yok. O da olmaz.

Görmezden gelemeyecektim. Fakat insanların gözünde böyle bir erkek olmayı da kabullenemezdim. Bunları düşünürken direksiyona indirdiğim yumrukla kendime geldim. Arkamda durmuş kornaya asılan bir düzine araç, türlü bağırışlar, elini kolunu camdan çıkarıp tehditkarca sallayanlar, var gücümle gaza bastım. Aracın şahlanışı içimdeki öfkeyi daha da köpürttü.

Otele girdim. Danışmada hızlıca işlemleri halledip odaya çıktım. Kapıyı açtığım an önce afalladım. Girdiğim oda bir yıl dönümü kutlaması için oldukça gösterişli hazırlanmıştı. Tavana değmiş, sabırsızca salınan ipleriyle geceye hazır kışkırtıcı, kırmızı balonlar. Kapıdan yatağa uzanan rengarenk gül yaprakları, balkonda dört tarafı kamelyalarla donatılmış bir masa. Masanın ortasında bu sürprize romantizm katmak için yakılmayı bekleyen bir çift mum be bütün İstanbul’u ayakları altına alan şahane bir manzara. 

Bundan üç hafta önce, otelin organizasyon firmasına onuncu yıl dönümümüzü şık bir sürpriz ile kutlamak istediğimi anlatmış, her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamıştım. “Balkona kurulmalı yemek masası. En çok kamelya çiçeğini sever. Toz pembe kamelyalar olsun masanın etrafındaa, bir de mumlar ve ışıltılı bir şeyler. Siz daha iyi bilirsiniz. Şu helyumlu balonları da unutmayın, bütün tavanı kaplasınlar. Fakat ben değil siz arayacaksınız eşimi. Ben otele giriş yaptıktan sonra spor salonunda hafif bir baygınlık geçirdiğimin haberini verecek, gelince de beni bir odaya aldığınızı söyleyerek onu yönlendireceksiniz tamam mı? Ben arayıp çağırırsam anlar. Sürpriz olmaz.” “Tamam” der gibi kafalarını sallayıp tebessümle dinlemişler, bol bol not almışlardı. Asistan kız, “Hediye düşündünüz mü?” diye sormuştu. “Hediyemi yanımda getireceğim.” demiştim. Bilmeden doğru söylemişim. Hediyem, cebimdeki zarfın içinde, bıçağın önünde muhatabını bekliyordu.

Bir o tarafa bir bu tarafa arşınladım otuz metre kare odayı. Etrafımdaki cümbüşü görmemeye çalıştım. Beynim uyuştu. Bacaklarım artık vücudumu taşımaz oldu. Camın önünde, iki berjerin ortasında duran mermer sehpanın yanına yığıldım. Bağıra bağıra ağladım. İyi geldi. Gırtlağım parçalanırcasına kustum olduğum yere. Daha iyi geldi. Rahatlamıştım. Bir saat geçti geçmedi, oda kartının kapı kilidine okutulduğunu duydum. İnce bir sinyal sesi di-dit. Kapı açıldı.

Gönül içeri girdiğinde gördüğü ambiyans karşısında bir an duraksasa da kendi kusmuğumun içinde oturduğumu farkedince elinde ne var ne yok fırlatıp yanıma koştu. Panik içinde dizlerinin üzerine çöküp elleriyle yüzümü tuttu. “Cihan ne oldu? Hayatım iyi misin? Dur. Gel şöyle. Dur temizleyelim şuraları. Hay allah, ne oldu ya böyle? Yavaş. Üstün başın batmış yahu. Gel. Ben bir görevli çağırayım hemen. Kalk canım.”

Koluma girince dirseğimle sertçe ittim onu. Tek kelime edecek halim kalmamıştı. Cebimden dna testini çıkartıp elimin tersiyle suratına fırlattım. Kocaman açılmış gözleriyle yüzüne çarpıp yere düşen kağıdı izledi. Kedi miyavlamasını andıran bir sesle, “Ne oluyor?” dedi. Eğilip yavaş hareketlerle kağıdı aldı. Evirdi, çevirdi, açtı, epey bir süre baktı. Yüzünü izliyordum. Şaşırmadı. Gözleri kısıldı. Soğukkanlılığından ürktüm. Kafasını kaldırdı, elinde tuttuğu kağıdı yüzüme doğru sallayarak, “Selin için dna testi mi yaptırdın?” diye sordu.

“Evet yaptırdım.”

“Ve Selin senin kızın değilmiş öyle mi?”

Titriyordum. “Sen söyle Gönül, öyle mi?”

Gözlerini odanın içinde gezdirdi. Benimle göz göze gelmemeye çalışarak bir süre etrafı izledi. Balonlara, balkona kurulmuş masaya, çiçeklere baktı. “Güzel sürpriz, tebrikler. Kutlamasını mı yapacağız?” dedi. Bu şeytani tavır karşısında içim küfleniyordu. Pişmanlığın, üzüntünün zerre uğramadığı bir suret. Umursamaz, dalga geçen bir ses tonu. Ensemin uyuştuğunu, kalp atışımın kulaklarımı doldurduğunu, sakince cinnet getirmeye başladığımı hissediyordum. Elim ceketimin iç cebinde duran bıçağa gitti. Gönül bir şeyler söyleyerek yaklaşırken artık sesleri duymuyordum. Her şey ağır çekimde oluyordu. Bir karanlık çöktü etrafa. İnsanı içine çeken. Siyahtan daha siyah. Dipsiz bir karanlığın içine düştüm. Ne oldu? Nasıl oldu? Hatırlayamıyorum.

Kendime geldiğimde Gönül kollarımın arasındaydı. Kocaman açılmış, dehşetle bakan gözler, ellerimin üzerine geçmiş etimi kanırtan tırnaklar ve avucumun içinde sapını sıkı sıkı tuttuğum bir bıçak. Elimin üzerine yayılan kanın sıcaklığıyla, incecik bedeni yavaşça kendini yere doğru bırakırken onunla beraber dizlerimin üzerine çöktüm. İnleme, hırlama karışımı sesler çıkartıyor, tüm vücudu bir kasılıp, bir gevşiyordu. Son nefesini verene kadar başında öylece bekledim. 

Biraz önce ortasında küçük penceresi olan gri demir kapıyı arkamdan büyük bir gürültüyle kapattılar. Tedirginim. Gardiyanın parmağıyla işaret ettiği yere geçtim.

Bu günden sonra, on sene yedi ay boyunca yatacağım yatağın ucuna oturmuş, kucağımdaki yiyecek dolu poşetin içinden çıkan yemek kaplarını yeni arkadaşım Salih’e uzatıyorum. Salih tepkisiz dinliyor beni. Yüzüme bakmadan, kutuların kapaklarını açarak özenle masaya diziyor. Açılan kapaklardan su damlaları düşüyor gazete kağıdının üzerine. Yemekler hala ılık. Terlemiş hamur kokusu yayılıyor etrafa. Annemin ağlaya ağlaya sardığına emin olduğum dolmaları, kendi kendine konuşup arada koca koca “ah”lar çekerek pişirdiği börekleri yiyeceğiz beraberce. 

“E peki ne oldu? Ne karar verdi mahkeme?”

“On sene yedi ay sekiz gün, dediler. Canavarca hislerle kasten öldürmüşüm.”

“Öldürmedin mi?”

“Öldürdüm ama canavarca hislerle değil.”

“Yapacak bir şey var mı?”

“Nasıl yani? Yok.”

“O zaman madem yedin bir halt, bedelini de ödeyeceksin. Hadi bakalım, sizinkiler de nefis şeyler göndermişler. Gel kardeşim sofraya.”

“Ne biçim adamsın be Salih.”

“Valla Cihan kardeş, şu zaman da  ‘seni seviyorum’ diyenin yaptığını insana düşmanı yapmıyor. Biz alışkınız böyle hikayelere. Allah kurtarsın diyelim. Hadi, gel.”

“Cihaaaan! Cihaaan ay ölüm uykusuna mı yattın be adam, kalksana!”

Gözümü açtım. Yeşil fon perde, dışarıdan gelen rüzgarla havalanan tül. Yeni pişmiş hamur, kızarmış yağ kokusu. Yatak odamız. Tepemde Gönül. Bir yandan dün gece eve geldiğimde yere attığım kıyafetleri toplayıp sepete atıyor, bir yandan da söyleniyordu.

“Ölür müsün yahu şunları kirliye atsan? Her sabah köpek gibi evin içinde yerleri eşeliyorum. Vallahi yıldım. Hem ne rüya görüyordun öyle?”

“Hiiiç… Hatırlamıyorum.”

Doğruldum, sırtımı duvara yasladım. Derin bir nefes… Karım yaşıyor. Kızımın içeride izlediği çizgi filminin sesi geliyor kulağıma. Rüya mıydı hepsi?

“Gönül?”

“Efendim?”

“Deliriyor muyum?”

“Hı?”

Elinde askılık, ütülediği kıyafetleri dolaba asarken bana doğru döndü Gönül. Göz göze kaldık birkaç saniye. Üzerinde bordo, sırtı dekolteli bir tulum. Saçlarını tepeden toplamış. Güneş ışığı saçlarına vurdukça alevler dans ediyor başının üzerinde. Hala ne kadar güzel.

“Yok bir şey. Kahvaltı hazır mı?”

“Hazır tabii ki. Sorduğun soruya bak. Hadi kalk Selin okula geç kalacak, çıkıyorum ben.”

Yataktan kalktım. Bacaklarımı aşağı sarkıttım. Parkelerin arası da iyice açılmış, yeniletmek lazım yerleri. Vücudum rüyanın stresinden kaskatı kesilmiş, ağrıyan omuzlarımı gevşetmeye çalışırken ayaklarımı sürüye sürüye banyoya gittim. Yüzümü yıkamak yerine kafamı komple musluğun altına soktum. Su, saçlarımdan alnıma, alnımdan burnuma, dudaklarıma doğru akarken, kafamın içindeki sisli hal yavaş yavaş düzeliyordu. Şakaklarımı ovalayarak mutfağa girdim. Selin çoktan masaya oturmuş, ayaklarını sallayarak her zamanki çocuk coşkusuyla kakao kreması kaplı bıçağı yalıyor, sandalyenin üzerinde dans eder gibi keyifle kıpırdanıyordu. Beni görünce gülümsedi,

“Günaydın babacığım.” 

“Günaydın güzelim.”

“Çay koyayım mı sana?”

“Ben alırım güzelim, otur sen.”

“Annem pişi yaptı, ‘baban çok sever’ dedi.”

“Doğru demiş, severim tabii ya pişi sevilmez mi hiç?”

“Ben de bayılıyorum valla, üstüne de çikolata.”

“Afiyet olsun o zaman.”

“Sana da afiyet olsun babacığım.”

“Cihan. Cihaan! Hadi kalk birader.”

“Ne oluyor? Ne?”

“Yok bir şey kardeşim korkma. Hadi sabah oldu, yatılmaz burada öyle uzun uzun. Kalk.”

“Neredeyim?” dedim. Sesimin titremesine engel olmaya çalışarak.

“Ceza evindesin. Olur böyle ilk zamanlar. Sakin. Hadi kalk kahvaltı hazır. Birazdan gelir gardiyanlar, sayımdı, temizlikti gün başlar. Hadi zıpla.”

“Salih?”

“Evet, buyrun benim.”

“Salih değil mi?”

“Ohooo… Yandık ya. Oğlum kalksana! Seninle mi uğraşacağız bütün gün? Lan hadisene! Hala bakıyor ya alık alık. Kalk!” diye gürledi Salih diziyle ayak ucuma hafifçe vurarak.

Göğsümün üzerinde bir ağırlık, sürünerek çıktım yataktan. Masaya oturdum. Biri hemen çay doldurdu. “Bugünlük böyle olsun, bundan sonra kahvaltılar sende,” dedi geğirmeye benzer ses tonuyla. Pis kokuyor. “Sabah sabah soğan yenir mi be birader!” demedim, kafamı salladım sessizce. Ağlamak üzereydim. Hayati Baba dedikleri yaşlı bir adam gürültüyle çekti sandalyesini, birbirine yapışık gibi görünen kalın kaşlarının altından dik dik bana bakarak masanın en baş köşesine oturdu. 

“Zor mu geçti ilk gece Cihan kardeş? Amma sayıkladın.”

“Evet” anlamında kafamı öne doğru sallamakla yetindim. 

“İlk günler olur böyle,” dedi. “İnsan burayı rüya zanneder, rüyasında gördüğünü gerçek. Ama zamanla alışırsın. Pişmanlığın bir faydası yok sana. Olan oldu. Giden gitti. Toparlanmaya bak.”

“Bir saniye daha düşünecek. Bir tek derin nefes daha alacak şansım olsaydı,” diye söze başlamıştım, sözümü kesti Hayati Baba. “Yok oğlum yok,” dedi. “Onu o zaman yapacaktın. Artık didikleme, hiç girme oralara. Zaten zindandasın, bir de kendi içini zindan etme kendine. Bak şansına pişi var bugün kahvaltıda, hadi herkese afiyet olsun.”

Duygu Değirmenci

Shares:
3 Yorum
  • Derya Ulutaş
    Derya Ulutaş
    8 Mayıs 2021 at 18:46

    Tuylerim diken diken olup biten oykulere ba yi li yo rum

    Reply
  • Meryem Arıkök
    Meryem Arıkök
    29 Mayıs 2021 at 19:41

    Bir solukta okudum.

    Reply
  • Günay Avcı
    Günay Avcı
    30 Ocak 2022 at 18:35

    Ben okurken benzer bir rüyada olabileceğimi düşündüm. Duygu Degirmenci’nin çok belirgin bir üslubu var. Sevince hep arıyorsunuz. Çok güzel öykü, tebrikler.

    Reply

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir