Caddenin ortasında yatıyorum yüzükoyun. Meteorolojinin gün boyu yağmasını beklediği yağmur bedenimi yıkıyor. Yolumun hiç kesişmediği mahalle imamının işini kolaylaştıracağım geliyor aklıma, son bir çaba elimi yere vuruyor hatırı sayılır kadarını yüzüme sıçratıyorum kanlı çamurun. Zaten bir iş yapmıyor, bari bir boka yarasın pezevenk! Marka marka ayakkabılar görüyorum çevremde, boy boy paçalar… Bazısı yine de temkinli, uzak duruyor. Biri, deve tüyü asker botunu burnuma kadar sokuyor, eğilip kim olduğumu anlayacak. Ulan ibne, ben bulamamışım kendimi bunca yıl, sen mi koyacaksın adımı iki saniyede o çapaklı gözlerinle. Arada, bir çift topuklu rugan var, kırmızı. Annemin, bir resmî bayram öncesi kendine aldığı ruganınki kadar değil, ama yine de kırmızı.
O gün de yağmur yağmıştı. Her yer vıcık vıcık çamur. Havaya rağmen o tören yapılacak. Öğrenciler belki de önümüzdeki bir hafta hasta olacaklar ama okuyanlar, şiirlerini yıllarca unutmayacaklar; sırada arkadaşıyla konuştuğu için kafasına şaplağı yiyenle kelimeyi şaşırıp üst perdeden İstiklal Marşı’ını güncelleyenler, annemin süslediği sınıftan daha çok konuşulacaktı.
Eve geldikten sonra, kahverenginin her tonuna bulanmış ayakkabılarımızı çıkarıp temizlemiştik. Bir daha nerede giyecek o ayakkabıları annem, hiç işte, belki benim düğünümdeymiş. Farkındayım, birinci sınıftaki Fadime’nin gözü, her And’ımızda bende. Halil de ona bakıyor sanki. Yakaladım bunları bir gün arka bahçedeki tuvaletlerin orada. Ne konuşuyorlarsa artık, Halil gülümseyip duruyor. Sonra günlerdir birlikte oynamak için yalvardığım kenarı çiçekli kelime kartlarını verdi Fadime’ye. Karnıma birisi oturdu sanki. Oracığa kustum. Kaç gün kendime gelemedim. Annem ilçedeki doktora bile götürdü. Solgun cevapsız bir çocuğa dönüştüğüm o günden sonra yağmur hep en istemediğim zamanlar yağdı. Ortaokulda, annemin artık unuttuğunu düşündüğüm o kırmızı ayakkabılarını, su yeşili fularıyla denerken açılan kapımın ardından da yağdı yağmur. Hem de o gün, annemin hıçkırıklarını bastıracak kadar gürüldedi gök. Her ne hikmetse o günden sonra mide bulantılarım azaldı, her aynaya baktığımda gördüğüm korkak, hortlak çocuğun gözleri ışıldıyordu artık. Gözlerim ne güzeldi. Bebeklik fotoğraflarımda en övülen ve bir türlü kimden aldığımı bulamadıkları mavi gözlerim. Şu anda bir çift şapşal bota bakan gözlerim hiç değişmedi bunca yıldır. Tuhaf. Oysa çoktan kahverengiye dönmeliydi rengi.
Yağmur dindi. Uzun zamandır başımda bekleyen kırmızı ruganlar, kanımdan tiksinmiş olacak ki birkaç adım geri çekildi. Topuklarının çamurda sürüyerek açtığı yollar, bir dereye benzedi şimdi; içimden taşanlarla dolan kızıl bir dere. Bu dereyi çevreleyen yığından beliren Çökelez Dağı, çocukluğumdaki kadar serin üflüyor yüzüme doğru. Belirli gün ve haftalarda gittiğimiz pikniklerden hatırlıyorum sarp yollarını. Eteğinde bir ev, en sevdiğim arkadaşım çağırdığı için gitmiştim bir öğleden sonra. Çok anlaştığım söylenemezdi, ama üç yüz haneli bir köyün tek öğretmen çocuğu iseniz, anlaşmaktan değil, yalnız kalmamaktan doğuyordu arkadaşlıklar. Ailesi yaylada olurdu bu mevsimde, ama niyeyse erken dönmüşlerdi o sene. Gittim. Bahçenin boyumu aşan mavi boyalı demir kapısı kapalı. Dışardan seslendim bir-iki. Cevap yok. Çevirdim yeni yağlanmış tokmağı, elime bulaşan makine yağını sildim şortuma. Midem bulandı. Bahçede de kimse yok. Dönecek gibi oldum. İş miydi bu şimdi! Yanımda solo testimi de, hani şu artan taşlara göre zekamıza isimler veren oyunlardan getirmiştim Halime seviyor diye. Ön bahçeyle arka bahçeyi bağlayan bir hol vardı. Islanmasın diye koydukları yem çuvallarının yanından geçtim, arkadaki ağılın oraya kadar geldim. Bir pencere açıktı arkada. Sevindim. Herhalde üst kata çıktılar; Halime’yi de bakkala yolladılar. Gerçi bakkal kahvenin içindeydi, Halime’yi değil abisini gönderirlerdi çoğunlukla. Kapıyı açtım. İçeri seslendim. Abisi çıkageldi mutfaktan. Gitse liseli olacaktı, ama gitmemişti okula. “Halime yok,” dedi. “Tamam,” deyip kapıyı kapatacakken yetişti, açtı tekrar. Kolumdan yakaladı, “Yok ama gelcek birazdan. Gel içerde bekle,” dedi. “Yok ya, o gelsin bize sonra, söylersin sen,” dedim; ama canımı yakmasa da çekiştiriyordu beni içeri.
Eşikten içeri ayakkabımla basmayayım diye sendeledim. O sırada yarısını cebime sığdırabildiğim solo testim yere düştü ve tüm taşları da dağıldı kapı önündeki keçi boklarının arasına. Gözüm orda kaldı, ama içeri de girmiştim. Kapıyı kapattı. Hemen girişteki divana oturdum, avuçlarımı sedire yapıştırıp destek aldım kendime, ayaklarımı birbiri arasına geçirdim; kilitlendim. “Sana bi oralet yapayım mı? Sarısından heee!” dedi mutfaktan. “İstemem,” dedim, “Halime gelince gidicem ben.” “Otur lan işte, gelcekler birazdan!” diye çıkıştı. Elinde bir zırlangıçla çıktı geldi bu sefer. Oturdu yanıma. Üzerime doğru eğilip burnuma dayadı, “Kokla bak ne güzel kokuyor, kokla, koklasana lan!” İyiden iyiye korkmuştum. Küçücüğüm yanında. Bir bacağı var boyum kadar. Derken ayağa kalktı, beni de kucağına aldı, içerdeki odaya geçtik. Halime’yle beni güreşe tutturdukları, benim her seferinde yenildiğim, büyüklerin de ağız dolusu gülüp alay ettikleri oturma odası. İyice sardı kollarıyla beni, üzerime abandı, bacaklarımı kımıldatacak halim de bağıracak cesaretim de kalmadı. “Hasan abi ben gideyim artık, Halime’yle yarın oynarız, söylersin sen,” diyebildim. Bir eliyle zırlangıcı burnuma tutuyor, diğer eliyle de şortumun düğmesini açmaya çalışıyor, ben tepinince başaramıyor, o zaman da öfkeleniyordu. “Hadi sen kendin aç, bak bi şey yapmıcam, bir kere bakıcam laaan!.. Aç hadi, bak sana bunu veririm o zaman… Sizde var mı bundan? Bak ne güzel kokuyor.” Sol elimi kurtarıp, elinden kapmaya çalıştım, bizde yoktu, bilmişti. Annemin öğrencilerinden biri getirmişti bir gün de ne sevmiştim. Şeker gibi kokuyordu. Bir silgim vardı benim, babam getirtmişti şehirden. Aynı onun gibi. Koklaya koklaya çürütmüştüm yatağımın başucunda. Beceremedim. Dayadı tekrar burnuma. Midem bulandı bu sefer. “İstemiyorum, gitcem ben, annem de arkamdan gelecekti zaten…” Halbuki haberi yoktu kimsenin. Masaldaki avcıya sihirli sözleri söylemişim gibi bir anda serbest kalmıştı kollarım, bacaklarım. Sarmaşığın kökünü kesmiştim. Öylece birbirimize bakakaldık bir an.
Doğrulup oturdum. Kafamı yukarı doğru kaldırdım, inansın diye saate bakmak geldi aklıma. Anlamıyordum ki saatten de bir türlü! Yanında asılı çerçeveden gök mavisi gömleğinin içinde kara bıyıklı bir adam bize bakıyordu, öne doğru birleştirdiği ellerine konmuş beyaz bir kuşla birlikte. Çok severmiş Halime’nin babası, gidip geldikçe görürdüm, merak ederdim. “O mu? Dönünce bu adam kurtaracakmış hepimizi,” demişti bir gün Halime. “Nereye gitmiş ki?” “Ne bilem ben ya Ayhan sen de sorup duruyon. Umudum onda diyor işte babam.”
Ön bahçeden bir ses geldi, kafasını pencereye doğru döndü Hasan abi. Ayağa fırladığım gibi çıktım odadan, girişteki salonu geçerken arkamdan fırlattığı turuncu pijamalı ödülüm, bana yetişemeden ikinci sekmede patladı. Ortalığı saran kokusu, bir ömür boyu cezam olacaktı. Midem bulandı. Kapıyı çarpıp çıktım. Bu defa solo testimin dağınık taşlarına bastım. Çamurlu keçi boklarından ayıklayabildiklerimi dizdim tablasına ve anca bir “tecrübesiz” olarak oradan ayrıldım. Arkadaki cevizi geçince, kar yağdığı zamanlar kaydırak niyetine kullandığımız küçük yokuşu tırmanıp üst yola çıktım bu sefer. Yolda evlerimizin bu kadar yakın olmasına şaşırdım, akşam oturmalarından dönerken, bana hep uzak gelirdi. Kenardaki yalak taşmış yine. Yollar çamur. Kaymadan varabildim eve. Bahçe kapısından içeri girdim, kimse yok. Haftada bir kez verdikleri Türk filminin sesi geliyor içerden. Girişteki tahta kapımızın yanında bir çuval var. Yaklaştım. Bu koku! Oracığa kustum. Sesime annem yetişti. “Aaaa üstüme iyilik sağlık Ayhan! N’oldu kuzum sana? Gel gel içeri…” diyordu bir çuval zırlangıcın yanından geçerken. Üzerimi değiştirdi, yatırdı televizyonun yanındaki divana. “Canım benim, üşüttün mü acaba sen?” diyor; ama aklı da ağlamaktan gözleri şişmiş Fatma Girik’te. Benden cevap alamayınca kaldığı yerden daldı yine bozkırın ortasında boş beşik sallayan anaya. Yanıyor her yerim, hele yanaklarım var, dokunulmuyor. Bir yandan da zangır zangır titriyorum. Bacaklarım da felç geçirmiş gibi hareketsiz. O an, bir daha yürüyebilecek miyim diye düşündüm. Öyle hissiz. Bitiyor film. “Senin Halime’ler uğradı bugün. Tarladan dönüyorlarmış. Sen arkada mıydın? Seslendim, gelmedin.” Kafamı yana çevirip bakıyorum, şaşkın. “Sen sevmiştin diye bir çuval ne getirmişler bak? Haydi, ezberletmiştim, neydi adı?”
Bir daha kustum, ama bu sefer durduramadım kendimi. Nefes alamayacak kadar, konuşamayacak kadar kustum. Panikle etrafımda dolanan anneciğim “Babana haber salsak mı? Ama kimi göndereceğim şimdi kahvehaneye?” diye kendi kendine konuşurken böldüm onu, “Anne, Hasan abi kötü biri.” Bir yandan yerleri siliyor, bir yandan da “O nerden çıktı şimdi Ayhan, nerde gördün ki sen onu hem?” diye beni geçiştiriyor. “Ben bugün Halime’lere gittim. Bakma öyle unuttum sana söylemeyi, çağırmıştı dün. Ama yoktu evde. Bak tarlaya gitmişler işte, yalan söylemiyorum. Abisi vardı ama!” dedim. “Girmeseydin, hemen gelseydin annem!” dedi annem. Bakışları da ‘öyle yaptım de lütfen’ der gibiydi. Ama demedim. En başından anlattım her şeyi bir çırpıda. Doğruldum bitirince. Annemle bakıştık bir süre. Sonra birden, halıya sürtmeye devam etti annem, elindeki bezi. Bu sefer parçalayacak gibiydi. Yere bakarken “Şaka yapmıştır,” dedi. Çat diye bir ses. Çığlık attı annem, ben de yerimden zıpladım. Koştum sese, yavru bir kuş, cama çarpmış bizim. Kuş öldü, cam çatlak. “Şaka yapmıştır,” dedim boynu bükük, kanatları yere serilmiş yavruya bakarken. “Ama ben korktum. Gidip söyleyelim de bir daha yapmasın anne.” “Tamam, söylerim ben görünce. Haydi ödev vermiştim ben dün. Yap artık onları, okuman gerileyecek!” derken halının temizliği bitti, annemin de derdi. “Şimdi gidelim!” diye tutturunca daha fazla direnemedi, düştük yola. O kadar yavaş yürüyoruz ki. Konuşup duruyor annem, şu ağaç bu meyveyi verir, bu hayvan şunu yer… Neredeyse her gün, Fatma teyzenin kızları için ördüğü çeyizlerin bilmem ne adlı yeni motiflerini çıkarmaya koşan, bu yolu iki dakikada alan annem bu sefer oyalandıkça oyalanıyor. Yolda o konu dışında her şeyden konuşuyor. Halime’lerin ön bahçe kapısına kadar geliyoruz. “İçeri girmeyelim, yorgundur onlar bak kimse de yok bahçede, herhalde uyuyorlardır,” diyen anneme, duvarın ardından “Gelin, gelin Elif” diyor Fatma teyze. Sonra ayağa kalkıyor da görüyoruz yüzünü. “Gelmeyelim Fatma abla kalabalıksınızdır. Yorgunluk da var. Biz de Ayhan’ın babasına bakmaya gidiyorduk, hem de yürüyüş yapalım dedik.” Kafamı kaldırıp yüzüne bakıyorum annemin, hiç oralı değil. “Yok yok galabaşlık yok. Herif mallara bakmaya gitti, oğlan da dayısıgile yardıma gitmiş. Kim bili nazıman geli. Kızlar var bi.” Yol boyu sıkmışım annemin elini, gevşettim biraz. Ellerimi, ayaklarımı hissetmeye başlamıştım. Yokuş aşağı hafif bir rüzgâr esti, yüzümü, boynumu ürpertip geçti. “İyi iyi aferin Hasan’a, maşallah büyüdü de yardım ediyor,” diyen annemin elini bu defa tamamen bıraktım ve yokuş yukarı koşmaya başladım. “Dur Ayhan, sakın babana deme bir şey!” diye bağırdı annem. “Neyi söylemeyecek kız? N’oldu?” “Yok bir şey Fatma abla n’olacak, çocuk işte! Camı çatlattı da bizim.” Duymadım bir daha annemi. Oysa ben onunla kalbimden konuşurdum, uykumda konuşurdum, sınıfa girdiğimizde gözlerimle konuşurdum. Kimseyle değil, onunla konuşurdum.
Söylemedim. Babam ıstakayı devirinceye kadar yol kenarından izledim onu. Kocaman bir ağaç vardı kahvenin karşısında, oturdum ağladım, altında beklerken. Yağmur başladı. Babamın öğüdü aklıma gelince, çıktım ağacın altından panikle. O sırada boşalmaya başlayan kahveden babam da çıktı geldi, beni görünce “Ooo aslan parçası, ıslanıyorsun haydi gel!” dedi sarıldı. Diğer elindeki gazeteyi başımızın üzerine tuta tuta koşturduk eve. Annem çoktan gelmiş, yemek hazır. Kurulduk, oturduk yemeğe, başladılar oradan buradan konuşmaya, çatlayan camın ne zaman tamir edileceği de karara bağlandı. Sonra babam kuruttuğu gazetesine daldı, kapağında o kara bıyıklı, kuşlu adam… Dönmüş! Babamın da yüzü gülüyor. Kurtulacak Halime’ler. Annem motiflerini sayarken ben de ödevlerime daldım, okumam geri mi kalsın?
Ölüyorum lan bu sefer, basbayağı ölüyorum. Ne akan rimelim umurumda ne de allığımın son hali. Etrafımdaki ayakkabılar, botlar, çizmeler az ötede bekleşiyorlar şimdi. Ağzımdan asfalta dağılan kan küçük bir göl olmuş. Rujum belli olmuyordur tahminimce. Gözyaşım süzülüyor yanağımdan, serin serin. Gümüş pullu eteğim yırtılmış olacak ki bacağım ta nereye açılmış. Ne yaptım lan ben size? Karıncanın biri sırtına yüklediği yemeğini kan gölünden geçirecek, durup düşünüyor şöyle bir, yok, etrafından dolanacak. Ne azimli varlıksın sen be pezevenk, yat dinlen bu havada! Olmaz. Kendini ispatlayacak illa. Adından söz ettirecek. Kitaplara geçecek. Onu seven atalarına yaranacak. Sevildiğini düşündüğü mü demeli? “Pist karınca, seni sevmiyorlar. Duyuyor musun beni? O yemeği götürme bakalım eve, ben bu değilim, ben aslında keman çalmak, dans edip günümü gün etmek istiyorum, ağustos böceği olmak istiyorum de bakalım evdekilere. O günden itibaren hamamböceğinden farkın kalır mı hayvanlar âleminde? Pist!” Duymuyor. Şu hâlde ben bile duymuyorum sesimi, sen nasıl duyacaksın. Yok! O hayırlı evlat, illa geçecek karşıya, benim gibi değil. Canım, ayak ve ellerimden çekiliyor hissediyorum. Tüm sıcaklık kalbime toplanıyor. Ne yaptım lan ben size? Sizin gibi sevmedim diye mi? Gözlerim de kapandı kapanacak artık. Saç sakalımın arkasına saklanmak yerine kazıyıp üstüne allık sürdüm diye mi? Niye dövdünüz lan beni? Kim bilir neler yaptığınız çocuklarınıza kötü örnek olurum diye mi? Cevap versene deve tüyü! Sen atmadın mı son tekmeyi?
Kapkara kaşları, beyaz misketin üzerindeki kara boyalar gibi gözleri vardı Halil’in. Çok çalışkan değildi, ama güzel konuşuyordu. Her şeyleri biliyordu Halil. Domuz avlamayı, çadırda soba yakmayı, kertenkelenin kuyruğunu tam olarak nereden koparmak gerektiğini… her şeyleri… Her teneffüsün son dakikasına kadar top oynar, kışları içeri buz gibi dönerdi. Onu pencereden izler, sınıftaki sobanın üzerinde eldivenlerimi ısıtırdım, gelince vereyim de giysin. Silgimi verirken dokunmuştum da bir gün, elleri hep soğuktu. Yanaklarım kızardığından biliyorum, ben onun kadar üşümezdim. Fadime de gelirdi arada yanımıza. O bana bakar, ben… Halil bir seferinde koyu turuncu, karpuz gibi kendinden çizgili, tenis topundan büyükçe bir meyve verdi buna. “Fadime al bak, çok güzel kokuyor.” “I-ıııh var bizde bunlardan, hem de goccuman!” dedi, yanan sobanın üzerine bıraktı, gitti. Yazık Halil elleri yana yana aldı da derse girince anneme verdi artık. Hiç sevmezdim Fadime’yi. Sümüğünü sil sen önce! Beşinci sınıfa geçince ben ayırdım artık sıramı. Halil de Fadime’nin yanına yerleşti hemen. En çok Halime’yle vakit geçirir olmuştum. Evlerine de çok gider, oyun oynardım, Halime yokken bile.
Çantamı karıştırıyor kırmızı ruganlı, kimliğimi buldu. Adımı söyleyince birer adım daha geri çekiliyor hepsi; Ayhan. Kalbimdeki tüm sıcaklık çıktı ağzımdan bulut oldu kırmızı göletin üstüne. Yağmur yağdı yağacak yine.
Gülsepen Özkan