Eski zamanların siyah beyaz fotoğraflarından bir kare gibi kalbe hafifçe dokunup, derin bir iç çektiren bu Arnavut kaldırımlı Boğaziçi sokağındaki pembe evin terası, gençliklerinden güç alan çıtkırıldım evlerin arasından sıyrılıp arz-ı endam etmişti.

İki yandan sıkıştıran uzun boylu rakiplerini elleriyle iterek kendine yer açmış, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş, porselen makyajlarını kuşanmış yeni yetmelerin üstten bakışlarını yok sayan bu yaşını almış kontesi, yıllara meydan okumaktan gelen özgüvenle dudaklarını yukarı kıvırmış, siyah rimelli gözlerini kısmış, sabah kahvesine eşlik eden nane likörünü içerek büyük bir keyifle denizi seyrederken görenler çoktu. ‘Hepsinden çok daha güzelim,’ demesine gerek yoktu, çok daha güzeldi.

Boğazdan geçen tekneler, baharda üstünden dökülen erguvan elbisesini, kışınsa rüzgarlara cesurca açtığı gerdanını görmek için yavaşlar, saygı duruşuna geçerlerdi. İhanet eden sevgilileri elinin tersiyle itmiş bu vakur güzellik, ‘Ben neler gördüm geçirdim,’ dese de, ikiyüzlü arkadaşların nankörlüğüne dayanamayacak kadar naif ve kırılgandı. Üzerinde koca ayaklarıyla yürüyen, yürürken de tırnaklarıyla pembe beyaz teninde yaralar açan filleri affederken, parmak uçlarıyla kayan dost görünümlü alaycı farelere gönül koyması bundandı. 

Bütün bir gün üstüne dökülen söğüt ağacının dallarıyla yarenlik eden bu yalnız tarihin tek amacı dimdik, gururla ayakta durmaktı. Minare gitse de, mihrabın ayakları alt katlara perçinlenmiş, sapasağlam yerinde duruyordu. Yaşam kolay değildi oysa bu sarı bukleli, büyük göğüslü kontes için. Önüne gelen herkesin sarı bukleleri olalı beri, içten içe gözden düştüğünü bilirdi. Ayrıca korunmasız bir halde en üstte oturduğundan yaşam savaşı daha bir çetindi.  Sarı sıcaklarda mangaldaki kömür gibi kavrulur, kara soğuklarda sıkı sıkıya örtündüğü kat kat beyaz yorganın altında titrerdi. Ama kolay bırakmazdı üstünden, terler, alt katındaki en yakın dostunun tavanına geçirirdi ince kar suyunu. O zaman evde yaşayanlar tarafından fark edilirdi. ‘Yine ne yuttu da tıkandı boğazında ihtiyarın,’ diyerek, eline sopayı alan, bu kendini unutturmamaya kararlı yadigâr dostu kâh dövmeye, kâh döverken sevmeye yukarı çıkarlardı. Kolay değil, dünyaya açılan ne çok yeni göz görmüştü onu bu yetmiş beş yıllık evde, ne çok kapanan eskimiş göz. Zorlu yıllara metanetle göğüs germiş, katmanlarına her geçen yıl bir katman daha eklemişti. Yılların ağırlığına rağmen iskeleti eski boyundan bir şey kaybetmemişti. Evin sakinleri tüm güzelliklerini Boğaziçi’ne sunan bu yaşlı sevgilinin, kendilerine sadece günbegün yayılan ince kar suyunu iletmesini haksızlık olarak görseler de, daha da hırçınlaştırmamak için sineye çekerlerdi bu durumu. 

Boru tıkanmış, uzun bir sopa görür işimizi diyerek, kolaylıkla başından atılacak kısa sürmüş bir aşktı onlarınki. Eni konu tutkundular birbirlerine. Biz neler gördük, bu da bir şey mi? Oysa, bu kış beklenenden daha sert gelmişti şehre. Tüm dünya üşüyordu sanki, ekvator çizgisi bile donarak kırılmış, kıtaların arası buzullarla kaplanmıştı. Ağaçları deviren rüzgarlar duvarlarını yalıyor, haftalarca süren yağmurlar sabrını deniyordu. “Bakalım bu kışı bir atlatayım hayırlısıyla, karada ölüm yok bana,” diye fısıldadı alt komşuya, onun da diğer komşularla kulaktan kulağa oynayacağını adı gibi bilerek. Nasılsa biri ıhlamuru ateşe koyar, biri ayva kabuklarını doğrar, diğerleri de limonla balı eklerlerdi elbet. Hiç mi hatır gönül kalmadı, dostluk ölmedi ya. Eski günlerin hatırına en azından, dua etsinler her birinde birer soba cızırdar. Siperin önünde savaşan benim. Bu sefer uzun kaldı beyaz misafirim.

Alt katta can sıkıntısıyla dalgın dalgın manzarayı seyreden Berrin, terasın dişlerini gıcırdatarak, zangır zangır titremesine daha fazla dayanamadı. Kalkıp ateşe ıhlamuru koydu, içine de diğer şifaları karıştırdı. Tavandan damlayan kar suyunun altına denk gelecek şekilde bir minik leğen yerleştirdi.   Kocası Hamit kış uykusuna yattığından beri umutlarını bir sandığa doldurmuş; üstüne kilit vursa da, yaşamalarına yetecek kadar hava girsin diye minik bir delik açmıştı.  

Şimdiyse kaptığı gibi demliği koşacaktı kontesin yanına. Kendisi için bile sürpriz olan bir güçle boruları temizlemeye başlayacak, çeperlere tutunan koca taşı aşağı itecekti. Büyük bir gürültüyle yere çakılan taşın üzerinde yosunlaşmış öfkeler, nefretler, alınganlıklar, umutsuzluklar üzerinde kar çiçekleri açacaktı.  Uyanan Hamit, şaşkınlıkla gözlerini açınca kötü rüyalardan birini gördüğünü düşünecekti.

Hale Karakaş

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir